Herhangi bir medeniyet tarihten çekildiğinde, ilgili medeniyetin himayesi altında bulunan halklar/kültürler büyük bir boşluk, belirsizlik içerisine girerek, yönlerini kaybeder, bir o yana, bir bu yana savrulmaya başlarlar. Sözünü ettiğimiz boşluk, yön kaybı ve savrulma sebebiyle ilgili halklar ya hakim medeniyete öykünür, eklemlenir, ya da tarihten çekilen medeniyete yönelik ağır bir nostalji duygusu içerisine girerler. Her iki durumda da ilgili toplumlar, kendi değerleri doğrultusunda bağımsız üretkenlik ve örgütlenme yeteneğini kaybederler. Yıkılan bir medeniyete yönelik romantik yoğunluklar sebebiyle, geçmişi tekrar ve taklit eden toplumlar/kültürlerle, hakim medeniyetin değerlerini ve yapılarını taklit ve tekrar eden zihniyet birbirinden farklı değildir. Günümüzde, İslam dünyası toplumları ve kültürleri, geleneği/geçmişi, Batıyı ya da moderniteyi aşmayı başaramıyor. Hangi yönde olursa olsun, her öykünme/taklit ilgili toplumları dumura uğratıyor.
Bilmek gerekir ki taklit ile kölelik arasında çok yakın bir ilişki vardır. Herhangi bir insan, toplum ya da kültür kimi taklit ediyorsa onun kölesi olur. Köleleştirilmiş bir zihin dünyasıyla, köleleştirilmiş bir kültürle entelektüel tarihe katkıda bulunulamaz, nitekim bulunulamıyor. Her tür köleleştirilmeye isyan ve itiraz, ancak büyük mücadelelerle, büyük mücadeleler için bedel ödemeyi göze almakla başlatılabilir. Köleleştirici koşullara uyum sağladığımız andan itibaren, eleştirel dikkat, sorumluluk ve farkındalığı kaybederiz. Bugün de içerisinde yaşamakta olduğumuz gibi entelektüel özgürlüğümüzü kaybederiz. Koşullara uyum sağlayan bir bünye hiçbir zaman gerçeği söyleyemez. Gerçeği gizlemek yetersizlikle, cesaretsizlikle ilgili olduğu kadar kişiliksizlikle de ilgilidir. Koşullara uyum sağlama, koşullarla bütünleşme süreçleri, kişisizlikleştirme süreçleridir.
İslam dünyası toplumlarında, Türkiye’de de yaşandığı üzere, kitleler, hamaset dili/söylemi/siyaseti aracılığıyla devletin mülkü haline getirilerek, istenilen doğrultuda daha kolay yönlendiriliyor, kontrol edilebiliyor. Hamasetin ve popülizmin hakim olduğu toplumlarda devletin doğruları tayin edici olduğu için, gerçeği söylemek tehlikeli sonuçlar doğurabiliyor. İslam toplumlarında, devletin doğruları adına İslam ısrarla araçsallaştırılabiliyor. İslam karşıtı olmak anlaşılabilir bir zihniyetin yansımasıdır. Ancak, İslamın şu ya da bu yönde sistematik istismarı çok aşağılık bir zihniyete işaret eder.
İslami varoluş ve hayat gerçeğe tanıklık ederek yaşadığımızda anlam kazanır. Yalana tanıklık ederek yaşamak, yaşamak değildir. Bu nedenle de Müslümanlar olarak bizlerin, sık sık aklımızın, bilincimizin, kalbimizin ve duruşumuzun doğru yerde olup olmadığını sorgulamamız gerekir. Adaletsizliğin kurumsallaştığı bir toplumda, gerçeğe tanıklık etmenin hayati bir önemi olduğunu kaydetmek gerekir. Gerçeğin peşinde koşmak insana onur kazandırırken, propagandanın peşinde sürüklenmek insanı şeyleştirir. Allah’ın (c.c.) ayetleri olan insanlar, her yerde, her durumda niteliği, adaleti, bilgeliği temsil etmek, gözetmek zorundadır. Gerçeğe inanmakla, propagandaya inanmak birbirinden çok farklı şeylerdir.
İslam, evrensellik idraki ile başladığı için, ulus-devlet sınırları içerisine hapsedilemez. Günümüzde İslami evrensellik idrakinin yerini, dayatılan gerçekliğin iradesi almıştır. Bu nedenledir ki muhafazakarlık, gelenekçilik, görenekçilik, maneviyatçılık, yerli’lik, milli’lik İslamın yerine ikame edilmekte, İslam, modern-liberal-seküler bakış açılarıyla yargılanabilmektedir.
Türkiye’de seküler-sol kesimler, muhafazakar/milliyetçili/sağcı/gelenekçi/görenekçi unsurları “siyasal İslam” yaftasıyla etiketlerken ya büyük bir entelektüel dikkatsizlik/zaaf ya da çok açık bir kötü niyet sergiliyor. “Siyasal İslam” yaftası sömürgeci bir icat’tır. Ancak aziz İslam’ın evrensel bir siyasal bilinç, sorumluluk ve tavır içeridğini de bilmek gerekir. İslam, hiçbir şekilde, yalnızca bir boyuta hapsedilemez. İslami bütünlük şizofrenik bir parçalanmaya maruz kaldığı için, maalsef her parça, İslami bütün adına sorumsuzca konuşabiliyor. Günümüzde İslam toplumlarında fakihler var, fakihlerin otoritesi var, ancak düşünürler, filizoflar, entelektüeller ve onların otoriteleri yok.
Hangi toplumda ve kültürde olursa olsun devrimci bir değişim, dönüşüm ve inşa hakikati sevmekle, hakikati söylemekle, hakikatin ifadesi olmakla, hakikati temsil ve tecrübe etmek üzere sorumluluk almakla başlar. Yalanların belirleyici olduğu bir tarih döneminde, en büyük önceliğimiz hakikati her şeyden üstün tutmak olmalıdır. Siyasal bakış açılarına ya da siyasal çıkarlara göre hakikatin çarpıtılması, mazur görülebilir bir durum değildir. İdeolojik üstünlük, partizan üstünlük adına kimi duygusallıklar, bencillikler adına olguların çarpıtılabildiği bir toplum, hakikate yabancılaşmış bir toplumdur.
Günümüz dünyasında ulus-devlet kutsalları ortak İslami bilnci-ufku-dayanışmayı imkansız kılıyor. Bir yurttaş olmakla, evrensel idrak sahibi bir Müslüman olmanın anlamını birbirine karıştırmamak gerekir. Her Müslümanın her durumda entelektüel keşifler yapabilmesi, hayati önemi olan bir konudur. Tek akla kapanan bir zihin entelektüel keşifler yapamaz. Evrensel idrak, adalet ve hakkaniyet şiarlarını her zaman yükseltebilecek erdemli kadrolar ister. Politik propaganda kilişeleriyle, hamasetle, değersizlik ve bayağılık üreten trollerle, sosyal-medya engizisyonculularıyla niteliksel anlamda hiçbir mücadele verilemez. İtaat ve taklit’i kutsayan bir bünye, akla, bilgi’ye ve bilgeliğe ihtiyaç duymaz. Günümüz toplumları, üretken entelektüel zihinlerden yoksun oldukları için, hayatlarını propaganda klişeleriyle sürdüren genç kuşaklar ya ahlaksız bir iman’ı ya da imansız bir ahlakı seçebiliyor.
Özellikle İslam dünyası toplumlarında halklar, kendilerine bir şekilde dokunulmazlık kazandırdıkları, bu nedenle de her tür eleştiri ve sorgulamadan muaf tuttukları din’i ya da politik liderler yalan söylediklerinde de onlara inanmaya devam edebiliyor. Hamaset ve propaganda dilinin etkili ya da belirleyici olduğu toplumlarda hakikatin sonuna gelinmiş demektir. Hakikatin sonuna gelindiği için, günümüzde herhangi bir konuda, somut bir kanıt olsun ya da olmasın, kitlelerin yoğun-duygusal propaganda yoluyla ilgili konuya inandırılmaları sağlanabiliyor.
Atasoy Müftüoğlu