Dikkatin Gasbı
İki sihirbazın rekabeti üzerine kurulan Prestij filminin açılışında, bir sihirbazlık gösterisinin işleyişini anlatan John Cutter, şöyle der: “Hilenin sırrını arıyorsunuz ama bulamazsınız. Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz. Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz.”
Aslında Cutter “dikkatli bakmıyorsunuz” derken, “Dikkatiniz başka bir şeye çekiliyor” demek istemektedir; ilgisiz, gereksiz, önemsiz olana…
Psikolojide dikkat kavramının otuza yakın tanımı yapılmıştır. Bunlar içinde, William James’in yaptığı tanım ilginç ve çarpıcıdır. Ona göre dikkat, kişinin ilgisiz uyaranları eleyebilmesi, kendini ‘diğer uyaranlardan’ uzak tutabilme becerisidir. Yani dikkatli kişi, olur olmaz şeylerle dikkati çekilemeyen kişidir. O, gerçekten ilgilenmesi gereken şeye odaklanmasını engelleyecek şeylere dikkat etmeyen kişidir. Başka bir ifadeyle dikkat, bir şeye yoğunlaşmaktan daha çok binlerce şeye “dikkat etmeme” becerisidir. Biz bir şeye dikkat etmeyi tercih ederken, pek çok şeye dikkat etmekten vazgeçeriz. Tam da bu noktada ikili bir tasnif yapmak mümkündür belki: Dikkat edenler ve dikkati çekilenler.
Geçen yıl yayınlanan bir araştırmaya göre internette bir dakika içinde 266 bin saat Netflix izleniyor, 38 milyon WhatsApp mesajı gönderiliyor, 4 milyon 300 bin video seyrediliyormuş. Dahası, günde ortalama 2,5 kentilyon (katrilyondan sonra geliyor, diğer bir ifadeyle katrilyon kere bin) veri üretiliyormuş.
Peki, bu üretilen/tüketilen bilgi ne anlama geliyor? Bizim daha iyi, daha doğru kararlar aldığımız; daha mesud, daha hikmetli insanlar olduğumuz anlamına mı? Yoksa üretilen bu devasa veri yığını “maskeleme” amacıyla mı kullanılıyor?
Bir olay gündeme geldiğinde o olayı nasıl ele aldığımız, o olayı nasıl gördüğümüz önemlidir. Söz konusu olayla ilgili bize birçok bilgi verilebilir ama o bilgiler olayın gerçek anlamını maskelemek amacını taşıyabilir. Yani aslında verilen bilginin amacı bilgilendirmek değil, asıl bilgiyi saklamak olabilir. Bu bazen bilinçli de olmayabilir. Çünkü üzerimize kurulan epistemolojik hegemonya, bizim hangi olayı göreceğimizi ve o olayın neresini göreceğimizi belirler. Daha açık bir ifadeyle, bir olay gündeme gelmeden önce aslında bizim o olaya yapacağımız yorumlar, göstereceğimiz tepkiler çok öncesinden belirlenmiştir.
Şimdi, son günlerde gündeme gelen ve birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen iki olay üzerinden ne demek istediğimi örneklemek istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde Aksaray’da yaşanılan “otistik çocuklara gösterilen tepki”yi hatırlıyorsunuz. Olay basında, sosyal medyada gündem oldu, konuşuldu. Genelde velilerin gösterdiği tepki kınandı, ayıplandı. Birbirinin benzeri pek çok şey yazılıp, çizildi. Ama velilerin gösterdiği tepkinin dinamikleri üzerinde yeterince durulmadı. Onlar bencillikle, empati yoksunluğuyla, duyarsızlıkla filan suçlanıp geçildi. Gerçekten öyle miydi? Mevzu bu kadar mıydı?
Yoksa,
Bu tepkinin kaynağı rekabete dayalı kapitalist eğitim anlayışımız mıydı? İçinde bulunduğumuz eğitim anlayışı bizi başarıya, kazanmaya, sonuca odaklanmaya, hızlı olmaya, geride kalmamaya ve hatta düşenin üstüne basıp geçmeye koşullamıyor mu? O velilerin tepkisinin odağında otistik çocuklar mı var, yoksa çocuklarının bu yarışta geride kalma kaygısı mı? Eğer ikincisiyse bu kaygıyı onlara kim, nasıl yüklüyor?
İkinci olay, daha çok dindar-muhafazakâr çevrelerin gündemindeydi. İHL’li bir öğrencimiz Cambridge’in düzenlediği bir yarışmada dünya birincisi olmuştu. Pek çok kişi ve kurum öğrencimizi kutladı. Buraya kadar bir sorun yok. Peki bir İHL öğrencisinin Cambridge’den aldığı ödülle övündüğümüzde, aslen İHL’yi mi övmüş oluruz, İHL’li öğrenciyi mi, yoksa Cambridge mi?
Bir taraftan Batı’ya karşı hınç ve öfke taşırken, diğer taraftan Batı’dan takdir görme arzumuzu nasıl açıklayabiliriz? Bu bizim üç yüz yıllık çelişkimiz değil mi? Yoksa biz de Batı’nın “güç ve başarı” kavramlarıyla mı koşullandık? Gerçekten övülmeye değer olan nedir? Burada ödülden ziyade, bizim bu ödül karşısında gösterdiğimiz sevincin dinamiklerinin nereden kaynaklandığını konuşmamız gerekmiyor muydu? Ayrıca ödül veren olmak takdir makamında olmak değil mi; kuralı ve standartları belirlemek değil mi? Peki niçin bu kuralları ve standartları onlar belirliyor? Biz niçin onların belirlediği kural ve standartlarla “kazandığımızda” seviniyoruz?
Her iki olayda da “başarılı”, “güçlü olmak” motivasyonu yok mu?
Dilek Yankaya’nın Yeni İslami Burjuvazi kitabından bir örnek daha aktarmak istiyorum. Yankaya, kitabında MÜSİAD’ın kurucu üyeleriyle mülakatlar yapmış. Mülakat yaptığı isimleri değiştirerek vermiş. Derneğin kurucu üyeleri arasında yer alan İHL’li Cahit Bey şöyle diyor:
“Tabii biz bunları yaparken hâlâ bir şeyin mücadelesini veriyorduk Türkiye’de. O kadar yoğun çalışıyordum ki, işim her şeyimdi. Çünkü güçlü olmak zorundaydım buna inandım; Türkiye’de eğer söz sahibi olmak istiyorsanız güçlü olmak zorundasınız. Ekonomik olarak güçlü olmak zorundasınız. Birilerinin sizi dinlemesini istiyorsanız, güçlü olmak zorundasınız. En başta ekonomik güç!”
Şu son cümle çok önemli: “En başta ekonomik güç!”, “En başta!”. Kanaatimce bugün yaşanan erozyonu gayet güzel açıklıyor.
Başarıyı, gücü önemsizleştirmek gibi bir amacım yok ama bizdeki psikolojik etkisi üzerinde konuşmamız lazım. Bizi değerli kılan şey nedir? Biz izzeti, onuru, şerefi nerede arıyoruz? Dilimizle ne söylüyoruz, gönlümüzden ne geçiyor?
Bir zamanlar “Hizmet Hareketi” denilen o yapının bu kadar kışkırtıcı, bu kadar ayartıcı olmasının sebebi neydi? “Başarı” denilen, “makam” denilen, “güç” denilen o şeyle büyülememişler miydi herkesi?
Hem peyniri yemek istiyor, hem kapandan kurtulmak istiyoruz. Vazgeçmeyi de çözüm olarak görmüyoruz.
Hangi sihirbaz bizim dikkatimizi peynire çekiyor?
Bizim dikkatimiz ne zaman başarı ve güce odaklandı?
Hilenin sırrı nerede ve biz niçin bir türlü hilenin sırrını keşfedemiyoruz?
Cutter’in söylediği şey doğru mu: Biz hilenin sırrını keşfetmek değil, kandırılmak mı istiyoruz?
Milli Gazete / Mücahit Gültekin