Filistin’de hemen her gün gençlerimiz yeni kahramanlık hikâyeleri yazıyor; anneler ve babalar sabrın, metanetin, tevekkülün, fedakârlık ve bilincin yaşayan örnekleri olmaya devam ediyor. Gerçekten de dünyada edebiyat ve sanatın bütün kaynakları kurumuş olsa Filistin’in tarihi ve Filistinlilerin direnişi edebiyat ve sanatın toprağını tek başına sulamaya yetecek kadar örnekler içerir.
Sadece şu son birkaç günde yaşananlar bile, dünyevileşen ruhları temizlemeye; insanlığın üstüne çöken amaçsızlığı, ümitsizliği ve depresyonu iyileştirmeye kadir bir derinlik ve anlam taşıyor. İbrahim Nablusi’nin şehadeti örneğin. Siyonist işgal rejiminin “dokuz canlı” olarak tanımladığı Nablusi, haber kaynaklarının verdiği bilgilere göre henüz 19 yaşındaydı (doğumu: 13 Ekim 2003) ve işgal kuvvetlerinin en çok arananlar listesindeydi. Siyonist rejimin kendisine düzenlediği pek çok suikasttan sağ kurtulmayı başarmıştı. 9 Ağustos 2022 tarihinde kaldığı ev kuşatıldığında belki yine sağ kalabilirdi ama o, teslim olmayı reddetti. İsrail kurşunlarının hedefi olmadan birkaç dakika önce yayınladığı ses kaydında aynen şunları söyledi:
“Şehit oluyorum dostlarım. Annemi seviyorum. Benden sonra vatana iyi bak. Onurumuz adına rica ediyorum, kimse silahını bırakmasın. Burada kuşatıldım ve şehit olacağım. Benim için dua edin.”
Bu, onun son sözleriydi; sade, gösterişsiz, belagatsiz, mübalağasız…
Belki de şehidlerin özelliği buydu. 2017’de şehid edilen Basil el-Arac da şehadetinden sonra bulunan vasiyetinde öyle söylüyordu. “Uzun yıllar şehidlerin vasiyetlerini okudum” diyordu Arac, “kısa ve belagatsiz” oluşuna şaşırdığını söylüyordu. “Şehidlikle ilgili sorularımızı tatmin etmeden” yazılmışlardı. Artık cevabı bulduğunu belirtiyordu Arac: “Ne kadar aptaldım. Şehidin eyleminden daha beliğ bir şey var mı?” Bir gün sonra düzenlenen cenaze merasiminde Nablusi’nin annesi sahneye çıktı. Önce 9 ay karnında taşıdığı oğlunun cansız bedenini bu sefer omuzlarında taşıdı. Şikâyet etmeden; kimseye yalvarmadan, sitem ve teessüf etmeden İbrahim’in silahını havaya kaldırdı. Rividya Hastanesi’nin önünde yaptığı konuşmada şöyle seslendi:
“Yüzlerce İbrahim’den bir İbrahim’i vurdularsa, hepiniz bir İbrahim Nablusi’siniz. O çok sevdiği Muhammed aleyhisselam’a doğru yola çıktı! İbrahim kazandı. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun. Ey Rabbim! Ben oğlumu Sana bağışladım. Onu şehitlerin arasında kabul et!” Kenarda sessizce bekleyen babasına mikrofon uzatıldığında, İbrahim’in akıbeti hakkında sakince şunları söyledi:
“Bu, omuzunda özgürlük ve onur silahını taşıyan her onurlu ve her özgür kişinin sonudur.”
11 yaşındaki kızımız Rahaf Halil Selman da işgal güçlerinin açtığı ateş sonucunda iki bacağını ve sağ kolunu kaybettiğinde ağabeyiyle birlikte akşam yemeği için dışarıdaydılar. Rahaf, hastanede gözlerini açtığında kalan tek koluyla “zafer işareti” yapıyordu. “Bir kolum ve iki bacağım benden önce cennete ulaştılar” dedi Rahaf.
Kudüs’ün Kılıcı savaşında da henüz 17 yaşında olan Muhammed Keyvan şehid olduğunda, arkadaşları şehidin annesini, “Ey Muhammed’in annesi mübarek olsun. Keşke senin yerinde annem olsaydı!” diyerek tebrik etmişlerdi.
Yine aynı günlerde oğlu şehid olan bir anne ise şöyle demişti: “Allah’a şükür o şehadeti aradı ve elde etti. O, bunu hak ediyor. Benim sorunum, onun, şehadeti benden önce elde etmesi.”
***
Yazının girişinde söylediğim gibi, bunlara benzer o kadar çok şey yaşanıyor ki Filistin’de… Sadece 2000 yılından bu yana Siyonist rejimin 3 binden fazla çocuğu katlettiği ifade ediliyor.
Bizlerin dünyevileşmeyi, gençlerimizin gözümüzün önünde yitip gidişini; feminizmi, ateizmi, deizmi vs. konuştuğumuz şu günlerde yaşanıyor bunların her biri; lüzumsuz pek çok tartışma içinde boğulup kaldığımız şu günlerde… Filistinli gençler (sosyal bilimlerin diliyle Z kuşağı), Ortadoğu’nun en modern ve gelişmiş silahlarına sahip olduğu öne sürülen İsrail rejimini sarsıyor…
Onlar dünyanın en habis rejiminin “en çok arananlar” listesine girmeyi başarıyor.
“Başarıyor” diyorum çünkü onlar ABD ve İsrail’in “uzlaşma”, “normalleşme”, “dünyevileşme” vaatlerini elinin tersiyle itip, İsrail için “tehdit” olmayı seçmişler. Nablusi’nin babasının söylediği gibi “omuzunda özgürlük ve onur silahını taşıyan” her özgür kişinin karşılaşabileceği sonu tercih etmişler…
Yoksa ABD ve İsrail; adına “normalleşme” denilen ama gerçekte anlamı Siyonistlerin kendilerine çizdiği kaderi kabul etmek demek olan bir tercih yaptıklarında Filistinlilere “hayat” hakkı tanıyor. Fakat onlar, bir eczacı olan ve entelektüel hüviyetiyle de tanınan (yukarıda adını zikrettiğim) Basil el-Arac’ın Siyonist rejime verdiği cevabı vermeyi tercih etmişler. Arac da İsrail’in “arananlar” listesine girmeyi başarmış ve sonrasında Filistinli gençler için ikon haline gelmiş bir kişilikti. Eczanesini kapatıp kendini direnişe adadı. İsraillilerin kendisine yaptığı teklife Hz. Hüseyin’in Yezid’in komutanlarına verdiği cevabı vermişti: “Heyhat minne’z zilleh!” (Zillet bizden uzaktır!).
Her müstekbir rejimin sömürgeleştirilmiş kitlelere sunduğu iki seçenektir bu: Ya bizim çizdiğimiz kadere razı olur yaşarsınız ya da sizi yaşadığınıza pişman ederiz! İnsan zillet batağına bir kez saplandı mı, akıl nefse tabi olur ve zilletini meşrulaştıracak nice gerekçeler üretmeye başlar.
Şehid Dr. Ayetullah Beheşti de aynen şöyle söylemişti: “Biz aşk ehliyiz, kuru akıl ehli değil. Aşk ehli inancı yolunda canını feda eder, kuru akıl ehli ise tedbir peşinde koşar. Bizim tedbirimiz, inancımız yolunda can vermektir.” Kuşkusuz ne aklı ne de tedbiri hor görmüyor bu cümleler. Asli amacını unutmuş, kendini menfaat ve dünyaya bağlamış bir akıldan söz ediyor.
***
Filistin, her Müslüman’ın önündeki bir sınav kâğıdıysa eğer, bu kâğıtta bir tek soru olsa gerek: “Zillet mi, izzet mi?”
İzzeti tercih edenler; nehirden denize özgür Filistin idealiyle yaşayanlar ve bu hedefi yaşatanlardır. Hiçbir davayı, hiçbir meseleyi, hiçbir hedefi kendileriyle bu hedef arasına koymayanlardır. Ama kim bu soruya verdiği cevabın “zillet” olduğunu söyler ki? Kim öyle düşünür ki?
Zillet cevabını “izzetmiş gibi” sunmanın bin bir yolu var. Bazılarına göre Filistin davamız zaman aşımına uğramıştır. Onlara bakılırsa eğer olan olmuş, iş bitmiş ve “İsrail gerçeği” Ortadoğu’ya yerleşmiştir. İsrail’i bu topraklardan söküp atmak bir hayaldir, romantik bir ütopyadır. Onlar bizi “İsrail gerçeği”ne ikna etmeye çalışmakta; hatta direnişi Filistin’e zarar vermekle suçlamaktadır! Bazılarıysa zarar vermek şöyle dursun, Filistin’e atılan bombaların sorumluluğunu da direnişe yüklemektedir. Onlara göre İsrail’in Filistin’i bombalamasının sebebi, Filistinlilerin attığı füzelermiş… Hâlbuki İsrail’le anlaşılırsa, uzlaşılırsa, Filistinliler de normal yaşama dönebilirlermiş. Öyle ya, Deir Yasin katliamı da Filistinliler füze attığı için oldu değil mi? Milyonlarca Filistinlinin topraklarından sökülüp zorla göç etmeye zorlanmasının sebebi de füzelerdi değil mi? Oslo’yu imzalayınca İsrail bombalamayı bıraktı mı? İşgali bıraktı mı? Genişlemeyi, yeni yerleşim yerleri açmayı bıraktı mı? Tam tersine, Batı Şeria’da işgal bütün acımasızlığıyla sürüyor. Örneğin, Oslo Antlaşması’na (1995) göre Filistin “devletine” bırakılması öngörülen Batı Şeria’nın C bölgesinde -Filistinlilere devretmek bir yana- uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen yeni yerleşim alanları yapılmaya devam ediyor. Bu bölgede yaşayan Filistinlilerin sayısı 150 bin civarında iken Siyonistlerin sayısı 300 bine çıkmış durumda. Siyonistler istediği zaman operasyon yapıyor; yıkıyor, tutukluyor ve öldürüyor. Filistinliler içme suyu gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Özetle, akıl, nakil ve deneyim Siyonistlere karşı tek gerçekçi seçeneğin direniş olduğunu göstermektedir.
***
Filistin davası bizim yükümüzdür. Bu yükü sırtından atarak hafifleyeceklerini düşünenler yanılıyor. Bilakis, bizler eğer sözümüzün eri olabilir, çevresi bereketli kılınmış Mescid-i Aksa için hakkıyla mücadele edebilirsek bu yük; yücelmenin, inşirahın, Allah’a yakınlaşmanın bir vesilesi olacaktır.
Mücahit Gültekin/Milli Gazete