Yeni Şafak yazarı Prof. Dr. Faruk Beşer Şefati reddetmenin İslam’ın Protestanlaştırılmasıyla alakasını kurduğu iki yazı yayınladı. İlk yazıda belirttiğine göre, bir takipçisinin gönderdiği videoda ‘o üç kafadar’ bir araya gelmişler ve şefaat diye bir şeyin olmadığını tartışıyorlarmış. İslam’ın Protestanlaştırılması da işte tam da buymuş! “Kendin pişir kendin ye” olmazmış!
Faruk Beşer’in Şefaat konusundaki 18 Ağustos tarihli yazısı için tıklayınız!
Faruk Beşer’in Şefaat konusundaki 20 Ağustos tarihli yazısı için tıklayınız!
Sayın Beşer’in sözünü ettiği videodaki o üç kafadar kimse, bilmiyorum, bilmeyi de önemsemiyorum. Ben kimse adına değil, kendi adıma ve Kur’an’a, İslam’a, Allah’a, Rasulullah’a yanlış yorumlar atfedildiği, hakikatin üzeri örtüldüğü için ve haksızlık karşısında susan bir dilsiz şeytan olmamak için bu satırları karalıyorum.
***
Sözün başında belirteyim ki, Faruk Beşer’in yazısı adeta bir çelişkiler yumağı ve bir hüzün vesilesi. Niçin hüzün vesilesi? Çünkü İslam coğrafyasında neşvü nema bulan bir akademi böyle olmamalıydı. Yıllarını İslamî ilimler alanında dirsek çürüterek geçiren akademisyenlerin Kur’an algısı bu seviyeye inmemeliydi. Müslüman ilim ehli, ne dediğini bilen, kaleminden çıkanı kalbi/kulakları duyan kimseler olmalıydı. Hele de bir ilahiyat hocası, Allah’ın bir müşrik inancı olarak Kitabında yer verip, reddettiği, Allah’ın otoritesinin paylaşılamazlığı demek olan şefaatin İslam’da olmadığını dile getirmeyi Protestanlıkla alakalandırmamalıydı.
Ben bu yazıda F. Beşer’in çelişkilerine dikkat çekmeye çalışacak, şefaatle ilgili Kur’an’dan anladıklarımı bir kere daha özetlemeye çalışacağım. Burada, söz başının sonunu bağlamadan önce, Sayın Faruk Beşer arzu ederse, kendisiyle iki müslümanın da şahitler olarak hazır bulunacağı bir ortamda ilmi ölçüler içerisinde kendisiyle bu meseleyi müzakere etmeye talip olduğumu bildirmek isterim.
***
Faruk Beşer yazısına, ‘aykırı çıkışlar’ üzerine yaptığı bir güzelleme ile başlıyor. “Yani bu aykırı çıkışlar da gerekli ki, Allah bunlara müsaade ediyor.” diyor. Ve devam ediyor: Meğer “tarihte de böyle olmuş aykırı görüşler orta yolu hep zorlamış, oradakiler de kendilerini savunmak için çalışıp düşünmek zorunda kalmışlar.” “Demek ki” diyor müellif, “Allah çalışmamızı ve düşünmemizi istiyor, bu konuda biz tembellik ettiğimizde de birileriyle bizi ırgalıyor, uyarıyor, uyandırıyor.”
Yani şimdi bu cümlelerin neresini düzeltmeli? Birileri çıkıp, şefaat diye bir şey yok diyor, Allah bunu diyenlerin yanlış yapmalarına izin veriyor ki, öteki mübarekler çalışsınlar, düşünsünler ve uyansınlar!… Demek ki Allah, mesela FETÖ diye birilerinin bir şeyler yapmasına izin verdi ama o sırada bazı mübarekler henüz yanlış nedir, doğru nedir, bilmiyorlardı, FETÖ’nün ‘aykırı çıkışları’ oldu da o, ‘oradakiler’ de çalışıp düşünmek zorunda kaldılar, ayıktılar ve FETÖ’ye hücum ettiler. Fetö’nün kökünü kazımadılarsa da, bütün yanlışlarının kökünü kazımak üzereler…
Oysa ben de pekala, şefaati savunmayı, İslam’ın en berrak ilkelerinin bile nasıl olup da içinden çıkılmaz hale getirilişinin hüzünlü bir ibret vesikası olarak görebilirim sözümün ulaştığı herkesi bu sapmaya karşı uyarabilirim…
Akıl ve Şefaat
Faruk Beşer yazısında, “Din akla ve akıllıya hitap eder, yani dinin hükümleri gayrimakul/absürt değildir, akılla yanlışlanamaz. Ama dinin her hükmü akılla ispatlanamaz da” demektedir. Yerden göğe kadar haklıdır. Dini hükümler elbette akılla yanlışlanamaz. Zaten Allah, yanlışlanması gereken bir hüküm vaz etmez. İnsanın aklı havsalası almasa da, Allah ne buyurmuşsa hak buyurmuştur. Bütün mesele, Allah’ın hak buyurduklarını hakça anlamak, atalarımızdan miras aldığımız hurafeleri Allah’ın hak dininin önüne geçirmemektir.
Şimdi şefaat konusunu ‘akılcılık’ yapmadan ve Din’in bir hükmünü aklımızla yanlışlamaya falan girişmeksizin -ki mümin kimseler olarak bundan Allah’a sığınırız- akılla bir değerlendirme yapsak, acaba karşımıza nasıl bir durum çıkar? Değil midir ki Faruk Beşer de, şefaati reddedenlere yönelik eleştirilerini aklı ile yapmakta, bütün çıkarımlarını akılla sağlamaktadır. Sanırım ona mubah olan, bize haram olmaz…
Allah bütün kâinatın (mülkün) tek sahibidir. Allah mülkünde ortak/şerik kabul etmez. Allah Din’in de tek sahibidir. Din’de de O’nun ortağa ihtiyacı yoktur. Allah’ın bir ortağa/ortaklara ihtiyacı olduğu varsayımı işte şirkin ta kendisidir. Allah Din’de bir hüküm koyarken nasıl ki kimseye danışmamış, kimsenin reyini alma gereği duymamışsa, insanlardan kimi affedip, kimi etmeyeceğini de O belirlemiştir. Herhangi bir kulun affedilmesi için Allah kimseden görüş almaya ihtiyaç duymaz. Esasen ‘ihtiyaç’ sözcüğü ile Allah lafzı bir araya getirilemez. Birilerinden görüş/öneri alma, birilerini kendi işine karıştırma özelliği ilahlığın özüne aykırıdır.
Kulların hangi ölçülerde affedileceği Kur’an’da apaçık belirtilmiş midir? Evet, belirtilmiştir. Bu hususta herhangi bir kapalılık var mıdır? Hayır, yoktur. Çünkü Allah, iman eden ve salih amel işleyen müminlerin kıyamet gününde korku duymayacaklarını, mahzun da olmayacaklarını, akli melekeleri yerinde olan herkesin anlayacağı bir dille duyurmuştur.
*Allah, bir kul hakkında, acaba affetsem mi, etmesem mi diye bir kararsızlık içine düşebilir mi? Hâşâ. Bundan Allah’ı tenzih ederiz.
*Herhangi bir kul normal şartlarda affedilme ölçülerine giriyor olmasına rağmen, Allah’ın, o kulu affetmeye çok da istekli olmayıp, o anda hariçten (bir Peygamberden, ‘bir büyük zat’(!)tan bir rica gelmesi üzerine, Allah’ın af yönünde kararını vermesi gibi bir saçmalık Allah’a izafe edilebilir mi? Hâşâ. Allah bundan münezzehtir.
*Gaybı, görüneni ve görünmeyeni, geçmişi, ânı ve geleceği, kulların içini ve dışını, amellerinin özünü ve kabuğunu, amellerin samimiyetini ve riyasını ve yarattığı insanların kâffesini en iyi ve tek bilen sadece ve sadece Allah değil midir? Evet, şeksiz şüphesiz öyledir. Peki, 2017 yılında yaşayan bizlerden herhangi birinin affı mümkün olmayıp, şefaate ihtiyaç duyulursa(!), diyelim Rasulullah Muhammed (sav), kendisinden 1400 küsur sene sonra yaşamış bir insan için Allah katında nasıl aracı olabilir? Aramızda on dört asır olan bizden birinin imanını, amelini, niyetini, riyasını, nifakını, ihlâsını v.b. hiç bilmediği bir kimse hakkında, Rabbine nasıl bir niyazda bulunabilir? Bunu Allah’a ve Elçisine yakıştırmak edebe aykırı değil midir? Bu soru beni Protestan yapar mı?
*Bir başka kulun aracılığı/ricası/şefaati üzerine bir kulunu bağışlaması Allah’ın ulûhiyetine, rububiyetine, mülkün tek sahibi oluşuna aykırı düşmez mi?
*Allah, kulun affedilmesi için araya başka kulların girdirilmesine neden ihtiyaç duyar, ya da Allah böyle bir ihtiyaç duyar mı? Faruk Beşer’in söylediği gibi, “Allah … kullarını affetmek için bahaneler arar” mı? Haşa bu ne biçim bir sözdür? Bahane aramak Allah’ın şanına yakışır mı? Affedeceği kimseyi doğrudan affetmek Allah için neden sorun olsun ki? Allah hakkı söylemekten, hakkı tahakkuk ettirmekten çekinir mi?
Soruları çoğaltabiliriz.
Sevâd-ı Azam Meselesi
Sayın Faruk Beşer, “konunun Resulüllah’tan beri nasıl anlaşılageldiğine bakmak zorundayız” diyor. Elbette bakmamız lazım. Çok önemli bir yöntem. Ama Sayın Beşer’in gerekçesi hayreti mucip, şöyle diyor: “Çünkü ilk Müslümanlar ve onları izleyenler bizden daha az akıllı olmadıkları gibi, din hakkındaki doğru bilgiye ulaşma şansları da bizden daha yüksek olan insanlardı. Böyle konularda sevad-ı azam, manevi tevatür, ya da cumhur denen âkiller ve âlimler ittifakını izlemekten daha akıllıca bir yol olabilir mi?”
Bir konunun Rasulullah’tan beri nasıl anlaşılageldiğine bakmak çok önemli bir anlama yöntemidir lakin meseleyi, Rasulullahtan sonra gelen insanların çokluğuna, doğru bilgiye ulaşmada bizden daha yüksek şanslı olduklarına, sevâd-ı azam denilen şeye ya da “cumhur denilen âkiller ve alimler ittifakına” havale ettiğimiz zaman, işte o zaman bu mefhumlar bizler için birer ‘zindan’ olmaktadır. Ya da debelendikçe içine battığımız bir çamura dönüşmekte veya kıpırdadıkça daha da kördüğüm olan bir ağa düşmüş olmaktayız. Çünkü Sayın Beşer’in dediği gibi, o insanların doğru bilgiye ulaşmakta bizden şanslı oldukları tezini, mesela İmam Buhârî’nin Rasulullah’a atfedilen 600 bin hadis derleyip de, bunlardan yaklaşık 593 binini elemesi çürütmektedir. Asıl sıkıntı bundan sonra başlamaktadır: Cumhur’un ‘âkil’ ve ‘âlim’ zatlarından olan Buhârî’nin akılla, iz’anla, İslam ahlakıyla, Kur’an ahkâmıyla, Rasulullah’ın nebevî ahlakıyla bağdaştırılması mümkün olmayan nice hadislerini nasıl izah edeceğiz? (Faruk Bey talep ederse bu hadislere örnekler verebilirim).
Önceki insanlar bizden daha az akıllı değillerdi ama bizden daha çok akıllı da değillerdi. Allah’ın, öncekilere çok, sonrakilere az akıl verdiğine dair bir bilgi yoktur. Herhalde ilk insandan bugüne, akılda bir artma ya da eksilme olmamak gerekir.
‘Sevâd-ı Azam’ ‘büyük karaltı’ demektir. Kur’an ‘büyük karaltı’ yerine ‘ekserunnâs’ deyimini kullanıyor ve buna, geleneğin, dolayısıyla Faruk Beyin yüklediğinden farklı bir anlam yüklüyor. Sevâd-ı azamın ölümüne kabullendiği öyle yanlışlar var ki, Allah’ın indirdiği din bu değildir. ‘Âkiller ve âlimler ittifakı’ gibi nişanların ardına sığınarak, Allah’ın indirdiği dini komediye döndüremeyiz. Din işi ciddi iştir. Din’de tek söz sahibi Allah’tır, Rasulullah (sav) Allah’ın elçisi, O’nun sözlerini insanlara tebliğ ederek yaşayan, en mükemmel şekilde örneklendiren insandır. Âlimler, salihler, müctehidler, mücahidler, sözleri Allah’ın dinine mutabık olduğu sürece doğrudur, tasdik edilir ve amel edilir. Ama bilinmelidir ki, bir ‘âkil’ ya da ‘âlim’in görüşünün ‘isabet’i Allah’ın Dininedir, aykırılığı da aynı şekilde Allah’ın dininedir. Doğruların kaynağı sadece Allah’tır. Âlim ve âkilleri tazim ve tebcil edeceğiz derken, Allah’ın sözlerini sırtımızın arkasına atamayız.
Bu ‘sevâd-ı azam’ın, âlim ve âkil adamlarımızın nereye kadar, kaç kırat güvenilebilirliğine dair, şu FETÖ denilen ‘imtihan’ bize hala bir şey öğretmemişse -ki öğretmemiş gözükmektedir- daha da öğrenmemiz zordur.
Hristiyanların ‘sevad-ı azam’ı nasıl ki onlara, Îsa’nın Allah olduğuna itikad etmeyi hazmettirmiş ise, bizim sevad-ı azamımız da bize, İsa’nın ahir zamanda gökten ineceği, Mehdi’nin arkasında namaz kılacağını v.b. hazmettirmiştir. Âkil ve âlim adamlarımız Îsa’nın gökten ineceğine dair 178 tane hadis kaydetmişlerdir ama Allah’ın Kitabında “Îsa şu anda göktedir ve ahir zamanda inecektir” anlamına gelebilecek bir tek söz bile mevcut değildir. Nice zamanlar batıl itikatları ‘sevad-ı azam’a söyletmektedirler. Allah’ın, müşriklerin “atalarımızın yoluna uyarız” çıkışlarını eleştirmesinin hikmeti ne ola ki?
Kur’an mı, Hadisler mi, Âkiller ve Âlimler İttifakı mı?
Faruk Bey şefaat konusunda üç kaynağa atıf yapmaktadır: Kur’an, ‘sahih sünnet’ ve ‘kesintisiz âkiller ve âlimler ittifakı’. Bu sonuncuyu yukarıda değerlendirdik. Kur’an ise onun ve sevad-ı azamın itikadının tam tersini buyurmaktadır. Zaten kendisi de, “Kuranı kerim şefaatin bütün kapılarını kapamış değildir” demekle, bazı kapılarını kapattığını zımnen itiraf etmektedir. Beşer, ‘sahih sünnet’ demekle aslında hadisleri kastetmektedir. Akide konusunda haber-i vahidin yerini tartışmayı bir başka yazıya havale etmiş. İşte bütün tartışma aslında haber-i vahidde düğümlenmektedir. Paralel din yapımcıları, Kur’an’a söyletemedikleri hurafeleri haber-i vahide söyletmişlerdir. Kur’an’da yer almayan bütün batıl inanışlar haber-i vahidle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Haber-i vahid ise zandır ve zan ile akide belirlenemez. Hadis kitaplarının içerdikleri hadislerin tamamına yakını haber-i vahiddir ve zan içerirler.
Faruk Beşer, “Aklın alanı olmayan böyle bir mesele hakkında bu ümmetle kavgalı insanların dediğine bakmaktansa, Resulüllah’tan günümüze uzanan bu âkiller ve âlimler ittifakına uymak daha garantili ve daha akıllıcadır” demektedir. Ama nedense, acaba Allah’ın Kitabını yanlış ya da eksik mi anladık, hatta Kitaba hiç mi bakmadık? Kitabı ve sünneti bir daha gözden geçirelim dememektedir. Oysa âkiller ve âlimler dediği kimseler sonuçta beşerdirler ve şaşardırlar. Hangi insan olursa olsun, sonuçta insandır ve insanı gereğinden öte yüceltmek şirki doğurmaktadır. Şirk böyle doğmuştur. İnsanların doğruları kabulümüzdür, yanlışları kendilerine aittir. Her insanın, Allah’tan af, kullardan özür dilemek suretiyle yanlıştan dönme imkânı vardır.
“Ümmetle Kavgalı İnsanlar”
Faruk Beşer, bir nevi ‘subliminal mesaj’ vererek, cümlelerinin arasına “bu ümmetle kavgalı insanlar” şeklinde bir cümle gömüyor. Yazısını okuyup bitiren insanlar, şefaat inancının İslam’da olmadığını ileri süren kimselerin bu ümmetle kavgalı kimseler olduğuna da inanmış olacaklar. Bir insan, kendi düşüncesini sonuna kadar savunabilir ama böylesi imaj yıpratma ve imaj oluşturma kıvraklığına kimse müsaade etmez. Her şeyden önce, düşüncesini benimsemesek de, insanlara iftira ve bühtan etmekten kaçınmak, Allah’tan korkmak gerekir. “Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” diye uyaran Allah’tır. Eğer ille de “ümmetle kavga” ile şefaat meselesi arasında bir alaka kuracaksak, bunu bir ilkokul çocuğuna sorsak, o da bilir ki asıl, Kur’an’a rağmen bir şefaat akidesi uyduranlar bu ümmetle kavga etmişler, ümmete silah çekmişler, tarihin ender tanık olduğu bir kumpası kendi ümmetlerinin başına kurmuşlardır. Diğer bir kısım şefaat savunucuları da bu ümmete silah doğrultan bu şefaat savunucularına çanak tutmuşlardır. Ümmetle kavga etmelerine yıllarca bilerek veya bilmeyerek destek olmuşlardır. Demek ki sadece trafikte değil, bir gazetede yazarken de aynalara sık sık bakmamızda yararvardır…
‘Duası Makbul Kimseler’
Faruk Beşer’in “Eğer duası makbul birisi ise…” sözüyle, sevâd-ı azamın bu husustaki kabullerine atıf yaptığı anlaşılmaktadır. “Duası makbul birisi” ne demektir? Duası makbul özel bir zümre mi vardır? Müminler birbirlerine de dua ederler tabi ki ama kişinin duası öncelikle kendisi için geçerlidir. Duamızın makbul olmasının ölçüleri de tamamen Allah katındadır. Bakara suresinin 186. ayeti, Cenabı Allah’ın, kendisine dua eden kulların dualarına icabet ettiğini yani dualarına bir değer verdiğini belirtmektedir. Ama her duanızı kabul ederim buyurmamaktadır. Bir de, duanın kabul olması için öncelikle, kulların da, O’nun duasına (yani çağrısına) icabet etmelerini, kendisine iman etmelerini şart koşmaktadır.
Halk arasında ‘duası makbul’ zat, (Allah dostu) gibi tanımlamalar, ekserunnasın çok sevdiği ama hakikate dair bir şey içermeyen bir avuntudur. Bu anlamda, her peygamberin bir duası vardı, o hakkını dünyada iken kullandı, sadece Muhammed (a.s) ahirete sakladı ve orada ümmeti için dua edecek inancı da, Fetö tarzı paralel din uydurucularının uydurdukları bir yalandır. Konunun gereğinden fazla uzamaması için burada o konunun delillendirmesine girmek istemiyorum.
Kur’an ve Şefaat
Faruk Bey yer yer hakkı teslim ediyor. Mesela Kur’an’da bir meselenin konu bütünlüğü içinde ele alınması gerektiğini kabul ediyor. “Şefaatle ilgili ayetlere bakıldığında genellikle şefaatin olmayacağı, ona güvenilmemesi gerektiği vurgusunun öne çıktığını görürüz” diyor. Bu ayetlerin muhataplarının “çoğu kâfirler ya da müşrikler” olduğunu da teslim ediyor. “Çünkü onlar putlarının kendilerine şefaat edecekleri ve bu şefaatle kurtulacakları kanaatinde idiler” diyor. “Kuranıkerim onların bu kanaatlerini yıktı. Ancak dediğimiz gibi, bugün Müslümanlar arasında da onlarınkine benzer bir şefaat israfının olduğunu da kabul etmek zorundayız.” sözleriyle bir nevi itirafta da bulunuyor.
Faruk Beşer, “Kuranıkerim’in söylediği şudur” dedikten sonra, gerçekten de Kur’an’ın şefaat hususundaki emirlerini özetleyen şu tespitleri yapıyor:
“Allah’ın dilemesi dışında hiç kimsenin şefaat hakkı yoktur, kimse filancanın şefaatiyle kurtulacağı ümidine kapılmasın, herkes kendisini kurtarmaya baksın. Hatta hiç kimse kendisini şefaat edebileceklerdenmiş gibi göstermesin, bu çok daha büyük bir saygısızlıktır.”
Ardından ise Beşer, Peygamber (a.s)’ın “peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin, hatta herkesin kendi derecesine göre her müminin şefaat edebileceğini de haber ver”diğini ileri sürerek, önceki sözlerini zayi ediyor. İsra Suresi’nin 79. ayeti ile Duha Suresi’nin, “Allah sana ileride razı olacağın kadar verecektir” ayetini şefaat makamı olarak yorumluyor ve bu kabulünü de yine “bütün büyük müfessirler”e sığınarak tescilliyor.
“Peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin, hatta herkesin kendi derecesine göre her müminin şefaat edebileceğini” haber verdiğini, zanni bir habere (haber-i vahid) dayanarak Rasulullah’a atfetmek için biraz korkmak gerekmez mi? Rasulullah’a yalan bir sözü isnad etmek ne büyük cesarettir!
Sayın Beşer bir kere daha hakikatin kıyısına yaklaşıyor ve şöyle diyor: “Meselenin özü şudur: Müşrikler putlarının kendilerine şefaat edip onları kurtaracağına inanıyorlardı. Ayeti kerimeler bunun batıl bir inanış olduğunu söylüyor. Müminlerin fıtratında da böyle bir meyil vardır, onlar da kurtuluşu birilerinin şefaatine bağlayabilirler. Bu sebeple Allah onları da müşrikler gibi inanmamaları konusunda uyarıyor.”
İşte meselenin özü gerçekten de budur. Kur’an’ın bu meseledeki sözünün özetle şu olduğuna inanıyorum: Kur’an şefaati tamamen bir müşrik inancı olarak ele alıyor ve doğal olarak reddediyor. Şefaat akidesi ulûhiyet/rububiyet meselesiyle doğrudan alakalıdır. İlah kim, mülkün sahibi kim ise, şefaat de bütünüyle O’na aittir. Allah’ın dışında hiç kimsenin O’nun katında gözyaşı dökerek, yüzsuyu dökerek veya alnını yere koyarak, birilerini affettirme girişimi olmaz/olamaz. Bu akide Kur’an’da sadece reddetme makamında yer bulur kendine. Bakara suresinin 254. ayeti kerimesinde hitap müşriklere değil, doğrudan doğruya müminleredir. Müminler, alış-veriş, dostluk (kayırma= hulle) ve şefaatin asla geçerli olmadığı bir gün gelmeden önce, ellerindeki rızıklardan infak etmeye çağrılmaktadırlar. Faruk Beşer’in işaret ettiği gibi, şefaat meselesini müzakere etmek isteyen herkes, Kur’an’ın 25 şefaat ayetini bir bütünlük içinde okumaları gerekir.
Eğer Kur’an ayetleri başka bir şey söylemiş olsalardı, Kur’an’ın herhangi bir ayetinde, şefaat yetkisi verilecek kimselere dair bir açıklama yapılması gerekirdi.
Esasen şefaat kelimesinin geçtiği 25 ayetten ziyade, öncelikle şefaatin Kur’an’ın geri kalan ayetlerinde aranması gerektiğine inanmaktayım. Bu manada Fatiha suresi bile tek başına şefaat denilen müşrik akidesini tarumar etmeye tek başına yeterlidir. Şefaati uydurma sözlerle, âlimlerin ve âkillerin ictihatlarıyla, sevad-ı azamla açıklamaya çalışan kimseler, bu inanışla, Allah’ın malik-i yevmi’d-dîn oluşunu kesinlikle açıklayamazlar. Allah din gününün tek sahibi ise, o gün ortaya çıkacağı var sayılan bunca ortak (şefî) neyin nesidir?
Şefaat ve Protestanlık
İslam’ın doğru anlaşılması hususunda, sevad-ı azamdan farklılık arzeden her düşünceyi ya müsteşriklere ya Siyonizme, ya da Protestanlığa v.b. bağlamak bir arızadır. Eskiden Bolşevizme bağlamak moda idi! Bu modada Alman ve Amerikan etkisi belirleyici idi. (Bu hususta bkz. Ian Johnson, Münih’te Bir Cami, Mikado yay. İst-2012).
Eğer İslam’da şefaat inanışı yoktur demek Protestanlık ise, o halde Protestanlığın iyi bir şey olduğuna hükmetmeliyiz! Oysa şefaati reddeden Protestanlık değil, Tevrat’tır, İncil’dir ve Kur’an’dır. Protestanlık sekülerliğin, Din’in etkisinin sadece mabedle sınırlanıp, hayata karışmaması gerektiğini savunmanın referansı olabilir. Ama hayatın en yakıcı tenakuzlarındandır ki, Sayın Faruk Beşer, İslam’ı Protestanlaştıran siyasi hareketlere hiç söz etmemiştir. İslam’ı Protestanlaştıran fitne şebekelerine (FETÖ), Abant konsillerine bir tek taş bile atmamıştır. İslam için batı-Ameriken demokrasisini değil de, sadece bolşevizmi tehlike gösteren Said Nursi’ye bir çift söz söylememiştir. Şimdi Kur’an’ın en vazıh hükümlerinden birini, Allah’ın şefaatçi diye bir ortak edinmediği inancını Protestanlığa bağlayarak bütün bu sorumluluklarından kurtuluveriyor…
Son Söz
Müslümanlar hiçbir meselelerini sloganlarla, birbirlerine yönelik tahkir ve tezyiflerle çözemezler. Allah bize Kur’an gibi bir kitap göndermiştir. O kitabın hayata ikame edilmesine sünnet demekteyiz. Bizim bilgi kaynağımız Kitap ve sünnettir. Sünnetle hadisi karıştırıp, tıpkı Îsa (a.s)’ın söylediği gibi (Maide, 116), Rasulullah (a.s)’ın kendisinden 100-200-300 sene sonra onun adına üretilen sözlere dayalı bir kültürü insanlara ‘sünnettir’ diye dayatmak ilim değildir. İsa (a.s) kendisinden sonra kendisini tanrılaştıranlardan nasıl münezzeh ise, Muhammed (sav) de, onun adına üretilmiş, hakla batılın karıştırıldığı bir kültürden münezzehtir. Onun Dini Kur’an’dı. Bizim akidemizi kesin olarak Kur’an belirler. Kur’an varken, onlarca ya da yüzlerce hadise dayanarak akide oluşturmak, İslam dediğimiz o ezeli ve ebedi hakikatin bünyesine uyum sağlamaz. Hep birlikte Kur’an’a yönelmek, Rasulullah (sav)’in o yüce kitabı nasıl anladığını ve hayata nasıl aktardığını araştırmak gerçek ilimdir.
Doğruyu bilen sadece Allah’tır.