Marmara Ün. İletişim Fakültesi öğretim üyesi ve Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Ergün Yıldırım gazete köşesinde ‘FETÖ Yapısını doğru tanımlamak: Cemaatten darbeciliğe’ başlıklı bir yazı yayınladı. (Yeni Şafak, 15 Ocak 2020). Yazıda özet olarak 2011 yılında yayınladığı Ak Parti ve Cemaat isimli kitabında (Hayat yayın grubu, İstanbul-2011, 350 s.) Fetö’yü nasıl da ona hiç sempati duymadan, “zahiri boyutuyla” ele almışlığını anlatıyor. Yazarın iddiası o ki, F. Gülen yapısını “daha çok toplumda durarak ve toplum için taşıdığı anlama odaklanarak” ve bir sosyolog olarak zahirî, nesnel ve fenomen olan ne ise onu yazmış. Yazar kitabını kaleme alırken gerçekten Fetö’nün toplum için taşıdığı anlama mı odaklanmış, yoksa Fetö’nün kendisi için taşıdığı anlama mı odaklanmış, birazdan göreceğiz.
Ergün Yıldırım “Ama hiçbir zaman Hocaefendi gibi bir ifade de kullanmıyorum ve hiçbir zaman da kullanmadım!” cümlesiyle, Fethullah’tan beri olduğuna bizi temin ediyor. Durup dururken, “Bir akademisyen olarak ne istihbaratla ne de devletin örtük yönleriyle işim oldu” diye bir söz sarf etmesine de anlam veremedim. Yıldırım gazete yazısında “Gülen yapısı devletin de desteği ile önce cemaat olarak yapılanıyor ve daha sonra teröre dönüyor” diyor. Diyor da, bu demesi şu sorunu çözmeye yetmiyor: Bu cümleyi 15 Temmuz 2016’dan sonra, mektep-medrese görmemiş 90’lık bir nine dahi kuruyor. Acaba E. Yıldırım Fetö hakkında, 15 Ocak 2020’de yaptığı bu tespiti, kitabı yazdığı 2011 gibi -Fetö’yü çözme işinde- geç bir tarihte neden yapmamıştır? Yapmamasının kabul edilebilir izahı olabilir ama bizi neden şimdilerde Fethullah’a Hocaefendi bile demeyecek kadar bu yapıya mesafeli olduğuna inandırmaya çalışmaktadır?
Önce şu hususu netleştirelim: Ergün Yıldırım Ak Parti ve Cemaat isimli kitabında Fetö’yü, iddia ettiği gibi “toplum içinde taşıdığı anlam” açısından değil, kendisi için taşıdığı anlam açısından yazmış. Bunu şuradan anlıyoruz ki, en başta Fetö’nün fikir babası Said Nursi’ye olan takdirlerini hiç esirgememekte, Fetö’nün Nisale-i Nur orijinli olduğunu, bu sebeple hem kitabî, hem de halk İslam’ını birlikte temsil ettiğini belirtmektedir. Kitapta Said Nursi ve risalelerle ilgili herhangi bir eleştiriye rastlanmamaktadır. Bilakis risaleler ve müellifi (daha doğrusu mütercimi!) sürekli olumlanmaktadır. Risale-i Nur Müslümanlığı Müslümanlığın yeni bir strateji üzerinde tesis edilmesinin yolu olarak nitelendirilmektedir. Risale-i Nur ‘kitap’ aracılığıyla keşfedilen bir aydınlanma yoludur diyen yazar şunu ekliyor: Hareketin adı bile aydınlanmadır: Risale-i Nur. Her aydınlanma bir mağara metaforu ile başlar; Nursi’nin aydınlanması Van’daki mağarada başlamıştır!
Bir akademisyen olarak Ergün Yıldırım, paralel bir din oluşturma projesinde Fetö ile Said Nursi arasındaki halef-selef ilişkisinden bahsedebilir; aydınlanması bir mağarada başlayan Said Nursi’den ilk etkileri alan Gülen üzerinde risalelerin yaptığı tahribata eğilebilirdi. Hiç değilse ‘Bedîüzzaman’ ismindeki şatahata olsun dikkat çekebilirdi. Nursi’nin Hristiyan batıya olan tabasbusundan, zehirli diyalog söylemlerinden, Fethullah’ın mistik hezeyanlarının hemen tamamının önce Nursi’nin, o, ismi bile aydınlanma olan risalelerinden devşirildiğini, bu bakımdan şakirt alabildiğine telin edilirken hocanın neden bu kadar takdis edildiğine dair bir açıklama yapabilirdi. Nursi’nin misyonerler, Hristiyan ruhaniler ve nurcuları “aman çok dikkat etmeleri elzemdir” uyarısıyla şimal cereyanının İslam ve misyonerlerin ittifakını bozma tehlikesine karşı uyarmasına bir tek kelimelik olsun söz söyleyebilirdi. Nurculuk geleneğinin Papa’lara olan ilgisinin Said Nursi ile başladığına, Nursi’nin Papa’ya hangi sıfatla ve ne maksatla mektup yazdığına değinebilirdi ama nafile.
Türkiye’de Said Nursi’ye eleştirel bakılabilmesi için belli ki, bir ’15 Temmuz’ vak’asının da Nursi ve risaleleri dolayımında vuku bulmasını beklememiz gerekecektir…
Prof. Yıldırım bugün Fetö dediği yapıyı o gün “toplum içinde taşıdığı anlam” bakımından(!) şu cümlelerle anlatıyor:
“Gülen hareketi baskılardan korunarak daha fazla kamusal temsil imkanlarına ulaşmıştır.” Cemaatin bir medya grubuna sahip olmasından sitayişle bahseden yazar Gülen hareketini (Castell’den aldığı temsille) bir ‘ağ toplumu’ olarak tanımlıyor. Bu ‘ağ’ vasıtasıyla cemaate yönelen baskı ve dışlayıcı mekanizmalar daha kolay bertaraf edilmiştir. Gülen, cemaatini cemaatten harekete dönüştürmüştür.
“Gülen’in söylemi Özal’ın ve Ak Parti’nin Türkiye’ye çizdiği yol haritası ile büyük bir örtüşme içindedir. Cemaat devletle uzlaşan, ana sağ siyasal damar içinde konumlanan ve sivil alanda eğitim faaliyetlerini yürüten harekettir. Ehli sünnet anlayışının çatışmacı tezden uzak duran tutumuna dayanarak hareket etmektedir.”
Prof. Yıldırım 2011 yılında Cemaatin siyasetle ilişkisini şu şekilde algılamış: Devleti eleştirmek, reddetmek, meydan okumak gibi tüm çatışmacı/dışlayıcı tutumlardan uzak durmayı içeren, uzlaşmacı bir tavır. “Cemaat sivil toplumun devlet üzerinde baskı grubu olma özelliğini ortaya koymaktadır. Siyasal alanı ele geçirmeden öte, söz konusu alanın baskıcı, müdahaleci ve din karşıtı yönlerine etkide bulunarak kendi varlığını sürdürme refleksiyle hareket etmektedir.”
Yazar devam ediyor: Gülen cemaati ve Ak Parti aynı tarihsel koşullardan ve aynı sosyolojik dinamiklerden gelmektedir. Devleti kurmak ve devleti ele geçirmek amacından öte devleti değiştirmek çabası içinde olduğu söylenebilir. Devletteki yanlış uygulamalardan dolayı devlete meydan okunmaz, bunun yerine yanlış kadrolar ve ideolojilerle mücadele edilir. [Demek ki Fetö 15 Temmuz’da iş bu ‘yanlış kadrolarla’ mücadele etmiş!] Bu yaklaşım Gülen Cemaatinin de içinde bulunduğu ve varlığını üzerinde kurduğu Ehli Sünnet Müslümanlık tecrübesinden gelmektedir.
“Ancak Türkiye, toplumu aydınlatacak, sorunlarına çözüm getirecek ve belli etik değerlerle topluma örnek olacak elit arayışını sürdürdü. Gülen Hareketi bu arayışa cevap veren bir olgu olarak yükseldi.”
Yıldırım’ın Fetö’ye beslediği ılımlı duygular bilhassa Altın Nesil ve Işık Evler’i değerlendiren sözcüklerine yansımaktadır: “Fetullah Gülen altın nesil yaklaşımıyla Türkiye’de yaşanan aydın sorununa çözüm bulmak amacıyla, kendi bakış açısıyla geliştirdiği bir proje önerdi. Aslında Altın Nesil, Akif’in idealize ettiği nesil arayışının bir devamıydı ve bunun pratiğe dökülme çabasıdır. Zaten Gülen de Akif’in izinde giden bir şahsiyettir. [Akif, Özel Harp Dairesinde görevli bir mehdi fosili ile kıyaslanıyor!] … Gülen, Altın Nesil projesi aracılığıyla Türkiye’nin toplumsal sorunlarını aşacak şahsiyetlerin yetişmesini amaçlamaktadır. Burada ahlak ve bilim ile donanarak hareket eden bir elit felsefesi oldukça ağır basmaktadır.” Altın Nesil bir kuşak ütopyasıdır ve eğitim faaliyetlerinde yürütülen ‘hizmetler’le bir realiteye dönüşür. [Gülenin yazılarında Altın Nesil kelimeleri küçük harfle, Yıldırım’ın yazılarında büyük harfle başlamaktadır]
“Işık evleri, altın neslin yetiştiği sivil mekanlardır. Çünkü bütün formel biçimlerden uzak, cemaatçi ortamın sıcak kardeşlik ağları olarak var olmaktadırlar. Burada zaman, okuma, ibadet, fedakârlık ve paylaşma gibi faaliyet ve değerler birlikte yaşanılır. Yaşanarak öğrenilir.” (Bu ve sonraki üç paragrafı yazar F. Gülen’in Sızıntı’daki yazısından iktibas etmiş olup, kendisi hiçbir karşıt görüş belirtmemiş yani takrir etmiştir).
“Işık evler, ışık süvarilerinin kışlaları, hak erlerinin halvethane ve zaviyeleri, gözlerini ilim ve marifetle açıp-kapayan kudsîlerin vâridat iklimleridir. Tadını, havasını, rengini, rayihasını ötelerden alan ışık evler, dünyada, ukbâ yamaçlarına kurulmuş ve fizik-ötesi alemlerin rasathaneleri gibidirler.”
“…Bu evlerde imanı, ibadeti, duayı, zikri, fikri, uhuvveti, vefayı ötelere ait derinlikleri ile duyup-yaşama bahtiyarlığına erenler… toplanırken talim ve terbiye için toplanırlar; dağılırken de bu kışla ve bu mektepte elde ettikleri temiz duygu, nezih düşünce, güzel ahlak, imanlı fazilet ve Yaradan’la irtibatlarının mükafatını almak için dağılırlar…”
“Işık evler gelmiş-geçmiş mukaddes binaların en velûdu, en doğurganıdır; oralarda ışığa uyanan herkes, hemen karanlıkla hesaplaşmaya geçer… ona karşı kıyam eder ve bu duygusunu da her yerde bir mum yakmak suretiyle hayata aktarır.”
“Işık evler ve ışık evlerin derinliklerinde kendilerini huzura, sükunete ve itminana salmış bu gönül erleri, o aydınlık dünyalarda hep Hızır’a ait nağmeler dinlemiş [Belli ki Hızır Fetö’nün kulağına darbe nağmeleri terennüm etmiş!] ve Cibril soluklarıyla yay gibi gerilmişlerdir. [Cibril de darbe için mi gerilmiş?] Onlar zamanın sükûtlarla dolu, bunaltıcı ve hummalı günleri altında bile, ruhi rabıtaları sımsıkı, arzu ve emelleri dipdiri, iradeleri de çelik gibi öyle yiğitlerdir. …”
“Altın Nesil, gelenek ve dinle barışık modernleşmenin sözcülüğünü yapmaktadır.”
Işık Evleri Darul Erkam’mış:
“Işık evleri genç nesiller için bir Daru’l-Erkam olarak adlandırılmaktadır. … Nitekim Gülen bunu şöyle ifade etmektedir: İslam bir ahlak ve kimliktir; bu, çocukluk döneminde yerleştirilmelidir. Böylece aile, özel alanda, İslam pratiğine sokulmalıdır. Türkiye’de bizim sistem ışık evleridir; ve umarım onlar her bir genç şahsın İslamî ideallerle kendi çevrelerini aydınlatmaya ve birlikte yaşayarak kendi şahsiyetlerini kurmalarına yardımcı olur.”
Işık evleri tasavvuftaki insan-ı kâmil modeline benzer. Onlara ‘kara sevdalılar’, ‘adanmış ruhlar’ ve gönüllüler’ tabir edilir. Gülen’in ‘gönül insanı Portresi’ bu ‘insan-ı kamiller’i anlatır:
“Ama payeler, makamlar, mansıplar yoktur mesleğimizde. Hepimiz neferiz, elimizden geldiğince dinimize ve milletimize hizmet ediyoruz ve durumumuzdan da hiç müşteki değiliz.”
Sonra hoşgörü, barış, dinler arası diyalog söylem ve faaliyetlerine sıra geliyor. Gülen’in Dünya Dinleri Parlamentosuna gönderdiği tebliğ metnine değiniliyor. Gülen’in ideallerinden biri de Harran’da bir ilahiyat üniversitesi kurarak, üç dinin ihtiyaçlarına cevap verecek geniş bir müfredat programını uygulayabilmektir. [Fetö’nün, kendi ülkesine karşı misyonerlik yapmaktan başka bir anlamı olmayan bunun gibi çabalarını o günlerde sadece E. Yıldırım değil, akademik camianın ekserisi sessizlikle geçirmiş, ‘hak’sızlık karşısında ekseriyet susmuştu] Gülen’in kuzu postuna bürünmüş bir kurt maskesiyle, küresel kurtlar sofrasında İslam’la terörü aynılaştırma amacı güden tuzaklar üzerinden, Müslümanları eleştiri oklarının hedefine oturtması, Müslümanları terörist olarak damgalaması meşhurdur. Bu eleştiriler Müslümanları (gerçekte İslam’ı) terör töhmetinden tenzih etmek maksadına değil, ABD ve İsrail’in işlerini kolaylaştırma amacına yönelikti. Yıldırım’ın kitabında Gülen’in bu tür çıkışları da herhangi bir tenkide tabi tutulmamaktadır.
Ak Parti ve Cemaat kitabında sessizlikle geçiştirilen konulardan biri de Gülen’in 1998 yılında Papa II. John Paul’le görüşmesidir. Gülen’in Papa’ya bizzat takdim ettiği mektupla, “emr ü hizmetinize âmadeyim!” mesajını verdiği bu görüşme o günkü sözde İslamcı kesimde hak ettiği eleştiriyi almadı. E. Yıldırım ise kitabında bu görüşmeyi eleştirmek şöyle dursun, “bu bağlamda önemli bir tarihsel örneklik de oluşturan pratik” olarak lanse etmektedir.
Gülen ABD’ne görevi icabı götürülmemiş, hicret etmiş:
ABD istihbaratıyla ilişkisini bizzat kendi gazetesindeki röportajında açıkça ifşa eden bir adamın, kendi ipini elinde tutan küresel şebeke tarafından ABD’ne kaçırılması ‘tehcir’ olarak adlandırılmaktadır: “Gülen, Hz. Peygamber’in hicret esnasında mağarada üç gün kalması ile kendisinin, cemiyet içinde sindirilerek tehcir edildiği dönemler arasındaki benzerliğe dikkat çekmektedir. … Gerçekten çeşitli takibatlar, hapisler ve mahkemelerle karşı karşıya gelen Gülen, kendi ifadesiyle ‘tehcir edildiği dönemler’den geçmiştir. En son buna bağlı olarak ABD’ye gitmek zorunda kalarak bunu somut hayatında yaşamıştır.”
Gülen’in tehcirinden adeta bir havari icat ediliyor:
“Fethullah Gülen’in kişisel yaşamı da hicretin süreklilik taşıyan ruhunu yansıtmaktadır. Erzurum’dan Edirne’ye oradan İzmir, İstanbul ve son olarak ABD’ye varan bir biyografi, hicretin hizmet olarak varoluşunu anlatmaktadır. Önce Anadolu’da yaşanan hicret, daha sonra dünya üzerinde sürmeye devam etmektedir.” Sosyoloji Profesörü belli ki Komünizmle mücadele dernekleri, Yaşar Tunagür, Kasım Gülek, CIA-FBI-Gülen ilişkisi, Özel Harp Dairesi-Gülen ilişkisi üzerine hiçbir şey duymamış, görmemiş, bilmemiştir. Ama Fethullah Gülen üzerinde uzman gibi yazmaktadır. Gülen’le Bekir Berk’in istihbaratçı olarak nurcular içerisinde görevlendirildiğinden ancak 2020 14 Ocak tarihinde kendi gazetesinde çıkan habere istinaden bahsedebilmektedir.
Fetö’nün Siyasi Ayağının Yargılanması
Köşe yazısındaki beyanına göre Ergün Yıldırım’ın en büyük kaygısı bakın neymiş: Eğer Fetö ile mücadele ederken bütün geçmişi Fetö diye okursak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlarını, Başbakanları, bakanları ve müsteşarları da yargılamak durumunda kalabilirmişiz! Zaten sol Kemalizm’in istediği de buymuş! [Belli ki sağ Kemalizm’in istediği başka bir şeydir!] Bütün sağı, dindarları ve İslamcıları devletten tasfiye etmek istiyorlarmış! Fetö’nün siyasi ayağı derken bunun peşindelermiş!
Demek ki Ergün Yıldırım kendisini değil, Cumhurbaşkanlarını, başbakanları, bakanları ve müsteşarları kaygı etmektedir. Kendisi için değil, andığı (sağ Kemalist) makamların sahipleri adına endişe etmektedir! Demek ki cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve müsteşarların yargılanmaması için Fetö’nün siyasi ayağını kurcalama işini bir yerlerde durdurmak, belki de davanın gidişatına şöyle küçük bir ‘ayar’ vermek gerekmektedir!
Ergün Yıldırım köşe yazısında neden kendini bu kadar aklama gereği duymaktadır? Her şeyi bilen ve hiç yanılmayan sadece Allah’tır. Pek çok kişi gibi Yıldırım da Fetö’nün iç yüzünü ve siyasi hedeflerini kavramamış, paralel bir din oluşturmasını çömememiş olabilir. Böyle bir mütevazilik yerine, mesela Fethullah’a hiçbir zaman ‘hocaefendi’ ifadesini kullanmıyorum, kullanmadım iddiasında bulunması yakışık almamış. Çünkü o ifadeyi -bir defa da olsa- kullanmıştır. Şu var ki biz yazarın ‘hocaefendi’ deyip demediği, dediyse kaç kere dediği gibi saçma bir sayım peşinde değiliz. Biz bunun da ötesinde, bazı dar geçitlerde hakikatin üzerinin ustalıklı olarak örtülmek istendiğini anlatmaya çalışıyoruz. Ak Parti ve Cemaat kitabında Fethullah Gülen ve oynadığı oyunlar hakkında kullanılan olumlayıcı, tasvipkar / ılımlı dil, yazarın ‘hocaefendi’ demesinden çok daha ciddi bir katkıdır, Gülen’e katkı. Kitapta Gülen ve cemaatine hiçbir eleştiri getirilmemekte, baştan sona ‘katılımcı’ bir üslupla konu işlenmektedir. Mesela şu satırlar gibi:
“Kolejlerin açılması ve bu kolejler etrafında bilgi üretiminin ve kazanımının önemsenmesi bunu göstermektedir. Yüzlerce okul, dershane, kolejler ve onlarca üniversite ve araştırma merkezlerinin temelinde örgütlenen hareket, bilgiyi odak noktasına koymaktadır. Bu çabası bilgi toplumu dinamiğiyle örtüştüğü için toplumsal karşılığı bulunmaktadır. Harekete katılan kişilerin başını öğrenciler ve öğretmenler çekmesi de bu açıdan önem taşımaktadır. Gülen’in kendisi de bir lider olarak öğretmendir, hocadır; bir diğer ifadeyle Hocafendi. [Vurgu bana ait. MD] Gülen öğretmen, hoca, hocaefendi olarak tazim edilmektedir; geriye, söylenmedik sıfat olarak sadece ‘kâinat imamı’ kalıyor herhalde.
Yıldırım’ın Gülen yapısını ‘hareket’ olarak isimlendirmesi bile yapıyı olumlamaktır. Aksi takdirde 15 Temmuz sonrasında Gülen Hareketi denmeyip de, terör örgütü, ‘Paralel Devlet Yapılanması’ denmesinin bir anlamı kalmazdı.
Fetö denilen yapı 15 Temmuz’da yaptığı darbe girişimi ile bir şeylere zarar verdi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti darbe vesilesiyle bütün kurumlarıyla örgütün üzerine gitmekte, mensuplarını ayıklamaya çalışıyor görünmektedir. Fakat Fetö’nün İslam’a tam anlamıyla paralel bir din oluşturma diye özetleyebileceğimiz fitnesi, diyalog-hoşgörü adı altında İslam’ı bugünün Siyonist-haçlı ittifakının emrine verme fitne ve fesadı konusunda devlet şöyle dursun, akademi camiasında, resmi olmayan ilim ve entelektüel camiada da hemen hiçbir ciddi analizin ve tenkidin konusu yapılmamaktadır. Bir bilim adamı bunun kaygısını çekmek yerine, Cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar ve müsteşarların yargılanmasının korkusuna kapılmış bulunmaktadır. Bir fiili sıradan insanlar işlerse suç, nüfuzlular işlerse, bekâ meselesi… Toplumları bitiren sosyal yasalardan biri de budur diye biliyorum.
Oysa Cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve müsteşar da olsa her kimin vermesi gereken bir hesabı varsa mutlaka vermelidir. Aksi takdirde Hz. Ömer’den başlayarak, Fatih Sultan Mehmet’le devam eden, adaletin karşısında devlet başkanıyla sıradan bir çobanın aynı düzlemde olduğunu anlatmaya yönelik vaazlar laf ü güzafa dönüşür. Bugün İslamî adalet mefhumuna tekabül edecek bir yargılama hiçbir alanda beklenemez fakat Allah’ın ruhbanlıkla ilgili buyruğunda olduğu gibi, mevcut sistemin yargı düzeninde dahi yargılanmaktan esirgenen makam sahiplerini acaba Allah katında kim esirgeyip, koruyup-kollayacaktır?
İktibas Dergisi Şubat Sayısı / M. Ali Durmuş