Anadolu bozkırında, Kırşehir’in Mucur’unda 23 Ocak 1938’de, PTT memuru M. Ali Bey’le, ev hanımı Hüsniye Hanım’ın ikinci çocuğu olarak hayata ses verdi. Onun da yaşanası bir serencamı vardı elbet…
İlkokulu Mucur’da, ortaokulu Kayseri’de okudu. Liseyi Kayseri’de başlayıp Kırşehir’de tamamladı. Okul dışında spor ve folklorla ilgilendi, okul tiyatrosunda oynadı. Koleksiyonculuğu severdi. Kültürel hayata her zaman ilgi duymuştur.
Ne kadar ‘bozkır’ olsa da Mucur, bağ ve bahçeleriyle yaz tatillerinde onu toprağa/aslına/hayata bağlayan en önemli etmen olmuştur.
Felçli annesi onu, annesiz hayatın kollarına genç yaşta (1957) tevdi etti.
1959’da bir sene İstanbul’da Türk Hava Yolları’nda çalıştı. Ardından, yarıda bıraktığı Ankara Hukuk Fakültesine devam etti.
Adnan Menderes’in Mucur’a gelmesini fırsat bilerek ondan, Mucur’a bir Halk Kütüphanesi açılmasını talep etti, talebi yerine getirildi.
Türk Ocağı’na takıldı. Öğrencilik yıllarında bir süre Millet Partisi genel merkezinde maaşlı olarak çalıştı.
25 Mart 1963 tarihinde evlendiği, Ankara Dil Tarih Coğrafya fakültesi öğrencisi Mukaddes Taner (Özkan) Hanım’ı aslında lise yıllarından tanıyordu. Sıhhiye’de Haber Ajansını çalıştırmak için kiraladığı bahçeli, bakımsız ev, Mukaddes Hanım elleriyle artık yeni yuvaları oluvermişti.
60’lı yılların başları onun farklı arayışlar içine girdiği, arayışlarını derinleştirdiği önemli bir dönüm noktasıdır. İslam’ın siyasallaşmasını istiyordu. Bu amaçla, tanınmış kim varsa gidip görüşmeye çalışıyordu. Devrin ilim adamlarından Ömer Nasuhi Bilmen’le görüşmüş, ondan, “Evladım sen hukuk fakültesi öğrencisiymişsin, ağzın da iyi laf yapıyor, senden iyi bir avukat olur” şeklindeki, baştan savmacı sözlerini, “elime bir elma şekeri tutturdu ve başından savdı” diye özetlerdi.
Askerliğin bir kısmını öğretmen olarak Uşak’ın Karahallı köyünde, bir kısmını da Mamak Köstence ilkokulunda yaptı.
1960’lı yıllarda Hizbuttahrir’le tanışır. Onların fikirlerini benimser, toplantılarına katılır. Artık iyice siyasallaşmıştır. Arkadaşlarıyla hazırladıkları beyannameleri bastırıp, zamanın başbakanı S. Demirel’e, bazı devlet adamlarına ve milletvekillerine postalarlar. Elden bildiri dağıtmak adeta günlük hayatlarının bir parçası olur. Bildiriler İnönü’ye kadar ulaşmıştır. Arkadaşlarıyla birlikte, Hilafeti kurmanın farz olduğuna inanmaktadırlar. Kâfirlerin hükümleriyle hükmedilmesi İslam’a aykırıdır görüşündedirler. Bu arada İçişleri Bakanlığı ve Emniyet teşkilatı alarma geçmiş, bu işleri yapanların adreslerini tespit etmekte, evleri basıp arama-tarama yapmaktadır. 10 Nisan 1967 günü siyasî polis eve gelir, arama yapar. Ama Özkan o gün evde yoktur. 10 Nisan’dan 4 Ağustos’a kadar yaklaşık dört ay evine uğramaz. Bu, hayatının ilk kaçaklık günleridir.
Sol basın bir yana, sağ basından (Tercüman) Ahmet Kabaklı gibi isimler Ercümend Özkan’a ‘Kızıl Komünist’ yaftasını büyük bir özenle yapıştırmışlardır. Özkan, “muhterem Türk halkının” imanını ezmeye kalkışan biridir…
O günlerde Necip Fazıl’ı İstanbul’dan uçakla Ankara’ya getirtmeleri, bir taksiden bir taksiye bindirirken, -olacak bu ya!- taksicilerin de hep tanıdık çıkmaları, Necip Fazıl üzerinde, örgütçülüklerine dair -haksız da olmayan- olağanüstü bir etki yapar. Kendisiyle görüşürler. Necip Fazıl özet olarak, bu davaya nefer olmayı kabul ettiğini söyler ama ilişkinin devamı sağlıklı gelişmez.
Bu arada evine gizli-saklı gidip gelmektedir; çok sevdiği çocuklarıyla bağını kesmemeye çalışmaktadır. Ev aramaları, tevkifler de hız kesmemiştir.
Ve belki beklenen, belki korkulan gün gelip çatmıştır… Bir gün siyasî polis, bu yolun yolcularının ‘altın bileziği’ demek olan kelepçeyi bir şekilde kollarına geçirecektir… Ercümend Bey’in o günü, 1967 yılının 4 Ağustos’udur. Yer: Verimli matbaası.
Sorgu esnasında asla takiyye yapmamıştır. Çünkü zaten bu yönteme hiçbir zaman inanmamıştır. Özkan için de, yardımın sadece Allah’tan isteneceğinin ispat günü işte o gündü. Bir haftalık gözaltından sonra tutuklanıp Ankara cezaevine konulur. Polis, Özkan’dan başka bilgiler almanın peşindedir. Ne gibi? Mesela şunun gibi: bilahare Diyanet İşleri Başkanı olan Dr. Lütfi Doğan gelmiş, cezaevinde Ercümend Bey’le görüştürülmüştür! Lütfi Doğan Özkan’a, dışarıda iken kendisinin kıymetini bilemediklerini filan söylemekte, dışarıda başka kimler varsa söylemesini, onlarla irtibat kurup çalışmak istediklerini belirtmektedir… Özkan ise treni kaçırdıklarını, dışarıda kimse kalmadığını söyleyerek, görüşmeyi hemen orada bitirmiştir.
Cezaevinde Savcıdan, yazı yazmak istediğini belirterek daktilosunun getirilmesini talep eder. Savcı ise, zaten fikirlerini başkalarına yaymayasın diye tevkif ettik diyerek, talebini geri çevirir.
Özkan hazır cevaplılığını her yer ve zamanda sürdürmüştür. Cezaevine bir gün bir Yahova Şahidi Papaz gelmiş, misyonerlik faaliyeti yapmaktadır. Bir ara, cezaevini gezmekte olan savcının karşısına çıkar, savcıya Hristiyanlık anlatmaktadır. Savcı, “Git be adam, gül gibi dinimiz dururken Hristiyan mı olalım şimdi?” diyerek papazı tersler. Özkan fırsatı kaçırmaz, savcıya, “Dinimizin gül gibi olduğunu söyleyenleri de içeri tıkıyorsunuz!” cevabını yapıştırır. Savcı bir şey demeden uzaklaşır.
Yargılama birinci ağır ceza mahkemesinde 13 ay sürer. Mahkeme heyetine “101 yıl ömrüm olsa siz de 100 yıl ceza verseniz kalan bir yılda yine bu iş için çalışacağım!” demesi işte bu günlerdedir. Ve karar: 4 yıl ağır hapis, ömür boyu kamu hizmetlerinden men, 2 sene Bingöl’de zorunlu ikamet! Özkan bu ağır cezayı, mahkeme heyeti karar odasına geçtiğinde arka kapıdan gelen beş kişilik MİT heyetinin tesirine bağlamaktadır.
Ankara cezaevinden Ankara Çamlıdere cezaevine, oradan kendi isteği ile Mucur cezaevine nakledilir. 9 Mart 1969 tarihinde ise, kendisini zorlu günlerin beklediği Adana cezaevine götürülür. Son olarak ise, İmroz yarı açık cezaevine gönderilir. Burada bazı ziraî işlerde çalışma fırsatı bulur.
‘Kara günler’ gelip geçmiş, tahliye günü gelmiştir: 4 Nisan 1970. Şimdi sırada ‘kara günler’in ikinci aşaması vardır: Bingöl’de iki yıl zorunlu ikamet edecektir…
‘Kaderin cilvesi’ mi demek gerekir yoksa Allah’ın yardımı mı: Kendisine bu cezaları veren mahkemenin reisi emekli olmuş, avukat olarak çalışmaktadır. Özkan’a, bir dilekçe yazarak Bingöl ikametini öğrenciliği nedeniyle Ankara’ya aldırmayı talep etmesini önerir. Nitekim öyle olur ve iki yıl Ankara dışına çıkmadan, her gün saat beşte karakolda imza atarak iki yılı öylece tamamlar.
Bu esnada, kardeşine bıraktığı Basın Haber Ajansı’nı Kızılay’da borç-harç devren kiraladığı bir büroya taşır.
Belirli bir süreden sonra Özkan’ın hayatı normale dönmeye başlar. Yine de mesela yurt dışına çıkma yasağı devam etmektedir. Uzun süre, istediği halde hacca gidemez çünkü pasaport vermezler. Artık çok sevdiği çocuklarıyla beraber vakit geçirebilmektedir. Çok okumaktadır. Kendisine 24 saat yetmemektedir.
Bir ara bir siyasî partiden milletvekilliği teklifi alır. İleride 1980 askeri darbesinden sonraki yıllarda Özal döneminde ‘normal’ sivil yönetime geçildiği yıllarda milletvekilliği teklifini bir kere daha alacaktır.
1974 yılında İstanbul’da 40 yıldır çalışmakta olan İnterpress adındaki kupür derleme merkezsini devralır ve Kabataş’ta çalıştırmaya başlar.
1979 İran İslam Devrimi’ni yerinde görüp anlamak için defalarca İran’a gidip gelmiştir; Devrim’e yakın ilgi duymaktadır. Humeyni’nin siyasî basiretine adeta hayrandır.
Yıllardır zihninde tasarladığı İktibas dergisini nihayet 1981 yılı Ocak ayında bir grup arkadaşıyla birlikte yayınlamaya başlar. Dergi dört yıl (1981-1984) 15 günde bir, sonra aylık olarak yayınlanmıştır. İktibas’a ilgi, belki beklediğinin de fevkindeydi. Fakat maalesef Müslümanların para hususundaki kabızlıkları İktibas’ı sıkıntıya sokuyordu. İktibas, kendi deyimiyle Özkan’ın yan gideriydi. Mütemadiyen yazılı uyarılarını sürdürmesine rağmen, birçok okuyucunun ise sanki ‘yan geliri’ idi… Özkan yine de buna aldırış etmiyor, “tek okunsun da…” düşüncesiyle para ödemeyenlerin de dergilerini yollamaya devam ediyordu
1982 yılı Ocak ayında bir kere daha gözaltına alınır. Isparta’da bazı tutuklamalar olmuş, Özkan da konuyla ilişkilendirilmiştir. Sorgulama ve cezaevi süresi 51 gün sürer. 2 Ekim 1985 tarihi ise, Özkan için yine bir sürpriz barındırmaktadır… Bu sefer ‘sorun’, Mehmet Çoban’ın derginin 105. sayısında yayınlanan “Yolumuzdaki Esaslar” başlıklı yazısıdır. Ankara siyasî şube tarafından gözaltına alınır. 14 gün sonra çıkartıldıkları DGM’de Çoban’la birlikte altışar yıl üçer ay ağır hapis cezasına çaptırılırlar. Özkan, derginin sorumlu yazı işleri müdürü olduğu için hapis cezası para cezasına çevrilir. 105. sayı toplatılır.
Derginin mali sıkıntıları had safhadadır.
1987 yılı Ağustos ayı Ercümend Bey için artık yeni bir dönemin başlangıcıdır. Artık ‘altın bilezikleri’nden kurtulmuştur fakat bundan böyle de ilaç kokulu koridorlar ve beyaz önlüklü çalışanlarla tanışıklığı artacaktır. Belirtilen tarihte kısmî bir felç geçirir. Aldığı ilaçların sağlığını bozması nedeniyle iki yıla yakın derginin yayınına ara vermek zorunda kalır. Şeyhlere dil uzattığı için çarpılmıştı Özkan; şeyhlerin kulları öyle diyorlardı. Fakat şeyhlere rağmen, çok sevdiği dergisi İktibas, 1989 Kasım’ında yeniden yayın hayatına dönmüştür…
23 Eylül 1990 günü şiddetli bir ağrı yakalamıştır onu; doktorunun dediğine göre kalp krizi geçirmektedir. Kalp krizi 1993 Mart’ında ikinci kere yoklayacak ama bu sefer hafif geçirecektir. Dokuz ay kadar sonra, 1994 Ocak ayında Ankara Trafik hastanesinde bir ay yatmak zorunda kalacaktır.
23 Ocak 1995 günü bir dizi program için Mukaddes Hanım ve iki kızıyla bismillah diyerek yola çıkarlar. Adana’da bazı dostlarına ziyaretlerde bulunacak, Hatay’da konferans verecek, ardından Mersinde düzenlenen birkaç günlük kampa katılacaktır.
Adana’da misafir olduğu dostunun (Vedat Bey) evinde 24 Ocak 1995 günü kahvaltı sırasında ecel sessizce gelmiş, ev sahibi dostlarının, eşi ve kızlarının arasından onu alarak sessizliğe uğurlamış, ebedi aleme yolcu etmiştir. Dün sevinçle alınan yol şimdi hıçkırıklar eşliğinde geri kat edilecek, Sessiz Gemi içerisinde Ankara Karşıyaka’ya yetiştirilecektir. 25 Ocak 1995 günü evinin yakınındaki Aşağı Eğlence Camiinde kılınan cenaze namazından sonra Karşıyaka mezarlığında toprağa verilmiştir. İnna lillah ve ileyhi raciuun.
Ercümend Özkan ismi, son kırk yılın İslami cenahta, en çok tartışmalı isimlerinden biri olmuştur. Şunu bu vesileyle bir kere daha vurgulamakta yarar vardır. Ercümend Özkan, Türkiye’de İslami bilinçlenmenin belki de en önemli simasıdır. Bu önemi maalesef insanların ekserisi kavrayamamıştır. Kavrayan bazılarında da başka bazı duygular ağır basmıştır. Onun fırtınalar estiren İslami sesi, yayınladığı dergi 15 bin tirajda iken, hurafelerle lebalep dolu gazeteleri 3 bin kadar basan, bilahare Turgut Özal’ın eliyle sistemin nimetlerinden tepe tepe nemalan ‘ihlaslı’ zümreler tarafından tabi ki boğulacaktı. Ama herkes bilmektedir ki, hak olan, hakka dayanan, hakkı haykıran bir söz hiçbir şekilde ilelebed bastırılamaz. Mızrak çuvalda gizlenemez. Özkan’ın öncülük ettiği, malını ve canını Allah yolunda feda etme örnekliğindeki gayreti kesinlikle toprağa ekilmiş, toprak utanmamak için tohumları yeşertmeye devam etmektedir.
Ercümend Özkan’ı ve bir başkasını büyütmekten Allah’a sığınırız. Fakat aynı şekilde bir hakkın teslim edilmemesinden de aynı şekilde Allah’a sığınırız. Herhangi bir sahabenin yiğitliğini, cömertliğini, takva ve faziletini zikretmek nasıl ki onu büyütmek (tazim) değilse, bu da böyledir.
Tabi ki Özkan’ın hataları da olmuştur. İslamî uyanıştaki çabalarını takdir etmek nasıl İslami bir görevse, hatalarını yok saymak da o oranda gayri İslami bir tutumdur.
Ercümend Özkan demek, ‘pür-siyaset’ demek değildi. Hayatı dolu dolu yaşamayı bilen ve seven bir insandı. İnce zevklerin insanıydı. “Şehrin insanı”ydı ama kaypak olmayan ilgilerin, zarif sadakatlerin adamıydı… Gençliğinden beri güzel giyinmeyi sever, bakımsızlıktan hoşlanmazdı. Giyimde olduğu gibi mimari, müzik gibi sanatlarda da klasik tarzı severdi. Türk sanat müziğine kulak kabartır, Alevi türkülerine ilgi duyardı. Hat sanatına ilgisi vardı.
Geceleri çorba yapar, çayını demler, evdekileri rahatsız etmezdi. Kızılay’daki dergi bürosunda yaptığı ‘mapushane’ yemekleri dostlarınvinde geçimsiz bir insan değildi. Geceleri çoğunlukla çalışır, sabah namazından sonra yatmazdı. Bazen kendisineca malumdur.
Özkan, ilkeli duruşu, sadakati, açık sözlülüğü, Allah’ın hatırını her şeyden ve herkesten yüce tutmaya olan azim ve kararlılığı ile bilinir. Takdire şayan tutumlarından birini burada zikretmek yerinde olur. Haber Ajansı İsrail’le kupür anlaşması yapmış, parasını da peşin almıştır. İsrail’in Araplara savaş açması sonucunda, Müslümanlarla savaşan bir devletle ticari veya başka türlü ilişki kurmanın haram olduğu bilgisini edinir edinmez anlaşmayı fesheder, paralarını da güç bela toparlayarak iade eder.
Özkan, özgün bir telif eser bırakmamıştır. İnanmak ve Yaşamak, Tasavvuf ve İslam gibi kitapları, dergide yayınlanan yazılarından oluşmuştur. Onun en özgün eseri, Ocak 1981’den Ocak 1995’e kadar yayınını sürdürdüğü dergisindeki yazılarıdır.
Ercümend Özkan ismi, İslam’ı Peygamber sonrasında yeniden bir hayat nizamı olarak ikame etmek uğrunda mücadele etmek için mazeretler ardına sığınmamanın güzel örnekliğidir.
Not: Bu yazı için İktibas dergisinin 205/Ercümend Özkan Özel sayısından yararlanılmıştır.
Allah Rahmet Eylesin.