Rabbimiz, Âdem’e eşyanın tabiatını öğrettikten sonra bir de nasihat edip: Sakın şeytana uymayın o sizin apaçık düşmanınızdır (36/60) diyerek, ilk uyarıyı kendisi yapmıştır. İnsanların haktan her yüz çevirmeleri, sapmaları neticesinde onları düzelten, arındıran, doğru yola ileten yeni elçiler görevlendirmiş ve bu elçilerin tebliğ ettikleri mesajların ortak adına da İslam demiştir.
Son elçi Muhammed (as), yine sapmış olan Mekke şirk toplumuna ve onların nezdinde tüm insanlığa, bu sapmaların önünü kesmek için gönderilmiştir. Bilindiği gibi Mekke halkı genellikle itaat ve ibadetlerini aracıları olan putlarına yapıyor, onları tazim ediyor, yüceliyorlardı. Hayatın genel geçer kurallarını putlar adına kendileri düzenliyor; Allah’ın ulûhiyet sıfatını bilmelerine rağmen onu gereği gibi takdir etmiyorlardı. Ulûhiyetliğine bir takım ortaklar ediniyorlar; bu ortaklar Allah adına (!) birtakım kural ve kaideleri belirliyordu. Onların kendilerine şefaat edeceklerine inanarak, Allah’ın yeryüzündeki temsilcileri, yardımcıları, gölgesi, halifesi veya sözcüsü olduklarını iddia ediyorlar ve: “Bunlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir/bizi Allah’a yaklaştıran yardımcılarımızdır” (39/3) diyorlardı. Akidedeki bu sapma, putları ilah etme ile birlikte nefisleri ilah edinmeyi de beraberinde getirmiş, cahili bir toplum olarak tarihteki yerini almıştır.
Muhammed (as), Mekke halkının ilah yardımcılığı yaptığını zannettikleri putlarını tanımıyor; edindikleri ilahlarını ve her türlü şirk unsurlarını elinin tersiyle itiyor ve ayaklar altına alıyordu. İlahın sadece Allah olduğuna ve ancak ona itaat edilmesi gerektiğine dikkat çekerek bizzat canı ve malı ile mücadele ediyordu. Yine bu dönemde atalardan kalan İslam inancı, birçok batıl anlayıştan arındırılmış, sahtesi yerine gerçeği ikame edilerek tertemiz bir İslam toplumu inşa edilmiştir. Bu temiz toplum, hicretten sonra Medine’de de kardeşliğin, paylaşmanın ve daha önemlisi Allah’tan başka hiçbir varlığın ilah olamayacağını tüm insanlığa açıkça öğretmiş ve göstermiştir. Bu güzel öğreti Peygamber(as)’ın vefatı ile bir müddet daha devam etse de, genel olarak Emevilerle başlayan basiretsiz devlet yönetiminin beraberinde getirdiği birçok fırkalaşma ve çatışmalar, fitne, hizipçilik ve taht kavgaları hem devleti hem de Müslümanları zayıf konumuna düşürmüştür. Yine bu dönem itibari ile Müslümanlar, gerek dışarıdan İslam topraklarına katılan milletlerin din, kültür ve akidelerinin etkisinden; gerekse içerideki eski cahiliye kalıntılarının zakkum gibi filizlenerek sahneye yeniden çıkmasından sonra tekrar bozulmaya başlamışlardır. Artık İslam’ın tevhid akidesinin üzerine sanki bir karabasan inmeye başlamıştır.
İslam hâkimiyetine giren öncelikle İran ve ardından Hind coğrafyasının kültür ve inançlarındaki, mistik ve esrarengiz unsurlar, İslam içine bu dönem itibari ile sızmaya başlamıştır. Bu sızmalar daha sonraki yıllarda da sistemli olarak varlığını hissettirmeyi başarmıştır. Önceleri zühd anlayışı olarak bilinen, fakat sonraları tasavvuf adı altında hayat bulan bu batıl inanç ve akideler, ne var ki yüzyıllar boyunca İslam’ın özü olarak anlatılmış, toplumun hücrelerine kadar işlenip derinlere kök salmıştır.
İslam’a dışarıdan giren yabancı akide kaynaklarının neresi ve neler olduğu, kısa bir araştırma sonucu bizlere çok çarpıcı yanıtlar vermektedir. Bütün objektif araştırmacıların icma ettiği şey, tasavvufun İran üzerinden İslam’a girdiği yönündedir. “Nitekim tasavvuf akımının ilk temsilcileri olanlar da, Kuşeyri, Hucviri, Molla Camii, Feridüddin Attar, Kelabazi, Suhreverdi, Gazali, Bayezid Bistami, Hallac, Tusi, Tebrizi, C. Rumi ve Muhasibi gibi kişilerin de İranlı (Acem menşeli) oldukları kesindir.”
[1]
Peki, İslam’da olmayan fakat İslam’danmış gibi bilinen batıl inanç ve akideler nelerdir? diye soracak olursak, tabiî ki bu soruların cevabını öğrenebilmek için ne bizim yazdıklarımızdan; ne de bir başkasının yazdıklarından evvel, mutlak surette Kuranı Kerim ve Allah Rasulü Muhammed (as)’ın hayatını çok iyi bilmek gerekecektir. Okumak gerekecektir. Anlamak gerekecektir. Bu her Müslüman için farzdır. Aksi halde ne bizim söylediğimizin doğruluğunu bilebilir ne de bir başkasının söylediklerini doğru olarak test edebilirsiniz. İnsanların çoğu, Ku’ran ve Resulullah’ın sahih sünnetinden uzak kaldıkları için manevi duygularını hep başka yollardan Allah ve resulü adına birilerinden elde etmişlerdir. Bunu bilen fırsatçılar hemen harekete geçmiş, İslam adı altında birçok batıl hurafeleri din diye; menkıbe efsaneleri altında kerametlerini(!) sunmuşlardır. Bu menkıbe masallarındaki kahramanları yüceler yücesi olarak gören insanlar, Kur’an ve sünnetin içeriğinden beri kalmışlar, artık dini Peygamber yerine; şeyhler, gavs, kutup, evliya, mürşit, üstat gibi kişilerden öğrenmişlerdir.(!) Öğrendikleri dinin akidesini de yine kendileri belirlemişlerdir. Bu akideler haliyle İslam’ın temel esasları (tevhid) yerine eski din ve kültürlerinden başka bir şey olmamıştır. Günümüzdeki kültür İslam’ı veya geleneksel İslam diye tabir edilen mevcut İslam algısında bu din ve kültür dinamiklerinin etkisini görmek mümkündür. İslam’ın içine yerleşmiş olan bu inanç ve kültürlerden biraz bahsedecek olursak maksadımızın hasıl olacağını ümit ederiz inşallah. Bunların tamamından bahsetmek yazının hacmini artıracağından iki örnekle yetinmeyi şimdilik uygun buluyorum.
“Zerdüşt bin Yurşeb (eski İran dinindeki Peygamber karşıtı olan bir ruhani), halvete çekildiğinin 45. gününde Urdi Behişt ayında bir gece sabaha karşı “miraca” çıkmış ve ruhani yükselmenin sonuna varmıştır. Behmen denilen bir melek gelmiş, her şeyden elini çekmesini tembih etmiş ve onu cennete götürmüştür. Ona orada feriştehler (melekler) hürmet etmiştir. Zerdüşt, daha sonra tanrı Ahura Mazdah’ın huzuruna çıkmış ve hayır dini’nin hükümlerini tanrı ona öğretmiştir. Tanrı ona yıldızların ve gezegenlerin hareketinden haber vermiş; cennet ve cehennemi göstermiş; her şeyin ilmini öğretmiştir. Melekler bundan sonra Zerdüşt’ün göğsünü yarmış, içindekileri çıkarıp iyilik suyu ile temizlemiş ve tekrar yerine koymuştur. Bundan sonra Tanrı Ahura Mazdah onu insanları hayır dinine davet etmekle görevlendirmiştir. Bu miraç yolculuğundan kendisine verilen Avesta adlı kutsal kitapla maddi aleme dönmüş ve getirdiklerini tebliğe başlamıştır.
[2]
Şunu hemen belirtelim ki, Zerdüşt ile başlayan miraç olayı birçok İranlı mutasavvıf tarafından hiç terk edilmemiş, bilakis kendilerinin de miraca çıktıklarını iddia etmişlerdir. Bunlardan iki örnek verecek olursak burada uygun bulmadığımızdan Ahmed Serhendi’nin Mektubat-ı Rabbani kitabının birinci mektubuna bakabilirsiniz. Celalettin Rumi miraca nasıl çıktığını ise şöyle anlatmaktadır.
“Bir gün bana meleküt âleminin yolları açıldı; ilahi bir temaşa zevki ile miraç etmek nasib oldu. Dördüncü kat göğe çıktığımda orayı karanlık gördüm. Beytül mamur denilen sarayın sakinlerine bunun sebebini sordum. O sarayın kutsal sakinleri, ‘bizim güneşimiz fakirler sultanı Şems-i Tebrizi’yi ziyarete gittiği için karanlıkta kaldık’ dediler.
Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğimde güneşin eskisi gibi kendi merkezinde nur ve ışık saçtığını gördüm.”
[3]
Peygamber (as)’ın miraca çıkıp oradan bir takım hediyelerle döndüğünü savunan bu güruhun aslında Peygamberi kullanarak kendi akidelerinin İslam adı altında devamına bir yol edindikleri anlaşılmaktadır. Önce Peygamberi çıkartacaklar ki sonra kendilerinin çıkmaları kolay olsun. Ama Peygamberi oradan indirdiğinizde bunların yüz aşağı nasıl düşecekleri gün gibi ortadadır. Ondan olsa gerek ki var güçleri ile bu olayı savunmaktadırlar.
Bir başka sapmayı kısaca ifade edecek olursak, yine; “Zerdüşt inancına göre kişi öldükten sonra imtihana tabi tutulur. Cennete gidebilmek için Cinvat adı verilen bir köprüden geçmesi söz konusudur. Bu köprü kıldan ince kılıçtan keskindir. Ölmeden evvel eğer Zerdüşt’e inanmışsa (ameli iyi ise) bu köprüden geçmek oldukça kolay olacaktır. Eğer dünyada iken Zerdüşt’e inanmamışsa (ameli kötü ise) bu köprünün keskin tarafı çevrilir ve karşıya geçemeden aşağıdaki cehenneme düşer. Orada günahından temizlenene kadar kalır ve sonra cennete gider.”
[4]
Böyle bir anlayışın Kuran ve sünnette olmadığına göre acaba bizlere bu anlayışları kimler telkin etti dersiniz? Kimlerin neler telkin ettiğini görmek için öncelikle tasavvufun, Kur’an ve sünnetle tarafsız olarak karşılaştırılması gerekmelidir. O zaman görülecektir ki hayaller dünyası (pembe dünyaları) ile gerçeklerin hiçte birbiriyle örtüşmediği ve aralarındaki tezatlığın ne kadar belirgin olduğunu fark etmek hiçte zor olmayacaktır. Böylece aziz İslam’ın kimler tarafından yönlendirilip telkin edildiği de ortaya çıkacaktır.
[1] İbrahim Sarmış,Tasavvuf ve İslam, 2.Bsk. 1997 s.54.
[2] A.Küçük-G.Tümer-M.Alpaslan-Küçük, Dinler Tarihi, Ank- 2009, s.145.
[3] Şems-i Tebrizi, Makalat çvr. M. Nuri Gençosman, İst- 2011, s.15.
[4] A. Küçük-G.Tümer-M.Alpaslan Küçük, Dinler Tarihi, s. 145.