Kuşkusuz bu haftanın en çok tartışılan konusu “Altılı Masa”da ortaya çıkan krizdir. Malum İyi Parti ve diğerleri aday konusunda anlaşamamaları yüzünden bir krizle karşı karşıyalar. İyi Parti Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’tan birinin aday olmasını isterken Kemal Kılıçdaroğlu kendi adaylığı üzerinde ısrarlı bir şekilde durdu ve diğer dört parti de Kılıçdaroğlunu destekledi. Bu fikir ayrılığı İyi Parti’nin masadan ayrılmasıyla sonuçlandı. Meral hanımın masadan ayrılması muhalefetin çöktüğünün bir göstergesi olması açısından muhalif seçmenlerce büyük bir hayal kırıklığına sebep oldu. Millet İttifakı olarak seçimleri kazanacaklarına olan inançları psikolojik olarak zirvedeydi. Bu ayrılık psikolojilerini de yerle yeksan etti. Her ne kadar muhalif seçmenlerden oluşan sanat camiası umudumuzu kaybetmiyoruz dese de umutları çoktan kırılmış durumda.
Altılı Masa’da bir dağılma olmasaydı bu seçimi kazanma şansları var mıydı diye soracak olsak bize göre yoktu. Zira iktidara bir parti gelecek olursa statüko onu milletin gözünün içine sokardı. Uzunca bir süredir milletin gözünün içine sokulan AKP’den başkası değildir. Dolayısıyla her ne kadar yirmi yılı geçkin bir süredir AKP ülkeyi yönetse bile son beş yılı da yine onun yöneteceği aşikardır. Muhalefetin şimdiye kadar ortaya koymuş olduğu politika gerçekçilikten uzak ve toplumsal mutabakata uygun görünmemektedir. Ayrıca CHP mantığı toplumun belleğinde fazlasıyla olumsuz imgeler bıraktığından ötürü seçilme ihtimali zayıftır. Her ne kadar İmamoğlu ve Mansur Yavaş üzerinden kazanma hayali olsa bile devlet yönetmek bir tecrübe ve süreç ister. Bu tecrübeyi kazanmak için hem İmamoğlu’nun hem de Mansur Yavaş’ın biraz zamana ihtiyaçları olduğu kesindir.
“İslamcı” bir parti olarak anılan AKP, dindar kesime karşı müthiş bir tiksinti duyulmasına sebep olmuştur. Yandaş kayırmacılığı, belediyelerde rantiyecilik, memuriyette kayırmacılık, liyakatsiz atalamalar, üniversitelerin rektörlerin çiftliği haline gelmesi, adalete olan inancın kaybolması, mafyaların,çetelerin tehditlerine maruz kalan siyasiler ve iş adamları vs. tüm bu yaşananlar toplumun belli kesiminde bir tepkiye sebep olmuştur. Elbette haklı bir şekilde eleştirilecek konulardır bunlar. Ama bu eleştiri içinde olan kesimler 28 şubat mantığının bu toplum üzerinden buldozer gibi geçtiği zamanlarda sesini yine gür bir şekilde çıkarmış mıdır? Yoksa bu sesin yüksekliği suyun akarının kendilerine değil de başka kesime akmasından dolayı mıdır? Mesele her türlü rezilliği, ahlaksızlığı ilke edinmiş birinin gidip aynı pespayeliği yapacak başka birinin gelmesi midir? Yoksa adalet, liyakat ve tüm kesimi kucaklayabilecek bir tutumu ne olursa olsun merkezine alacak birini mi arzu etmektir?
Ülkemizde muhalefet anlayışına baktığımızda da sıkıntılar kol gezmektedir. AKP, iktidara geldiği ilk seçimde toplumun tamamını kucaklayan bir dil kullansa bile şimdiki geldiği nokta itibariyle kendisini sevenleri vatansever muhalifleri bölücü olarak değerlendirmektedir. Geçmişte yaptığı tüm eleştirileri bugün aynıyla kendisi yapmıştır, yapmaktadır. Seçimi kazanmayı murad eden partiler de seçimi kazandıklarında yine intikam üzerinden, linç üzerinden yürüyeceklerdir. Ülke tarihinde maalesef bu böyle olagelmiştir. Aslında muhalefetin derdi de ülkeyi adil, liyakatli ve toplumun tamamını kucaklayacak bir yönetimle yönetme arzusu değildir. Siz fazla kadrolaştınız, fazlaca suyun akışı sizin bahçeye oldu biraz da biz iktidarın nimetlerinden tadalım bakışından başkası değildir. Ne yazık ki bu ülkede ne seçmen ne de muhalefet neyi istediğinin farkında değildir ya da ne istediğini açıkça söyleme cesaretinde değildir.
İslami düşünce açısından bakılacak olursa elbette tevhid ve adalet ilkesini benimsemediği sürece mevcut yönetimlerin pespayeliğinden kimse arınamayacaktır. Bir müslüman açısından kapitalizm ilkesine göre yönetilen bir işletmenin yalnızca cio’su değişecektir. Şirketin kazancının helal ve haram oluşuna dikkat edilmeyecek ve şirket için özel gün ve gecelerin kutlamalarında günah diz boyu olacaktır. Burada merkeze alınacak tek şey şirketin kazancı olacaktır. Şirketin dayandığı ilkeler piyasanın cari değerleri olacaktır. Haliyle böylesi bir sistemin yöneticisinin değişmesi müslüman bilinç açısından önemli değildir. Müslüman bilinç mevcut yasaların, işleyişin rıza-i ilahiye uygun olmasına dikkat edecektir. Helal ve haram çizgisi, adalet, gıst, merhamet, liyakat vs. tüm işleyiş Allah’ın muradına uygun olmalıdır. Bu konuda ilkeli ve sağlam bir duruşla bir ülkeyi yönetebilmek öncelikle halkına huzur getirecektir. Zira toplum içinde hukuk doğru çalışmakta, adalet herkes için aynı olmakta ve kurumların başına ehil adamlar gelmektedir.
Seküler bir toplum için düşünecek olursak elbette böylesi bir toplum ekonomik anlamda kendini rahat ettirebilecek bir yönetici erk diler. Ne var ki seküler yönetimleri dizginleyecek bir mekanizma, sıkı bir denetleyici kurul ve sıkı bir cezalandırma olmadığı sürece doğası gereği yandaşçılığa, sömürüye, adaletsizliğe meyyal olacaktır. İslami bir toplumun içinde doğup büyüyen ve İslami arzu ve istekleri olan topluluklar mevcut gidişatı sorgulamayıp pragmatist eylemlerine devam ettikleri sürece çaresizlik içinde kalmaya mahkumdurlar. Allah sefih olmamamızı, aklı kuşanmamızı emretmektedir. Öyleyse her durumda Allah’ın razı olacağı sorgulamayı yapmayı ve vahyin ışığında sırati müstakiym üzere bulunmayı istemek zorundayız. Bireysel bir değişim, dönüşüm olmadan toplumsal dönüşümü beklemek hayaldir. Rabbim ayaklarımızı İslam üzere sabit kılsın ve seçimlerimizi daima Allah’tan taraf olmaya müyesser kılsın ki değişimimiz ve dönüşümümüz hayra doğru olabilsin.