Zülfü Livaneli ‘Huzursuzluk’u yazmış. (DK, İst-Ocak 2017). Roman-biyografi-siyasi analiz-deneme formatında kaleme alınmış kitap gerçekten de huzursuzluğu anlatmış. Öykü kıvamındaki olayların anlatıcısı Mardin doğumlu olup, İstanbul’a yerleşmiş ‘İbrahim’in gözünden seyredilmekte.
Zülfü Livaneli’nin kitabını okumaya değer kılan şey, güncel oluşu (2016 yılı ve biraz öncesi) ve bilhassa Ezidîlerin maruz kaldıkları zulümleri konu edinmesi. Tarih boyunca birçok kere, farklı güçler tarafından zulme maruz kalmış olan Ezidîler, sonuncu olarak da IŞİD’in zulmüne maruz kalmışlar. ‘Huzursuzluk’ da işte budur.
‘Huzursuzluk’ genel hatlarıyla şöyle bir temel kurgu üzerine bina edilmiş: Ortadoğu denilen malum bölgenin âdeti ‘hırs’ (harese) üzerine bina edilmiştir; bölge insanı tarih boyunca hep birbirini öldürmüştür. Bölge insanı, kendi kanından sarhoş olmuş gibidir… Bu tez, İbrahim’in bir arkadaşının babası olan Mardinli, ileri yaşta, ortalama Müslüman bir amcanın açıkladığı, ‘harese’ fiilinin anlamı üzerine bina edilen şu yoruma dayandırmaktadır:
“Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”
Huzursuzluğun yazarı Zülfü Livaneli bu ‘analiz’i, Mardinli bir bilgeye söyletiyor. Oysa bu oryantalistik analizin doğrultulması gereken yerleri vardır. İçinde doğruluk payı olmakla beraber, haksızca ve kendi geçmişinden utanç duyan bir ezikliği de içermektedir. Ortadoğu evet, denilen gibi olabilir ama Ortadoğu’nun salt ‘Ortadoğu’ olduğu söylenebilir mi? İsmi bile deli gömleği misali kendisi adına biçilen bu garip bölge, dünyanın bütün fillerinin tepiştiği, İblisin sürekli en mahir oyunlarını sahnelediği bir alan değil midir? Ortadoğu’da ırmak gibi kan akarken batılı büyük ve küçük şeytanlar dünyanın neresinde konuşlanmışlardır dersiniz? Bugün Ortadoğu’ya hükmeden güçlerin başında ABD gelmektedir ve Ortadoğu ülkelerinin baştan sona, teker teker elden geçirilmesi, bütünüyle değilse de, ona yakın derecede ABD ve diğer Avrupa ülkelerinin harese’sinden kaynaklanmaktadır.
Tabi ‘Ortadoğu’ derken, üstü örtük bir şekilde asıl töhmet altında tutulanın İslam olduğu da unutulmamalıdır.
Her şeye rağmen kitaba haksızlık etmek istemem: Zülfü Livaneli yorumlarında yine de insaflı hareket etmiştir. Kitapta yer yer, Ortadoğu’yu kan gölüne döndüren küresel güçlere yönelik tenkitler de bulunmaktadır.
Hikâyenin özeti şudur: Hüseyin adındaki Mardinli bir genç, Mardin’den eşraftan birinin kızıyla nişanlı iken, Suriye’den gelen mültecilere yardım için çırpınırken, oradan gelen kara-kuru bir kıza gönlünü kaptırır, nişanını bozar ve bu kızla evlenmeye niyetlenir. Bu karar ailesinde büyük bir yıkıma sebebiyet verir. Kucağında, iki gözü doğuştan kör olan bir bebeği de olan Suriyeli kızı evine getirir ama aile kabullenmez, kız da bir gün, delirmiş gibi hareketlerle evden kaçar gider. Hüseyin, Suriyeli kızı İstanbul’a yerleştirir ama IŞİD, bir Ezidî ile evlendiği gerekçesiyle Hüseyin’i kara listeye alır. Silahla vururlar fakat ölmez. Amerika’da pizza işiyle uğraşan kardeşleri vardır, Hüseyin’i yanlarına çağırırlar. Hüseyin zoraki gider ama orada da ‘İslamofobia’ yakasın bırakmaz. Almanca isimli; Asyalılardan, Müslümanlardan nefret eden bir örgüte mensup, kendileri ise Amerikalı iki kişinin saldırısına uğrar ve aldığı bıçak darbeleri ile hayatını yitirir. (Tarih: 26 Eylül 2016).
Kitapta Ezidîlerin hikâyesi asıl bundan sonra başlamaktadır. Kitabın anlatıcısı, öldürülen Hüseyin’in çocukluk arkadaşı (şimdi gazeteci) İbrahim, Hüseyin hadisesisin ve çok merak ettiği Suriyeli kızın izini sürerken gerçeği öğrenir: Kız Ezidîdir. Hüseyin’in evinden kaçmasına da mutfakta gördüğü marullar neden olmuştur. Marulun Ezidi inancından çok kötü ve korkutucu bir anlamı vardır.
Bir Ezidî kızı (Zilan) diyor ki, öyle kanımız akıtıldı ki bizim, iki nehrin suları bu kiri yıkamaya yetmez!
Suriyeli Ezidî kız (Meleknaz) 15 yaşında, yaşıtlarıyla güle oynaya okula gittikleri günlerde köylerini siyah giysili, siyah bayraklı, ellerinde kocaman silahlarıyla IŞİD militanları basarlar. Kadınları bir tarafa, erkekleri diğer tarafa ayırırlar. “Siz Ezidîler İslam düşmanısınız, kâfirsiniz!” diye bağırarak erkeklerin sakal ve bıyıklarını kazırlar. Direnecek gibi olanların kafasını keserler. 8-18 yaş arası kızları ayrı bir binanın bodrumuna doldururlar, diğer kadınlar da ayrı bir yere. Daha sonra yine siyah giysili sakallı kimseler gelip, pazardan hayvan seçer gibi seçerler; isteyen istediği kızı alır götürür. Kitabın (Ezidî kadınların) anlattıkları doğruysa, emirlerinden aldıkları fetvaya binaen, 18 yaşındaki kızlara yaptıkları kötülüğün aynısını, -şayet bedensel gelişimi uygunsa- sekiz yaşındaki kız çocuklarına da yapmışlar. Şayet bedensel gelişimi uygun değilse, çocuğun bedeni üzerinde arzuladıkları her türlü istismarı yapmaya selahiyetli kılınmışlar.
Bu küçük kızlardan birinin, uğradığı bu, hiçbir kelimenin tarif edemeyeceği muameleden sohnra nasıl içine kapandığı, hiç konuşmadığı, yüzünün gülmediği ve Türkiye’ye geliş istikametinde Şengal dağından geçerken intihar ettiği hikâyesine yer verilmektedir. Bu küçük kız son nefesini verirken, ağzından dökülen son kelimeleri kaydetmiş ablası Zilan, şöyle diyormuş: “Ben bir insandım.” Amerika’da katledilen Hüseyin’in son sözünün de aynı cümlecik olduğu kaydedilmektedir.
Anlatıldığına göre IŞİD militanları, kendilerinden on erkeğin tecavüz ettiği Ezidî kadının Müslüman olacağı gibi hezeyanlar geveliyorlarmış.
Anlaşılan o ki, Ezidîler kapalı bir toplum. Ortadoğu’nun en gizemli inanç gruplarından biri. Halk arasında tamamen yanlış olarak kimisi onları ‘Yezidî’ olarak anmaktadır. Oysa bu insanların, Muaviye’nin oğlu Yezid’le herhangi bir alakaları yokmuş. Kökenleri Yezid’den çok öncesine uzanmaktadır. Altı bin yıllık bir tarihten bahsedilmektedir. Kitapta anlatıldığına göre, Tanrıları Ezd’dir.
Ezidîler günde üç defa güneşe dönüp dua ediyorlarmış. Eski güneş dinine dayandıklarını söyleyenler de varmış. Mardin’deki Deyruzzaferan manastırının altındaki 4 bin yıllık bir Güneş Tapınağı varmış ve Deyruzzaferan, o güneş tapınağının üzerine inşa edilmiş. Ezidîler oraya gidip dua ederlermiş.
İnançlarına göre tanrı ve yedi melek varmış; baş melek de Melek Tavus’muş. (Tavusê Melek).
Tanrı insanı yaratıp da, Tavus Melek’e, insana secde etmesini emredince, bunu reddetmiş; ben ateşten yaratıldım, insan topraktan, ben ona secde etmem demiş. İşte şeytan lafı da buradan çıkıyormuş. Daha sonraki dinler (vahiy dinleri) gelince secde etmeyen varlığı şeytan olarak adlandırdığı için, Tavusê Melek de şeytan olarak algılanmış! Oysa Tavus melek cennetten kovulduktan sonra yedi bin sene gözyaşı dökmüş, tevbe etmiş. Tanrı Ezd de onu affedip yanına almış, tekrar baş melek yapmış. Kısacası Tavus kutsaldır. Tavus kuşu -tıpkı insan gibi- hem iyidir, hem kötüdür.
Kitapta bir Ezidî şeyhinden nakledildiğine göre, Tavus kuşu Ortadoğu’da bulunmaz, o Hindistan’a aittir, dolayısıyla Ezidîliğin kökeninin Hindistan olması muhtemeldir.
Ezidîler şeytan lafını ağızlarına almazlarmış. Maruldan korkarlarmış. Bir görüşe göre, şeytan marulun içinde barınırmış, bir görüşe göre de, marul kelimesi kendi dillerinde tanrının ismini çağrıştırırmış.
İyiliğin ve kötülüğün (cennetin ve cehennemin?) ötesinde bir ‘yer’ olduğuna inanmaktalarmış.
Asıl kutsal kitapları kaybolmuş. Bunun yerine, Mushafı Reş (Kara Kitap) ve Mushafı Celve kitapları vardır. Kutsal kitaplarını nesilden nesile ezberleterek korumakta olduklarına inanıyorlarmış.
Ezidilikte koyu mavi renk kutsalmış, böyle olduğu için de gündelik hayatta bu rengi kullanmak da günahmış.
Zülfü Livaneli’nin kitabında anlatılan, Ezidîlere yapılan zulümler ne kadar doğrudur, bunların failleri gerçekten IŞİD midir, doğrulama imkânımız pek yoktur ama bunları reddetmek de ne kadar hakikate uygundur, karar vermek zor. Ancak şu bir gerçektir ki, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, 90’lı yılların başında Bosna’da Müslüman namusu kâfir küresel güçler tarafından kirletildi. Şayet aynı zulmü IŞİD’in Ezidî kadınlara reva gördüğü doğruysa, bu durumda bu zulmü yapanların, Avrupa ve Amerika ordularından herhangi bir farkları kalır mı? Gücü eline geçiren, kâfirin yaptığının aynısını yapacaksa, o zaman kafirden şikayet etmek niye ki? Bilhassa, dünyanın en aşağılık cürmünü işleyenlerin mülevves ağızlarından, cürüm esnasında İslamî terimlerin çıkıyor olması, İslam’ı o kadar töhmet altında bırakmaktadır ki, Ezidî kadının sözünü ödünç alacak olursak, iki ırmakla değil, on ırmakla da yıkansa ‘müslüman’ ismi üzerinden bu lekeyi gidermek zordur.
Dünyada akla hayale gelmedik ne olaylar yaşanmaktadır, yeryüzü nelere şahit olmuştur. Ama öyle zannediyorum ki, dünyanın şahit olduğu olayların içerisinde en soysuz, en aşağılık, en kahpece olanı, kendini savunmaktan aciz kız çocuklarına ve kadınlara yapılan saldırılardır. Bunun insanlıkla herhangi bir alakası olamaz. Bu kâfirliği aklı başında hiçbir insanın içine sindirmesi mümkün değildir. Allah’ın bütün rasullerinin ve hele de son elçi Muhammed (sav)’in, esir düşen insanlara gösterdiği ihtimam, nezaket, saygı ve hürmetle, bugün Müslümanlık iddiasında bulunan kimilerini kıyasladığımız zaman, aradaki din ayrılığını görmemek elde değildir.
Biz Müslümanlar geçmişte ‘darul harp’ kavramını ve o kavram içine ahmakça doldurulan, savaşta kâfirlerin kadınlarının cariye edinilmesi, zimmiden faiz almanın, onunla kumar oynamanın cevazı gibi hezeyanları doğru dürüst anlayıp kavrasak, fıkhetseydik, belki bugün işin bu noktaya gelmemesinde bir nebze katkımız olabilirdi. Ama yine de geçen geçtiyse de, hiç değilse bundan sonra fıkhımıza, kelime ve kavramlarımıza titizlenmenin zamanı hiçbir zaman geçmedi, geçmeyecektir.
Ezidîler isterse dünyanın en saçma/sapık inancına da sahip olsunlar, kendini Müslüman olarak tanımlayan bir kimse, bir Ezidî kızının/kadınının saçının bir teline bile zarar getirmekten bütün akli ve ahlakî melekeleriyle sakınmalı, onun namusunu kendi namusu gibi aziz bilmelidir. Kaldı ki, kendini Müslüman olarak tanımlayan ve o kadınlara/kız çocuklarına en ahlaksız muameleyi reva gören kimseler, o insanların İslam’la tanışmaları uğrunda ne gün, hangi gayreti göstermişlerdir acaba?
Dünyanın yerinden çıkan çivisini kim yeniden çakacak acaba?…