Koşarak yolun ortasına kadar geldi. Gözlerinde ki hüzün ele vermekteydi onu. Sanki kalbinin yorgun bir vaktinde içinde yeşerttiği tüm ağaçları devrilmiş gibiydi. Gök gürlemesi duyuluyordu ama fırtına henüz başlamamıştı. Önce hafiften bir sağanak indi yanaklarına sonrası evet sonrası anlatılmazdı, anlatılamazdı… öylece durmuş onu seyrediyordum, daha doğrusu seyretmekten kendimi alamıyordum. Uzatsam elimi, incinip kırılacak dal gibiydi. İşte bu yüzden sadece seyrediyordum. Fırtına kopmuştu, ne zaman dinerdi bilmiyordum ama böylesi bir fırtına dinse bile altından dehşet bir enkaz çıkardı. Bense çocukluğumun yaralarına yaslanmış onu seyrediyordum. Bilirdim böylesi büyük fırtınaları. Ömrümde çok fırtınaya yakalanmış biri olarak görebiliyordum olanları ve olacakları. Nasıl oldu anlayamadım ama bir ara göz göze geldik. Bakışlarımız kesişti bir noktada. O benden, ben ondan gözlerimizi kaçıramıyorduk. Öylece kalakaldık. Ne kadar zaman geçti bilinmez sanki fırtına kaybolmaya başlamıştı. Yerini hüzzam makamında bir esintiye bırakmıştı. Duyabildiğim tek şey hıçkırıklardı. Hıçkırıkların sesi bana yüzyıllar öncesinin hüznünü fısıldıyordu. Bir kavganın ortasında yalnız başına kalmış ve yaşamaya mecbur bırakılmış biri olmanın öfkesi vardı. Duyuyordum onu ama konuşmuyordum, bekliyordum ilk söz ondan gelsin diye.
Ne kadar zaman geçti bilinmez, hangi mevsimler değişti bilinmez fırtına durdu, göz yaşı durdu. Birden donuk bir yüz, kan çanağı gözler kaldı geriye. Gülümsemeyi unutmuş bir çehre, acının izleri yüzünde yadigar kaldı. Ağlamasaydı anlatamayacaktı hüznünün deryasını… soluksuz dinleyemeyecektim acının coğrafyasındaki hüznün serenatını… dinledim ve geçtim demek isterdim ama dinledim ve kalakaldım oracıkta. Bakışların gizemi aramızda bir bağ kurmuş gibi çıkıp geldi oturduğum ağacın altına. Bahar coşkusuyla selamlamaktaydı ikimizi. Dallarda rengarenk çiçekler, meyvaya durduğunu muştuluyordu. Hayat tabiat için yeniden başlıyordu. Otur şuraya diyemedim. Yalnızca ellerimle saçlarını taradım, göz yaşlarına dokundum. Bugün bayram diyebildim. Bugün bayram…
Gözleri bir anda buğulandı, sanki fırtına tekrar kopacaktı, dal kırılacak, renkler sönecekti. Sarıldım ona kopacak tüm fırtınana razıyım, kırılacaksa dallarımız birlikte kırılsın, sönecekse renklerimiz birlikte sönsün diye. Fırtına tam kalbimin üstüne denk gelen kalbinden gelen titremelerle coşuyordu. Daha sıkı sarıldım ki fırtınada tek başına kaybolmasın diye… Kelimeler biriktirmiş bir sürü, ama cümle kurmaya yetirememiş. Sözler biriktirmiş ama söyleyememiş. Renkler biriktirmiş ama resmedememiş. Gözlerinden öptüm, ellerinden öptüm anladım ve geçtim kayıtlara… Duyabildiğim şey benim kendi sözlerimin bana tekrardan aksedişiydi. Bugün bayram evet bugün bayramdı ama kime bayramdı bilemedim.
Omuzlarından tutarak seyrettim onu, o da beni… acının coğrafyasından çıkıp geldiği belliydi. Kimi kimsesi yok muydu acaba? Sonra usulca oturuverdi yanıma. Başını omzuma yasladı. Konuşmak ister mi acaba derken hafifçe mırıldanmaya başladı. Yorgunum, kışın sert ayazında ormanda kalmış gibiyim. Vakit gece, kurtlar ulumakta ne ısınacak bir ateşim ne de yürümeye takatim kalmış. Ellerimde kalan yalnızca bir umut. Yarın daha iyi olacak beklentisi. Biliyorum çocukça gibi ama umut insanı her daim diri tutan şey değil mi? Benden umutlarımı da almak istediler. Benden geriye hiçbir şey kalmasın istediler. İnsanlar çok acımasız, çok duyarsız. Kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlar. Her şeyi kaybettiğimi düşündüğüm bir anda sen çıkıverdin karşıma. Öylece bu ağacın altına oturmuş bana bakıyordun. Gözlerin yüzyıllık yalnızlığıma değiyordu. Acının coğrafyasında pişmiş ve hüznün ikliminde dinlenmiş gibiydi. Tüm fırtınalarımı bir anda dinginleştiren bir temaşaydı. Dedim ki işte benim gibi acılar içinde ömrünü tamamlamış bir fani. Tıpkı benim gibi, ben gibi… işte geldim yanına ve yasladım başımı omzuna. Söyle bana şimdi, bugün bayram diyorsun. Bayram ne ki hiç bilemedim. Her bayramda evlerde tatlı bir telaşe olur. Çocukluğumdan anımsarım böyle şeyleri. Çocukluğum dedimse bakma şimdi yaşımın küçüklüğüne ben büyüyeli çok oldu sen bilmezsin, bilemezsin dedi. Şimdi bayramlarda hüzün doluyor insan. Ben ellerinde şeker biriktiren bir çocuk olamadım. Benim ellerimde acılar birikti, göz yaşları birikti. Hırçın ve kibirli bakışların, haddini bilmez kelimelerin muhatabı olarak oturdum bir zamanlar bayram sofralarına. Sonra terkettim bayram sofralarını, anne sıcaklığını… kendimi bir dehlize koymak istedim, kimse beni görmesin, kimse kibirli bakışlarını üzerime kusmasın ve kimse tuğyan içindeki hafriyat olan cümlelerini kalbime boşaltmasın diye. Kalbim bir moloz yığınına dönüşmesin diye. Her şeyi kaybettiğimi düşündüğüm bir anda seni gördüm. Bana bakan bir çift gözü gördüm. Tıpkı benim gözlerim gibi acıyla demlenmiş, hüznün ikliminde büyümüş bir gözdü seninkisi. Tüm fırtınalarıma rağmen görebildim seni. Anlayabildim bakışlarındaki şefkati, kırılganlıkları… benim yüzyıllık yalnızlığım gibi karşımdaydın öylece. Belki bana söyleyecek baharın coşkusundan çıkmış yepyeni kelimelerin vardır umuduyla yanına geldim diyebildi.
Dinledim bir süre kalbinin çığlıklarını. O son kelimesini söyleyinceye kadar sustum ve dinledim. Yalnızca acılar biriktirmemiş bir çok kelimeler de biriktirmişti. Kelimelerinin her biri uzun bir yalnızlıkla örülmüştü. Ben onun yüzyıllık yalnızlığının ilk tanığıydım. Ne söylesem dinmeyecek bir acının ortasındaydım. Geçer boşver bunları diyemezdim. Geçmeyecekti ve her daim kanayacaktı. Bazen yara kabuk bağlayacaktı ama bu kabuk her an yırtılmaya müsait bir incelikte olacaktı. Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir söz, kimi vakit hüzünlü bir şarkı ya da bir film sahnesi o yarayı kanatmaya hazır olacaktı. Geçmeyecek bir yaraydı onunkisi… ama insanoğlu geçmeyecek yaralarıyla barışık bir şekilde yaşayabilirdi. Bunu ben çok iyi biliyordum. Biliyordum ama şimdi nasıl anlatabilirdim ona. Bir süre öylece kalakaldım. Sonra karşıma aldım onu ve gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladım.
İnsan acılar içinde kıvranırken, hayata tutunabilmek için bir neden arar. Yaşadığı boşluğu doldurabilecek bir neden. Zira o boşluk dolmazsa ya boşluğun dibinde kaybolacaktır ya da kendine bir uçurum yaratıp oradan aşağı atacaktır. Ben o boşluğun da uçurumun da hep kenarındaydım. Hayatım hep bu gelgitlerin içinde geçti. Eğer ki Allah ile tanışamamış olsaydım şimdi burda seninle olamayacaktım. Ben kendimi kimsesiz, çaresiz hissederken O “Rabbin seni terketmedi ve sana darılmadı…” diye söyledi. Beni yetim bulup barındırdığını, fakir bulup zengin kıldığını ve sonumun ilkimden daha iyi olacağını müjdeliyordu. Ne zaman sıkıntıya düşsem, göğsümü açacağı müjdesini veriyordu. Allah’tan ümit kesmememi öğütlüyordu. Sabırla, salatla Allah’tan yardım dilememi istiyordu. Ben karanlığın içinde vahyin ışığına tutunarak acıyla boğuşmasını öğrendim. Gördüm ki nice resuller benim yaşadığım acının kat be kat daha fazlasını yaşamışlar. Gördüm ki benim yaşadığım acı çok da hayıflanacak bir acı değil. Elbette böyle diyerek ne senin acını ne kendi acımı hafife almıyorum. Ama acıların insanı olgunlaştıran bir yanı olduğunu da görüyorum. İnsan elinde biriktirdiği şeyin kendisi için çok kötü olduğunu düşünebilir. Mesela ellerindeki göz yaşı, acılardan örülü kelimeler, hüzün deryası bakışlar hepsi bir anda sana yepyeni yeni bir hayat için umut olabilirler. Bütün bunlar vahyin ışığında, yol göstericiliğinde hikmete, ferasete dönüşebilirler. Allah, insana taşıyamayacağı yükü nasıl ki yüklemezse acılar da buna dahildir. Şimdi bu acılar yaşandı diye kahrolacak mıyız yoksa bu acılardan beslenerek kendimizi inşa edecek yeni kelimeler mi bulacağız? Evet bugün bayram ve ben de senin kadar bayramlardan hazzetmem, ben de senin gibi kendimi bir yalnızlığa mahkum etmek isterim. Ne var ki hayat ırmağı akmakta ve biz o ırmaktayız. Boğulmak yerine bir kenara çekilip bir süre ırmağın akışını seyredebiliriz. Irmağın içinde kalarak yaparız bunu. Sonra yine ırmağın içinde yüzüp kendimize bir hayat kurabiliriz. Yaşamak, her daim içinde umut barındıran bir devinimdir. Yaşamak, insana kendi sınırlarını öğreten bir öğretmendir. Yaşa ki yaşatabilmenin sorumluluğu ve huzuru içinde vahiyle kendine yeni bir dünya inşa edebilesin. Yaşa ama nefret ettiğin şeye dönüşmeden, yaşa ama biriktirdiğin onca kelimelerini, bakışlarını, renklerini güzel bir esere dönüştürebilmek için yaşa. Sen yaşadıkça yaslanılacak bir dağ ol, kapısı çalınacak bir adam, ağlayanın başını yaslayacağı bir omuz, uzaktan görününce bir umut ol.
Sessizce dinledikten sonra kalktı ve gözlerinde beliren mütebessim bir çehreyle benim artık gitme zamanım geldi dedi. Onun gidişini izlerken kendi çocukluğumun benden uzaklaştığını görebiliyordum. Dur gitme diye seslendim arkasından. Yüzüme bile bakmadan el sallayarak sen büyüdün artık büyüdün dedi. Altında oturduğum ağacın gölgesinde uyukalmışım, irkilerek uyandım birden. Sesi hala kulaklarımda çınlıyordu sen büyüdün artık diyordu. Bense bundan emin değildim. Zira bugün bayramdı ve ben kendimi bir yalnızlığa saklamak için kendimden kaçmakla meşgüldüm.
Geriler kök salmış ağaç gibi, tutuyor dalları. “”Sen yaşadıkça yaslanılacak bir dağ ol, kapısı çalınacak bir adam, ağlayanın başını yaslayacağı bir omuz, uzaktan görününce bir umut ol.””
ileri ise hep umut dolu.
Kalemine sağlık kardeşim. Memleket havası tütüyor.
Yüreğime dokunan hüzünlü bir yazı olmuş kardeşim duygulandım sayende ömrün hayır olsun
Merhaba Bünyamin bey. İnternette gezinirken karşılaştığım hikayenizi okudum ve etkilendim. Diğer yazılarınıza da biraz göz attım. Haddim olmayarak söylemek isterim ki hikayeniz denemelerinizden daha güzel. Bende yazı işleriyle zamanında biraz uğraşmıştım. Yazdıklarımı inceleyecek, iyi olduğum yanlarımı vurgulayıp, zayıf yönlerimi göstererek gelişmemi sağlayacak birilerinin yazılarıma bakmasını istemişimdir. Her yazarın böyle bir arayışı olduğunu düşünerek hikayenizle ilgili bir analiz yazısı kaleme aldım. Umarım yanlış anlamazsınız beni;
“Gözlerinde ki hüzün ele vermekteydi onu.” Yazmaya yeni başlamış adayların genelde yaptığı bir hata: içlerindeki duyguyu bir an önce satırlara dökmek isterler. Bu ikinci cümlenizde çok hızlı bir şekilde duygularınızı gözler önüne serip “Sanki kalbinin yorgun bir vaktinde içinde yeşerttiği tüm ağaçları devrilmiş gibiydi.” Cümlesiyle ağır bir melankoliye sokmak istemişsiniz okuyucuyu. Biraz okuyucunun kelimelerinizi, cümlelerinizi tanıması için zaman vermelisiniz. İfade etmeye çalıştığınız hayata karşı hüsran duygusunu simgesel anlatmaya çalışılırken garip bir şekilde okuyucuda kim, nerde, ne zaman gibi soruların belirmesine sebep oluyor ve ağaçları devirerek aşırı bir dramatize sergiliyorsunuz.
“Önce hafiften bir sağanak indi yanaklarına sonrası evet sonrası anlatılmazdı, anlatılamazdı…” burada sağanak kelimesi hafif kelimesinin yanında yanlış kullanılmış. Çünkü sağanak kelime anlamı olarak aniden başlayan, çok yağan ve aniden kesilen yağmur anlamına geliyor. “anlatılmazdı, anlatılamazdı…” ifadesi ise konuyu anlatmanın bir başka yolu olarak kullanmışsınız ama okuyanda “yaa aslında anlatmak istiyorsunda, daha önemli anlatman gereken şeyler varmışta biran önce oraya geçmek istiyormuşsun ve o yüzden üşengeçlik yapmışsın” gibi bir düşüncenin oluşmasına sebep oluyor.
“Ne kadar zaman geçti bilinmez sanki fırtına kaybolmaya başlamıştı.” Bu cümleden 5 cümle sonra ve yeni bir paragrafta yine aynı kelimeler karşılıyor bizi. “Ne kadar zaman geçti bilinmez, hangi mevsimler değişti bilinmez fırtına durdu, göz yaşı durdu.”
“Kelimeler biriktirmiş bir sürü, ama cümle kurmaya yetirememiş. Sözler biriktirmiş ama söyleyememiş. Renkler biriktirmiş ama resmedememiş.” Sıralı cümlelerle şiirsel bir anlam vermeye çalışırken hikayeyi biraz daha uzatmaya çalışmışsınız gibi geldi bana.
“Duyabildiğim şey benim kendi sözlerimin bana tekrardan aksedişiydi.” Aksetmekle sözün tekrar kendinize dönmesini ifade etmiş oluyorsunuz. Tekrar ve aksediş bir arada kullanılınca cümlede fazlalık oluşuyor.
“İnsanlar çok acımasız, çok duyarsız. Kendilerinden başka bir şey düşünmüyorlar. Her şeyi kaybettiğimi düşündüğüm bir anda sen çıkıverdin karşıma.” Karşılaşma anına çok hızlı bir geçiş yapmışsınız. Ve aynı paragraf içinde yine aynı cümle ile karşılaşıyoruz; “… Her şeyi kaybettiğimi düşündüğüm bir anda seni gördüm.” Ve bu ikinci cümle aslında bir sonraki paragrafta sizin yani yazarın kendi düşüncelerini anlatması için köprü olsun diye kullanmak istemişsiniz. İlk kullanımınızı kaldırıp karşılaşma anına hızlı geçişi sonlandırabilirsiniz.
“Tüm fırtınalarımı bir anda dinginleştiren bir temaşaydı.” Belli ki “temaşa” sözcüğü cümleyi daha şiirsel yapsın diye kullanmışsınız ama dikiş izi belli oluyor.
“Dedim ki işte benim gibi acılar içinde ömrünü tamamlamış bir fani.” Ömrünü tamamlamak ifadesiyle abartı bir dramatize duygusu oluşuyor.
“Çocukluğum dedimse bakma şimdi yaşımın küçüklüğüne ben büyüyeli çok oldu sen bilmezsin, bilemezsin dedi.” Hani biraz önce karşılaştığın bu yabancı “Acının coğrafyasında pişmiş ve hüznün ikliminde dinlenmiş gibiydi.”
“sonra terkettim bayram sofralarını, anne sıcaklığını… kendimi bir dehlize koymak istedim, kimse beni görmesin, kimse kibirli bakışlarını üzerime kusmasın ve kimse tuğyan içindeki hafriyat olan cümlelerini kalbime boşaltmasın diye.” Zulüm ile taşkınlıkta çok ileri gitme durumu olarak anlam bulan “tuğyan” kelimesi anlatılmak istenen şeyi anlatmak adına doğru bir kelime olmakla birlikte cümleyi bozmuş, muallakta bırakmış.
“Bazen yara kabuk bağlayacaktı ama bu kabuk her an yırtılmaya müsait bir incelikte olacaktı.” Yırtılmak yerine kavlamak kelimesi daha kulağa hoş geliyor.
Sondan ikinci paragrafta denemelerinizde olduğu gibi hep anlatmaya, öğretmeye çalışan ifade gün yüzüne çıkmaya başlıyor; “Ben o boşluğun da uçurumun da hep kenarındaydım.” “Gördüm ki nice resuller benim yaşadığım acının kat be kat daha fazlasını yaşamışlar.” “Gördüm ki benim yaşadığım acı çok da hayıflanacak bir acı değil.” “Mesela ellerindeki göz yaşı, acılardan örülü kelimeler, hüzün deryası bakışlar hepsi bir anda sana yepyeni yeni bir hayat için umut olabilirler. Bütün bunlar vahyin ışığında, yol göstericiliğinde hikmete, ferasete dönüşebilirler.” “Yaşamak, her daim içinde umut barındıran bir devinimdir.” “Yaşa ki yaşatabilmenin sorumluluğu ve huzuru içinde vahiyle kendine yeni bir dünya inşa edebilesin.” “güzel bir esere dönüştürebilmek için yaşa.”
“Onun gidişini izlerken kendi çocukluğumun benden uzaklaştığını görebiliyordum.” “Altında oturduğum ağacın gölgesinde uyuyakalmışım, irkilerek uyandım birden.”
Sondan başlayarak düşüncelerimi ifade etmek istiyorum. Benim için vurucu nokta sondan bir önceki paragrafta bulduğunuz aydınlıktan ziyade işte bu son satırlar. Anlatı sanatının incelikleri, oyunları burada saklı. Bu hikaye gerçekten bir park bahçesinde karşılaştığınız masum çocukla mı ilgili yoksa gördüğünüz rüyadaki çocukluğunuzla mı ilgiliydi? Belki biraz daha psikanalize girebiliriz ama her anlatı birazda böyle şeyler için yaratılır. Ve bize güzel gelen şey aslında satırların arasında fısıltısını duyabildiğimiz bu duygulardır.
Sondan ikinci paragrafta vurgulamaya çalıştığınız acılar insanları olgunlaştırır fikri sanırım her ötekileştirilmiş ve bu ötekileştirmeye karşılık yüce bir iradenin tezahürü olarak yaşamın anlamını arayan kişilerin ortak düşüncesidir. Dostoyevski’nin romanlarını okuyup hayat hikayesini araştırdığımda vay be böylesi acılar nedeniyle böyle büyük bir yazar olmuş demek ki demiştim. Bu düşünceler gayet normal ama yazış şeklinizde ilahi bir emir almış gibi sürekli böyle şeyleri vurgulamanız sizi okumayı zorlaştırıyor. Bilgiye, bilene ulaşmak artık çok kolay.
Bundan sonra yazacaklarım yazış tarzıyla ilgili tercih meselesi o yüzden kuram olarak ele almayın lütfen. Franz Kafka’nın yıllar önce Dönüşüm’ünü okuduğumda ya bu hikayeyi niye bu kadar abartıyorlar ne var ki bunda demiştim. Peşini bırakmadım tabi bunu söyledikten sonra. Franz Kafka modern bir yazar olarak hikayelerini simgesel anlatıyor. Yani hikayelerinde geçen betimlemeler, objeler, olaylar aslında olduğundan farklı anlamlar ifade ediyor. Mesela hikayede babasının attığı elma dinsel öğretinin elması. Bunu öğrendikten sonra hikayeyi öğrendiklerim çerçevesinde yeniden okuyunca gerçekten hikaye farklı bir anlam kazandı. Ama yine de bana hitap etmediğini düşündüm. Yıllar sonra Kafka’nın mektuplarını okuduğumda resmen ona hayran oldum. O nasıl bir anlatım tarzı, nasıl sarih cümleler öyle. Dedim ki kendi kendime ya boşver moderniz mi, post modernizmi, sen romantizmde takılıp kalmışsın ve onu seviyorsun, demek ki gelişememişsin. Kafka’da eğer yaşıyor olsaydı ona da aynı tavsiyede bulunurdum. Hikayenizi okurken bu düşünceler belirdi zihnimde. Bünyamin bey boşverin metaforik ve simgesel anlatımları. Hikayenin temelini oluşturan duygu ve düşünceler çok güçlü onu anlatmak için kullandığınız şiirsel ifadeler hikayede dikiş izi yapmış. Sade bir anlatım yolu tutun. Hem bu toplum okumayan bir toplum anlamaz böyle şeyleri.
Yazmak yazarak öğrenilen bir şey. O yüzden bu tespitlerim sizi yaralayıp, kırmasın lütfen. Hem kırsa ne olacak, bir meczup bir şeyler karalamış geçmiş işte dersiniz olur biter.
Kalın sağlıcakla.
Öncelikle hikayeyi okuyup uzunca bir eleştirel yazı yazdığınız için teşekkür ederim. Zahmet vermişiniz, değer vermişiniz ve bir edebiyat gözüyle eksikleri, sizce olması gerekenleri bir bir sıralamışınız. Bu yazdıklarınızın tamamını başka bir hikaye yazdığımda mutlaka değerlendirmeye alacağım. Elbette her yazı yeni hatalar içerecektir ve bu tür hatalar belki ömrümüzün sonuna kadar da devam edecektir. Aslına bakılırsa ben hikaye yazarı değilim. Bir kaç hikaye denemem dışında bir yazım da olmadı. Genelde beğenmediğiniz ya da daha az beğendiğiniz diyelim deneme yazıları yazıyorum. Eleştirilerinize hiç kızmadım, eleştirilerinizden dolayı yaralanmadım da. Hatta iyi ki de bu güzel, yerinde eleştiriyi yapmış dedim. Varolun ve bu eleştirilerinizi benim yazdığım her yazıya gönül rahatlığı ile yapın. Belki bu eleştirileriniz sayesinde yazmış olduğum yazılar bir usul ve edebi bir kimlik kazanır. Zira benim de öğrenmeye çok ihtiyacım var. Teşekkür ederim ilgi ve alakanıza.