Saklamak ve saklanmanın farklı algılara yol açtığı, teşhirin normalleştiği bir dönemdeyiz. Ev içleri, hastaneler, mezarlıklar, eğlence mekanları ayırt etmeden sosyal medya hesaplarından paylaşım yapılıyor. Dijital çağın Müslümanlar üzerindeki etkileri hakkında çalışmalarda bulunan, günümüzde kadına bakışı değerlendiren kitaplara imza atan araştırmacı yazar Nazife Şişman, bu kez mahremiyet konusuna dikkat çekiyor. Editörlüğünü üstlendiği ve 11 farklı ismin yazılarına yer verilen “Mahremiyet – Hayatın Sırları ve Sınırları” adlı kitapta özgürlük, tasavvuf, mekan, fıkıh, sosyal medya, toplum ve çocuk gibi farklı açılardan mahremiyet sorgulanıyor. Nazife Şişman ile değişen mahremiyet algısını konuştuk.
Küreselleşmeyle birlikte ülkeler arasındaki sınırlar kalkacak deniyordu ancak bugün görüyoruz ki insanlar arasındaki sınırlar yok oluyor. Herkesin kendini sergilediği, herkesin herkesi gözetlediği bu vasatta “mahremiyet öldü” diyebilir miyiz?
İnsanlar, eskiden özel diye nitelenen pek çok bilgiyi artık açıkça paylaşmaktan çekinmiyorlar. Yeni mecralar, mahremiyetin tanımını değiştirerek kendini sergilemeyi adeta normalleştiriyor. Bu gözlemlerden yola çıkarak “mahremiyetin ölümü”nü ilan edebilir miyiz? Gözlemlerimiz bu ilanı sanki zorunlu kılıyor. Esasında geçen yüzyılın ikinci yarısında bu feryadı duymaya başlamıştık. 1960’lardan itibaren “mahremiyetin tükenişi”, “mahremiyetin yok oluşu”, “mahremiyetin ölümü” gibi başlıklarla makaleler, kitaplar yayınlanmaya başlandı. Evet, yüzeysel bir gözlem bile mahremiyetle ilgili bir sorunumuz olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Ama insanlık tarihi kadar eski ve insanı insan yapan sınırları imleyen bir kavramın, bir olgunun tamamen hayatımızdan çıktığını söyleyemeyiz. Hızla, hızlı değişimle ve teknolojinin sorgulanamaz hakimiyeti ile tanımlanan çağımızın, insanlık tarihinde oldukça kısa ve sadece bir dönem olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Meseleleri ele alırken içinde bulunduğumuz durumu mutlaklaştırmadan, şimdiye hapsolmadan, bugünün içinden, ama değişmeyen hakikatlerin ışığında değerlendirmek zorundayız. Evet mahremiyetle ilgili yeni ve ciddi sorunlarımız var. Elinizdeki derleme kitap, mahremiyetin ölümünü ilan eden koroya katılmak yerine sorun alanına işaret etme ve anlama girişiminde bulunuyor.
DİJİTAL GÖZETİMİN ÖTESİNE GEÇEBİLMELİYİZ
Mahremiyet, özel hayat konusu genelde yabancı isimlerin araştırmaları üzerinden konuşuluyor. Bunun sebebi nedir?
Pek çok toplumsal meseleyi ele alırken ya tarihte bize ait uygulamalar üzerinden güzelleme yoluna gidiyoruz ve bol bol nostalji üretiyoruz ya da Avrupa’daki, Amerika’daki çalışmaları birebir tercüme edip uyarlama kolaylığına sığınıyoruz. Dijital araçların değişime uğrattığı bir vasatta mahremiyeti konuşurken de yapılan bu, ne yazık ki. “Eskiden ne güzel mahremiyeti koruyan bir toplumduk, şimdi bozulduk” nostaljisi hakim. Mahremiyetin kişinin ihlal edilemez sınırlarına işaret eden temel birtakım özellikleri olsa da mekanla, zamanla değişen dönüşen bir yapısının olduğunu ihmal ediyor bu yaklaşım. Diğer taraftan Müslüman bir toplumda mahremiyetin metafizik ve felsefi arka planını, haram ve hürmet kavramları ile bağlantısını ihmal eden tercümeye dayalı bir yaklaşım var. Sizin yabancı isimler diye tanımladığınız bu yaklaşım, mahremiyeti sadece “gözetim toplumu”nda özel hayatın korunması düzeyinde ele alıyor.
Nasıl ele alabiliriz?
Her kavramın, her olgunun bir tarihi var. Bugün küresel/dijital bir kültürün muhatapları olduğumuz için Doğu-Batı karşıtlığı eski anlamını yitirmiş olsa da kendi tarihsel tecrübemizi dikkate almadan bugünü anlamamız mümkün olmaz. Mesela Osmanlı toplumunda mahremiyeti, özel-kamusal ikili karşıtlığı üzerinden ele alamayız diyor Uğur Tanyeli. O zaman mahremiyeti ele alırken farklı tecrübeler, farklı uygulamaları mutlaka dikkate almamız gerekir. Yani mahremiyeti, sadece dijital gözetim ve güvenlik ekseninde değerlendirmenin ötesine geçebilmeli, daha derinlikli bir ele alışı başarabilmeliyiz. İşte “Mahremiyet: Hayatın Sırları ve Sınırları” kitabında kıymetli yazarlarımız bu tespitten yola çıkıyorlar ve “bugünün içinden ve buradan” konuşmaya çalışıyorlar.
Paylaşılmayan yok sayılıyor
Kadınlar, mutfaklarının bütün mahremiyetini sosyal medyada paylaşıyorlar. Bu durum mahremiyetin dönüşümüyle ilgili olarak bize nasıl bir okuma sunuyor?
Bugün mekânsal sınırları aşan bir gözleme ve gözetleme kültürünün içinde yaşıyoruz. Sosyal medyanın izlenme, performans gibi metrik ölçekler üzerinden kişileri teşhire zorladığı bir vasat hakim. Paylaşılmayan, görünmeyen yok sayılıyor. Velhasıl basit bir yemek/pasta paylaşımı meselesi değil, gündemimizde olan. Hem teknoloji hem mekan hem ilişkiler… Bütünüyle bir kültür değişiyor.
Devlet vatandaşı şirketler müşteriyi izliyor
Teknoloji ve gelecek düşünüldüğünde genelde olumsuz çıkarımlar yapıyoruz. Peki olumlu yönü var mı mahremiyeti seyreltmenin? Mesela taciz, tecavüz, tehdit vakalarını tespit etmede, suçluları ortaya çıkarmada iyi bir şey yapmış olmuyor muyuz?
Güvenlik amaçlı izlemenin elbette kaçınılmaz olduğu durumlar söz konusu. Mobese kameraları ile sürekli izleme, yüz tanıma sistemleri, kişi arama araçları günümüzde suçluların tespit edilip yakalanması için kullanılıyor ve güvenlik böyle sağlanıyor. Bunlar sizin bahsettiğiniz olumlu yönüne işaret ediyor yeni teknolojilerin. Fakat güvenlik sağlanırken gözetleme üzerinden bir tahakküm de kurulmuş oluyor. Devletler vatandaşlarını, büyük şirketler de muhtemel müşterilerini izliyor.
Biz de katkı sağlıyoruz buna…
Evet, kendimize ait bilgileri etrafa saçıyoruz. Akıllı makineler, bot hesaplar, bu bilgileri topluyor. Nasıl çalıştığını bilmediğimiz akıllı makinelerle muhatabız. Bunları kullanan Cambridge Analytica gibi şirketlerden haberdar olduk, ABD seçimleri vesilesiyle. Facebook’un kullanıcı bilgilerini paylaşarak siyasette nasıl yönlendirici olabildiği meselesi hala tartışılıyor. Mobese kameralarına takılan ya da gönüllü olarak paylaştığımız bilgilerin nasıl kullanılacağına dair bir fikrimiz yok.
Bunlar üzerinde bir kontrolümüz de yok. Cebrî gözetlenme hem bir güvenlik hem de ticari bir mesele.
Eleştirel mesafe kayboluyor
Teknolojinin etkileri her toplumda aynı mı? Biz bu etkileri önceden fark edip neden tedbir alamıyoruz? Bizim teknoloji ile sınavımız modernleşme tecrübemizin renklerini taşıyor. “Batının tekniğini alalım, kendi kültürümüzü muhafaza edelim” şeklindeki yaklaşım teknolojiye eleştiri mesafemizi belirledi. Bu yüzden Batı’daki teknoloji eleştirilerini bile yüz yıl geriden takip ediyoruz. Müslümanlar bir tarafta “İslam terakkiye mânidir” şeklinde özetlenebilecek oryantalist yargının, diğer tarafta ise ekonomik ve siyasal açıdan yaşanan yenilgi ve olumsuz koşulların baskısı altında bakıyorlar meseleye. Böyle olunca, güç devşirmek, yenilgiden kurtulmak için en yeni teknolojiye ulaşmak, bir çözüm gibi görünüyor. Eleştirel mesafe tamamen kayboluyor, önceden fark etme söz konusu olamıyor.
Yeni Şafak Pazar