Erzincan’ın soğuk bir kış gecesi. Sokak ortasında bir eski Reno araba. Sakallı, takkeli, orta yaş üstü bir baba. Reno arabada tek başına yaşıyor. Samimiyetiyle ve baba duygusuyla konuşuyor. Bütün evlere sahip çıkma inancıyla tutuşuyor. Bir Müslüman babanın sessiz çığlıklarını atıyor. İnsanın içini yakan bir baba feryadına çarpılıyoruz. Çarpıldığımız babayı sokağa atan kanunun ve tutumun zalimliğidir. Baba, çocuklarına İslam’ı öğütlediği ve İslam’a uymalarını istediği için evinden dışarı atıldığını söylüyor. Evden uzaklaştırma denilen kanun, resmen babayı evinden sokak ortasına atmış. Babanın ruhunda fırtınalar kopuyor. İstanbul Sözleşmesi’ne kızıyor. Bunun Müslümanların ailesini yıktığını söylüyor. İktidarı yardıma çağırıyor. Ama yine de hükümete inancını kaybetmiyor.
Siirt’te başka bir babanın hikayesi var. 17 yaşındaki kızı gece saat 23.00’te eve geliyor. Baba buna çok kızıyor ve kızına bir tokat atıyor. Anne ve kız şikayet ediyorlar onu. Baba evden uzaklaştırılıyor. Baba, kız kardeşinde kalıyor. Fatih Sevgili arkadaşımıza diyor ki: “Ben şimdi ne yapayım. Herkese rezil oldum. Eve gitsem gözüm onları görmek istemiyor. Bu defa gerçekten öldürürüm. Gitmesem bu defa beni, daha da rezil edecek bir şey yaparlarsa (eve başka erkek almak gibi ) ne yapar ne ederim?”.
Memleketimizde daha nice böyle hikayeler yaşanıyor. Bir sözleşme ve bir yasal düzenleme Türkiye’de babanın inanç ve kültür dünyasını hiçe sayarak uygulamaya dönüyor. Kadının beyanını esas alan ve anlaşmazlık durumunda babayı evden uzaklaştıran yasadan bahsediyorum. Fransız düşünür Montesquieu , daha 18. Yüzyıl’da kanunların sosyolojik ruhundan bahsediyor. Kanunların dayandığı sosyoloji…Türkiye’de babanın dayandığı kültürü dikkate almıyoruz ve koyduğumuz kanunla aile içi şiddeti çözeceğimizi düşünüyoruz. Sonuç bir fiyasko! Çünkü şiddet azalmıyor ve üstelik yeni başka sorunlara yol açıyor. Babanın ölümüdür bu! Oysa baba salt biyolojik bir varlık değil. Evli olan, hatunu olan ve çocuk sahibi olan bir biyoloji değil. Bir beden metası da değil. Baba, bedenden daha fazladır. Bir anlam dünyasıdır. Bu anlam dünyasına baba kültürü diyoruz. Bir kanunla ne baba değişir ne de yeni baba gelir! Yıllar içinde, toplumun örfleri ve uzlaşmalarıyla oluşur.
Bizim kültür dünyamızda baba, evin kurucu aktörüdür. O nedenle de ağır mesuliyetleri var. Mesela evin geçiminden sorumludur. Hala da kadın para kazanarak eve katkı sağlasa bile geçiminden endişe duyan en önemli kişi baba olmaya devam eder. Baba, evi evirip çeviren otoritedir. Otoriter demiyorum, otorite diyorum. Çocuklar arası ve aile için düzenin bekçisidir. Bostan ev ise bekçi de babadır. Baba, güven veren varlıktır. Tarım toplumunun eşkıyalarına karşı kas gücüyle aileyi koruyan bir şahsiyet olarak geçmişte kalmadı. Hala varlığıyla güven verir. Hastalıkta, belada ve sıkıntıda ailenin sırtını dayanarak kendini iyi hissedeceği bir dağdır. Olası fırtınalarda sığınacağı bir limandır. Annenin çocuklara söz geçirmesinin ve onları terbiye etmesinin her zaman en önemli caydırıcı kuvvetidir.
Bugün post-modern batıda baba ölmüştür. Aile dağılmaktadır. Erkekler baba olmaktan kaçıyor. Kadınların ve çocukların aradığı baba otoritesi yoktur. Baba, salt biyolojik bedendir. Ekonomik partnerdir. Ekonomiden ve biyolojiden öte bir değeri yoktur. Bu nedenle hem saygınlığını hem de anlamını kaybediyor. Saygın, tecrübeli, büyük, aileyi evirip çeviren ve sırtın dayayacağı bir çınar olmaktan çıkıyor. Post-modern sürgündür baba. Ailesinden sürgün, saygınlığından sürgün, büyüklüğünden sürgün. Şimdi babanın sürgün zamanları Türkiye’ye de uzandı. Türkiye’de de baba sürgündedir artık. Evinden atılandır. Ev, otoritesizdir, başsızdır. Bütün başların rahat girip çıkmasına açık hale gelmiştir. Artistler, patronlar, şarkıcılar…Çocuklarımız şimdi onların otoritesinde paramparça.
Yeni Şafak / Ergün Yıldırım