Gelin ve damat, kıyafetleri üzerinde olarak Anıtkabir’e geliyorlar, Mozole’nin sonundaki temsili kabrin önünde secdeye varıp mermeri öpüyorlar!
Bu tam mânasıyla bir tapınma töreni!
Kültçülük böylece hükmünü icra ediyor.
Barolarla ilgili düzenlemeye, bu kesimden tepki gelmesi şaşırtıcı değil. Eğer hukuk devleti kavramını zedeleyen, hukukun üstünlüğünü haleldar eden bir durum varsa, tepki de kaçınılmaz. İşin bu tarafına itirazın anlamı yok.
Fakat mesele bundan mı ibaret?
Son ana kadar iyimserliğimi muhafaza ettim.
Ankara sınırında durdurulan baro başkanları, davalarını savunmak için ne yapmaları gerekirse onu yapmalılar.
Mesela, tepki hükümeteyse hükümete yönelik tavırlarını ortaya koymalılar, yok “bu Meclis’te görüşülecek bir konudur” deniliyorsa, TBMM başkanına ve TBMM’de grubu bulunan siyasi partilere, ayırım yapmadan görüşlerini doğrudan anlatmalılar.
Bunun için yürüyüş yapmak da şart değil.
Peki onlar ne yaptı? Tam tabiriyle Anıkabir’e tosladılar!
Dünyevî bir konunun uhrevî bir mekânla ne ilgisi olabilir? Laiklerin bir mezarla alıp veremediği ne olabilir?
“Efendim orada yatan lider hukukumuzu uçurmuştu, hukuk devletini kâmil mânada sağlamıştı, hukuk üstünlüğü altın çağını yaşamıştı” denilmek isteniyorsa…
Eh orada duralım!
Türkiye’de hukukun her vasatta çiğnendiği, rafa kaldırıldığı bir dönem varsa, Cumhuriyet’in ilk dönemidir.
O sıralar barolar var mıydı?
19. yüzyılın sonlarından beri dava vekillerinin teşkilatları var. Cumhuriyetin ilk yıllarında avukat yerine muhamî deniliyor. “Hami, himaye” kelimelerini hatırlayalım, “koruyan, savunan” mânasına. 3 Nisan 1924’te Muhamat Kanunu çıkarılıyor. (Muhamat da aynı kökten bir kelime) Bu Kanun’un geçici bir maddesine göre İstanbul Barosu “münfesih” sayılıyor, kayıtlı 960 üyenin 482’si tasfiye ediliyor. İstanbul Barosu’nun haklı tepkisi üzerine, bundan vazgeçilmek zorunda kalınıyor. Cumhuriyet döneminin ilk baro genel kurulu, 28 Ağustos 1924’te tasfiye edilen avukatların da katılmasıyla toplanıyor ve Lütfi Fikri başkanlığa yeniden seçiliyor.
Lütfi Fikri, serbest fikirli bir hukukçu. Aynı zamanda fikir sahibi bir yazar. Bu yüzden Abdülhamid döneminde sıkıntıya uğruyor, yurtdışına kaçmak zorunda kalıyor. Cumhuriyet döneminde de hilafetin kaldırılmasına karşı çıkması yüzünden dönemin gazetecileri ile birlikte İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıyor beş yıl kürek cezasına (ağır hapis) mahkûm ediliyor. Lütfi Fikri Bey altı ay sonra serbest bırakılıyor ve tekrar İstanbul Barosu Başkanlığı’na seçiliyor. İnsanın “Lütfi Fikri de adammış o zamanın barosu da ne baroymuş” diyesi geliyor!
Şimdiki barocularda böyle bir hür fikirlilik taraması yapsak ellerimiz boşta kalır. Bunun açık delili Anıtkabir’e toslamaları. Hakların aranacağı yer orası değil.
Peki Lütfi Fikri’den sonra Barolar ne oldu?
Tabii ki tek partinin aygıtı haline getirildi. Hukukun üstünlüğünden, hukuk yapanların üstünlüğüne geçtiler ve bu süreç bugüne kadar geldi.
Daha önceki yıllarda baroların yapıp ettiklerini hatırlayalım.
Biz 1960’larden beri olanları biliyoruz. 27 Mayıs darbesini Barolar nasıl karşıladı? Davul zurna ile! Yassıada Mahkemelerine karşı bir tavır gösterdiler mi? Ne gezer!
Ya 12 Eylül? Onu geçelim, daha yakına gelelim: 28 Şubat’ta barolar neredeydi? Toptan hukuksuzlukların yanındaydı!
Daha yakın olaylara girmeyeceğim. Son yıllarda Türkiye’yi teslim almaya çalışan terör hareketlerini masum göstermek de baroların işi oldu.
Hukuk bu baroculardan öğrenilebilir mi?
İstemem, eksik olsun!
Karar