Bundan yaklaşık 19 sene önce (14 Ağustos 2001 tarihinde) kurulmuş olup, 3 Kasım 2002 tarihinden bu yana ülkeyi yönetmekte olan, ülkenin, kesintisiz olarak en uzun süre iktidarda kalan partisini (Adalet ve Kalkınma Partisi) nasıl anlamak lazım? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Ak Parti tam olarak neye tekabül etmektedir? Acaba Parti kendi kendini var etmiş ve ardından da ülkenin kaderine el koymuş mudur yoksa ülke mi bu partiyi var etmiş ve kaderine el koymuştur? Ak Parti beklentilerin sonucu mudur, yoksa beklentiler mi onu doğurmuştur? Kesintisiz on yedi yıldır iktidarda kalması, partinin özel becerisi ile mi izah edilmelidir yoksa beklentilerle mi?
Herhalde söze şuradan başlamak isabetli olur: Adalet ve Kalkınma Partisi (kendisinin belirlediği kısaltılmış adıyla Ak Parti), belki de tek başarısı, en düzgün işleri bile karman çorman etmek olan koalisyon hükümetlerinin olanca beceriksizliği ve güçsüzlüğünün verdiği siyasal işkencenin ardından gelmiştir. Doğal olarak toplum koalisyonsuz, tek ve ama güçlü bir parti tarafından yönetilen, her kafadan bir sesin çıkmadığı bir ülkeyi özlemişti. Her kafadan değil, tek kafadan sesin çıktığı toplumda, yanlış bile olsa bir düzen olmakta, bu düzen insanlara güven vermektedir. Cumhuriyet neden tek parti ve tek lider (‘ebedi şef’) vasıtasıyla kurulmuştur? Çünkü ikinci bir parti ve ikinci bir lider daha olsaydı, başarı şansı zayıflardı. İşte Ak Parti, koalisyonlardan yorulmuş toplumun ‘tek parti iktidarı’ özleminin zinde bir cevabı olarak doğmuştur.
Bu maddenin mecburi bir devamı olarak, güçlü bir tek parti, güçlü lider beklentisini de beraberinde getirmektedir. Zaten güçlü bir lideri olmayan güçlü bir parti tasavvur etmek pek mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında bir kere daha Cumhuriyete atıf yapmak gerekirse, devrimlerin ‘sorunsuz’ şekilde ikame edilmesinde, Mustafa Kemal’in kararlı ve devletin gücünü (iç siyasette) sonuna kadar kullanması gibi özellikleriyle bugünkü iktidar arasında önemli paralellikler tespit edilebilmektedir.
Hemen her toplum gibi Türkiye insanı da, yerine göre seven, yerine göre döven, masaya yumruğunu vuran, gerektiğinde masayı deviren, kızan, köpüren, tehditler savuran liderleri daha fazla tutmaktadır. Lider dediğin, ‘kodu mu oturtan’ cinsinden olmalıdır. Kitle psikolojisi bunu istemektedir. Lider, kavgadan kaçmıyor, geri adım atmıyor, muhataplarını nakavt edebiliyorsa, haklı mı haksız mı olduğu, kitlenin umuru değildir. Böyle bir atmosferde muhalif parti liderlerinin gerek söz, gerekse icraat olarak herhangi bir ‘doğrularının’ olma şansı yoktur.
Kitlenin güçlü bir lider araması kusur değilse de, kitlenin bu liderin peşinde kendi kişiliğinden soyutlanarak, aklını ve duyularını iptal edercesine liderine bağlanması tam bir sürüleşmedir. Gustave Le Bon’un ifadesiyle kitle, kendisini uyutan (hipnotize eden) kimsenin elleri arasında uyuyan kimsenin durumuna düşmektedir. Böylece diyor Le Bon, kitle içindeki fert, rüzgârın istediği gibi kaldırdığı kum tanelerinden bir tek kum tanesine ya da rüzgârın kaldırıp, sağa sola savurduğu, sonra tekrar yere indirdiği yaprağa dönüşmektedir. Ak Parti liderliğini biraz da bu sosyal gerçeklik bakımından düşünmek gerekir.
Ak Parti’nin tekabül ettiği gereksinimlerden biri de istikrardır. İstikrarla şunu kastediyoruz: Ülkede sosyal-siyasi sorunlar halkı canından bezdirse, pahalılık daima yükselişte olsa, servet iktidarla arası iyi olan belli şahıslar arasında tedavül eden bir ‘devlet’e dönüşse, ahlaki çöküntü tavan yapsa da, şayet iktidar kamyonu devrilmeden yoluna devam ediyorsa; esnaf başbakana yazar kasa, Cumhurbaşkanı anayasa kitapçığı fırlatmıyorsa (siyasal sistem değiştiği için şimdilerde bu ikisi gerçekleşemez), bir sabah insanlar köşe başlarını tutmuş tanklarla yüzleşmiyorlarsa, ülkede rejimin vaziyete hakim olduğu algısı oluşmakta, bu da ‘istikrar’ olarak adlandırılmaktadır. Kitleler (kum taneleri) için bundan ötesi teferruattır. İşin doğrusu Ak Parti ‘istikrar’ı yakalamak için bazı badireler de atlatmış bulunmaktadır.
Ak Parti’nin varlık sebeplerinden biri de ılımlılıktır. Türk toplumu ‘aşırı uçlar’ı sevmemektedir. Ehli sünnet kavramının içine sonradan pompalanan anlamın da gereği olarak, ‘baş başa, baş şeriata bağlı’ toplumlarda, yönetimin tepe noktasında en zalim birisi de otursa, kısa sürede ona da alışmaktadır. Toplumun geneli, devletin gazabını çekecek görüş, düşünce ve tavırlardan kaçınır, öylesi kimselerden uzak durur. Toplum şuna inanır: İleri gidersen, alnına vururlar, arkada kalırsan tekmeyi yersin; en iyisi, ortalarda (merkezde) yer almaktır. Riski en az olan konum, merkezdir. Siyasetin ve toplumun nabzı merkezde tutulur.
Ak Parti, muhaliflerine ve bilhassa ana muhalefet partisine karşı olanca hırçın görüntüsüne rağmen, düşünce olarak ılımlı, mutedil, vasatlıktan yanadır. Ehli sünnetçiliği, Mehmet Şevket Eygi-Cübbeli Ahmet-Enver Ören-Hayrettin Karaman ayarındadır. Bu, kitlelerin tepkisini çekmeyecek, Cumhuriyetin genlerine zarar vermeyecek, Türkiye’de özgül ağırlığı yüksek bazı özel grupların da öfkesini kabartmayacak bir din yorumudur. Bu yorumun adı, içinde Ak Parti ve F. Gülen örgütünün de yer aldığı bir bileşke tarafından ‘Anadolu İslamı’ olarak belirlenmişti. Anadolu İslamı, aslında Seyyid Kutub’un ‘Amerikancı İslam’ tezinin Anadolu şartlarına göre güncellenmesinden başka bir şey değildir. ‘Anadolu İslamı’nın ana sütunları, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Celalettin Rumi gibi ‘evliya’ isimlerinden oluşmaktadır. Bu ‘erenler’in arasına, günümüzün Celalettin Rumisi olan F. Gülen de ‘Hocaefendi Hazretleri’ kontenjanından dahil edilmişti fakat zekâ seviyesi C. Rumi’ye erişemediği için, kullanım süresi nispeten erken bitti.
Ak Parti, İslam’ı bilmemekte ve bir ABD projesi olan ‘Anadolu İslamı’na tutunmaktadır. Türkiye’de Din’in cihadcı boyutu perdelenerek, menkıbelerle kitlenin uyutulduğu, namazın mekruhlarından bir türlü ileriyle geçemeyen ılımlı bir Müslümanlık tarzı kitlelerin kabulüdür. İşte Ak Parti’yi bu kabul doğurmuş ve beslemektedir. Ak Parti ılımlı Anadolu Müslümanlığının ürünüdür. Ak Parti’nin ılımlılığına içeride, kendini dinli veya dinsiz olarak yöneten rejime sorgusuz sualsiz itaat eden halkın, dışarıda ise, başta Amerikan Neocon’ları olmak üzere, küresel siyasetin bütün şahinlerinin ihtiyacı vardır.
Eski MİT görevlisi Mahir Kaynak’ın kızı Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan 2012 yılında bir gazeteye verdiği mülakatta, Arap ülkelerindeki ayaklanmalara karşın Türkiye’nin nasıl sakin kaldığı sorusunu şöyle cevaplıyordu: “Bizim verdiğimiz mesajlar var. Toplum bu mesajlara bakıyor. Sizin mesajınız yoksa ne oluyor? O zaman halk sokağa dökülüyor. Son 10 senede aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner gibi olduk, gaz aldık. Bunlar olmasaydı… Biz de 1980 öncesi dönemleri geçtik…” Halkın gazı alınacaktı, o halde Ak Parti olmalıydı.
Türkiye’de batı tarafından ‘radikal İslam’ olarak etiketlenmiş Kur’an merkezli İslam anlayışının -tıpkı keklik avcılarının yaptığı gibi- ehli kıble bir ekibin partisi tarafından ılımlı kitleler nazarında ‘laf anlamaz köktenci bir azınlık’ olarak lanse edilmesi, açıkçası radikal İslam’ın tasfiye edilmesi gerekiyordu. Radikal İslam’ın tasfiye ihalesinin CHP, DSP, DYP gibi partilerden ziyade, Ak Parti’ye verilmesi son derece isabetli bir seçimdir. Diğer partilerin müdahalesi İslamî uyanışı daha da keskinleştirebilecekken, Ak Parti’nin müdahalesi, sadece ‘toplumun gazını almak’ olarak okunmaya mahkumdu.
Ilımlılık konusunun daha iyi anlaşılması için ılımlı İslam terimiyle ilgili bilgilerimizi bir nebze tazelemekte fayda vardır. Ilımlı İslam terimi CIA ofislerinde üretilmiştir. Bu işte Graham Fuller’in emeği büyüktür. Adından da anlaşılacağı üzere İslam’ın küresel sistemle çatışmayacak, ABD’nin jandarmalığındaki dünya siyasetinde zengin sömürgeci devletlere zorluk çıkartmayacak bir biçimde yorumlanmasına ılımlı İslam denmektedir. Alev Alatlı, “Reel-politikte küresel sistemle iş birliği yapan sözde Müslümanları diğerlerinden ayırmak için ‘ılımlı Müslüman’ denmektedir” diyordu. Eğer İslam’la ‘ılımlı’ kelimesi yan yana getirilmişse, artık o, İslam değildir. O, Müslüman toplumları Amerika ve diğer sömürgeci devletlere uydu yapmayı hedefleyen bir nifak oyunudur. En belalı nifak oyunlarının üzerine İslam makyajı yapılması yeni bir olay değildir. Ak parti, ılımlı İslam gibi küresel bir ihtiyaca cevap verecek en iyi partnerdir.
ABD’nin Clinton dönemi Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrook, 11 Eylül’den itibaren ABD, dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasiler istiyor ama işte elde sadece iki tane var, biri Türkiye, diğeri Malezya’dır demişti. Holbrook şöyle devam ediyordu: “Türkler çok dramatik bir seçim yaptı. Ilımlı Müslüman bir parti, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ten alan ünlü milliyetçi partileri mağlup etti. Bu ılımlı Müslüman parti, İsrail ile de iyi ilişkiler içinde ve AB’ye üyelik istiyor. Ben de bunu kuvvetle destekliyorum.” Amerikalı uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. John Esposito da AKP’yi, “Türkiye’nin AB üyeliğini ve liberal piyasa ekonomisini savunan ılımlı, Batı yanlısı bir parti” olarak tanımlamaktaydı. Esposito, Türkiye’nin ancak daha özgürlükçü bir din anlayışıyla model olabileceği kanaatindeydi.
Ak Parti lideri R. Tayyip Erdoğan 10-11 Ocak 2004 tarihinde İstanbul Grand Cevahir Kongre Merkezi’nde, Liberal Düşünce Topluluğu’nun da katkılarıyla düzenlenen ‘Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu’nun açış konuşmasında şunları söylüyordu: “Ülkemiz Doğu ile Batı, İslam ile Hristiyanlık, Avrupa ile Asya arasında köprü durumundadır. Türkiye’nin laik ve demokratik yapısı ile İslam kültüründen kaynaklanan gelenekleri bir arada götürmesi, Doğu’dan da, Batı’dan da dikkatle izlenmektedir. Böyle bir modelin olması, iki uygarlık arasında kanalların açık olması, iş birliğinin var olması demektir.”
Arap-İslam âlemi için, İslam’la demokratik değerleri uzlaştırmış bir model gerekiyordu; işte bu model, ılımlı İslam anlayışıyla Ak Parti’den başkası değildi. Bir Arap gazeteci (Lübnan/Müstakbel), “Arap ve İslam dünyasında rejimlerle İslamcılar arasında çekişmeyle geçen 40 yıl boyunca biz böyle bir İslam anlayışı görmedik” tespitiyle, Ak Parti modelliğine olan takdirini belirtiyordu. Batı modernizmi ile Müslüman ülkeler arasında köprü görevi görecek bir ılımlı İslam Truva atına ihtiyaç vardı. Bu at en iyi Türkiye’de icat edilebilirdi ve buna en ehil kadro da, muhafazakâr demokrat bir parti içinde toplanabilirdi. İşte Ak Parti böylesi müthiş bir ihtiyacın ürettiği bir oluşumdur.
Batı sistemiyle kolay uyuşan, ılımlı İslamî bir model doğal olarak batı medeniyetine bağlılığını kanıtlamalıydı. Bu saikle dönemin başbakanı R. Tayyip Erdoğan’la İspanya Başbakanı Zapatero tarafından 2004-2005 yıllarında ‘Medeniyetler İttifakı’ (Mİ) diye bir proje başlatıldı ve BM tarafından sahiplenildi. Mİ projesi devletin resmi mercileri tarafından şu şekilde temellendirilmektedir: “Müslüman ülkeler ile batılı toplumlar arasında görülen karşılıklı şüphe, korku ve kutuplaşma ortamının, çeşitli aşırı unsurlarca istismar edilmesi karşısında İttifak, ilk aşamada uluslararası istikrarı tehdit edebilecek dereceye yaklaşan bu durumun daha da kötüleşmesini ancak kapsamlı bir koalisyonun önleyebileceği anlayışından hareket etmiş ve kültürler sarasında karşılıklı saygı yoluyla bu eğilime karşı koymayı amaçlamıştır.” Bu satırların özeti şudur: Türkiye, batılı ülkelere karşı oluşan İslamî öfkenin dalgakıranı olmalı, muhalefeti törpülemeli, hatta muhalefeti ittifaka dönüştürmelidir! Eş başkanlığını R. T. Erdoğan’ın yaptığı Medeniyetler İttifakı’nın, 11 Eylül 2001 tarihinden üç yıl kadar sonra zuhur ettiğine dikkat edilmelidir. Mİ projesinin sadece İslamî öfkeye karşı bir bariyer olduğunu, taraflardan biri olan batı medeniyetine karşı herhangi bir tavır almak üzere kurgulanmadığını Danimarkalı bir derginin Rasulullah Muhammed (sav)’e hakaret eden karikatürler yayınlaması karşısında bu projenin seyirci kalmasından, hatta bunun da ötesine geçip, olayın mağdur tarafı olan Müslümanları tezyif ve tahkir etmekle yetinmesinden anlamak mümkündür. Buna rağmen Ak Parti’nin böyle bir ittifakın eş başkanlığını yürütmesini, küresel bir nifak ödevini yerine getirme rolünden başka ne ile izah etmelidir?
Ak Parti’yi var eden en önemli siyasi gerekçelerden biri hiç kuşkusuz demokrasidir. Cumhuriyet yönetimi doğal olarak demokratik değil, tepeden inmeciydi. Çok partili sistem, seçimlerin şeffaflığı gibi demokratik kurumlar zamanla rayına oturdu. İşin esasına bakılırsa Cumhuriyet devrimi, demokrasinin özü olan, hükmetme yetkisini Allah’tan alıp insana tanıma anlamında zaten demokrasiden farklı değildi. Türkiye ciddi anlamda demokrasi ile 1950’deki Demokrat Parti iktidarıyla tanıştı ve demokrasi başta Adnan Menderes olmak üzere çok bedeller ödedi. Ak Parti iktidarı ile demokrasi artık taçlanma yolundadır.
Yalçın Akdoğan’ın kaleme aldığı, önsözünü R. Tayyip Erdoğan’ın yazdığı, Ak Parti’nin kendi yayını olan ‘Ak Parti ve Muhafazakâr Demokrasi’ kitabında demokrasi kabaca, “halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak tanımlanmaktadır. Kitapta demokrasinin halkın kamu politikalarının ve temel yönetim ilkelerinin belirlenmesine katılımını sağlayan bir sistem olduğu vurgusu yapılmakta, ardından da halk, “değişik inanç, görüş, zevk, çıkar ve kanaatleri taşıyan insanlar ve insan gruplarının gayet gevşek, amorf halindeki bir bileşimi” (tanım Atilla Yayla’ya aittir) olarak tanımlanmaktadır. Adına ‘halk’ denilen, ‘gayet gevşek, amorf’ bir bileşim gerçekten kendi kendini yönetiyor olabilir mi? Böyle ‘amorf bileşim’e bir ülkenin yönetimini kim teslim eder? Burada ‘halk’ kelimesinin, bir şeylerden kinaye olduğu açıktır. O bir şeyler, halkı da yöneten, yönlendiren elit zümrelerdir. Demokratik sistemde yönetimin referansı din olmaması için ‘halk’ diye bir özne uydurulmuştur.
Kurucu kadrosu İslamî bir gelenekten gelmesine rağmen Ak Parti siyasi hayata, demokrasi ile İslam arasında herhangi bir sorun görmeyen bir zihin yapısıyla adım attı. 1994 yerel seçimleri, Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bazı büyükşehir belediye başkanlıklarını kazanması, İslam’la demokrasinin çelişmediğine dair beyanatların dönüm noktası oldu. Belediye başkanlık koltuğu eski ‘İslamcı’nın eline geçince, demokrasiyle İslam çatışmaz ve çelişmez olmuştu. Demokrasi hayranlığı sadece siyasilerle sınırlı kalmadı. 90’lı yıllarda palazlanan bazı genç ‘İslamcı’ ağabeyler, Fetö’nün Abant toplantılarına katıldıkları için aldıkları eleştirileri, “demokrasi İslam’ın hasmı da değil, hısmı da” gibi aforizmalarla(!) savuşturdular. Ak Parti’nin kurucularından biri olan Bülent Arınç, partiyi kurmalarından iki sene öncesinde bir gazeteciye şu beyanatı veriyordu: “Beş altı sene önce İslamî bir devlet modelinin olabileceğine ve siyasetin görevinin bunun önünü açmak olduğuna inanıyordum, ama şimdi görüyorum ki yanılmışım. Artık hedeflenmesi gereken modelin insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti olduğu inancını taşıyorum.” Anlaşılan Ak Parti kadrosunun çıkardığı gömlek sadece Millî Görüş’le sınırlı değildi.
Türkiye toplumu uzun yıllardır maruz kaldığı mühendislikler neticesinde nihayet şeriat yönetimini istemez, demokrasiden başka bir sisteme razı olmaz hale getirilmişti. Ülkede yapılan devrimin nihai hedefi de, demokratik bir Cumhuriyetti. Türkiye’de siyaset yapmak isteyenler ancak, laik-demokratik Kemalist sistemin hayrına çalışacağına, namusu ve şerefi üzerine yemin ederek bu işe atılabilirlerdi. İşte Ak Parti bu gerçeği çok iyi kavradığı için, dindarlıkları ile siyasi realiteleri demokrasi potasında eritmişlerdir. Partiyi kurdukları ve ülkeyi yönetmeye başladıklarında artık zihinlerinde demokrasi-İslam çatışması değil, uyuşması fikri vardı. Burada Ak Parti kurucularının, kendi kişisel düşünceleri farklı olmakla beraber, reel-politik durum gereği, sırf bir taktik (bir nevi takiyye) gereği demokrasiyi yücelttiklerini sanmak büyük bir yanılsama ve siyasi bir körlük olur. Ak Parti kurucuları demokrasiye artık söyledikleri gibi inanmakta, inandıkları gibi söylemektedirler. ‘Ak Parti ve Muhafazakâr Demokrasi’ kitabının önsözünde R. Tayyip Erdoğan’ın, demokrasiye -hem de derin demokrasiye- nasıl baktıklarını anlatan satırları bunun en iyi kanıtıdır:
“Türkiye’de kendine özgü bir demokrasi yerine; çoğulculuk, çokseslilik ve tahammül duygusunu sindirebilmiş bir demokrasi tesis edilmelidir. İdeal olan, seçimlere ve belli kurumlara indirgenmiş mekanik bir demokrasi değil; idari, toplumsal ve siyasal tüm alanlara yayılmış organik bir demokrasidir. Biz buna ‘derin demokrasi’ diyoruz.” Bu satırlar adeta demokrasinin din gibi algılanıp, hayatın her alanına sirayet etmesi, demokrasiye iman edilmesi ve hayatın bütünüyle demokrasi olmasının hedeflendiğini göstermektedir. Erdoğan, 2002 yılındaki ABD gezisinde kendisiyle mülakat yapan Newsweek dergisine, “Biz İslam kültürü ile demokrasi kültürünün bir arada uyum içinde var olabileceğini kanıtladık. Ve benim partim bir kez ve her zaman bunun olabileceğini kanıtlamaya çalışıyor.” demişti.
Bazı belirtilere göre Ak Parti işin başında ‘Müslüman demokrat’ ismine heveslenmişti. Zira batıda Hristiyan demokrat partiler vardı ve Ak Parti onların muadili olacaktı. Fakat ‘bu isim, İslam’ı tekeline almak olarak algılanır’ gibisinden makul(!) gerekçelerle bundan vazgeçildi. Bunun yerine, 2004 yılının ilk ayında Muhafazakâr Demokrat ismi kütüğe yazdırıldı. Müslüman kelimesine gösterilen hassasiyet(!) kenarda dursun, esas olarak, İslam kelimesinin Hristiyanlıktan farklı olarak, sahiplenene nasıl yükler yükleyeceği malumdur. Hristiyan Demokrat dendi mi, kilisenin hiçbir günahına müdahale etmediği bir insan akla gelmektedir. Demokrasi kelimesi Allah’ı beşerileştirmiş bir Hristiyanlıkla terkip edilebilmekteyse de, İslam Dini kendisinden başka hiçbir kelime veya sistemle terkip ve telif edilemez, uzlaştırılamaz. Ak Parti kurucuları da bu basit gerçeğin farkındadırlar. Bu sebeple isim olarak ‘muhafazakâr demokrasi’yi daha kullanışlı bulmuş olmalıdırlar.
İngiltere’nin Avrupa eski bakanı Denis MacShane, “Avrupa’nın 20. yüzyıldaki en büyük politik icatlarından biri Hristiyan demokrasisinin oluşturulmasıdır” tespitini yaptıktan sonra, tam işleyen İslamî bir demokrasinin oluşturulmasına giden yolda Türkiye’ye yardım edilirse, bunun demokrasi için bir ödül olacağını belirtiyor ve şu cümleyi kuruyordu: “Avrupa, Müslüman demokrat bir Türkiye’ye ‘hoş geldin’ demelidir.” İşte Ak Parti, bir İngiliz’in ödüle layık gördüğü bir çizgiye gelen muhafazakâr bir partiye ‘hoş geldin’ demesine mazhar olacak bir siyasi yapıydı ve öyle oldu.
2004 yılındaki ‘Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu’nda Erdoğan’ın yaptığı açılış konuşması ertesi gün gazetelerde ‘Din Partisi Olmaz!’, ‘Din partisi Kötülük’ gibi manşetlerle verilmişti. Belirtilen tarih artık Ak Parti ve liderinin muhafazakâr demokraside karar kıldığı bir dönüm noktası olmuştu.
Muhafazakarlaşmayla İslamlaşmak arasında en küçük bir ilişkinin bulunmadığını, Erdoğan’ın bu sözleri teyid etmektedir. Şahin Alpay’ın kendisiyle birlikte, solculukla başlayıp, liberallikte karar kıldığına, en azından, birlikte laik ve modernist mahallenin çocuğu olduklarına şahitlik ettiği Osman Ulagay (2008), AKP’nin DP-AP-ANAP geleneğinin devamı, yani merkez sağın ana partisi konumunda olduğunu, ‘İslamcı Millî Görüş Hareketi’nin ‘Muhafazakâr Demokrat’ AKP’ye dönüşmesinde, pragmatik ve ‘yenilikçi’ lider kadrosunun çok büyük payı olduğunu anlatmak için bir kitap da yazmıştı. Ulagay, AKP’nin laikliği tehdit etmediği, aksine laik düzeni savunanlardan daha laik bir tutum sergilediği kanısındaydı. Ulagay’ın şahidi Şahin Alpay da öteki partilerle kıyaslandığında AKP’nin daha özgürlükçü, daha demokrat ve daha laik olduğu tespitini yapıyordu. Siyaset bilimci ve yazar H. Bülent Kahraman ise Ak Parti’nin Müslümanlık (İslam değil) ve muhafazakârlık üzerinden sekülerleşmeyi sağladığını ileri sürenlerdendir.
Hasılı Türkiye gibi, ümmetin tuş edilmesine bizatihi tanıklık etmiş bir ülkede yönetimin kesin olarak İslam’ın nüfuz alanından uzak tutulması gerekiyordu. Ali Abdurrazık gibi ezik modern mollalar tarafından İslam’ın siyasetle, hilafetle, devlet yönetimiyle herhangi bir ilgisinin alakasının olamayacağına dair ısmarlama fetvalar verilmesi gerekiyordu. Muhafazakâr demokrasi, İslamî geçmişi olan bir ülkede tamamen İslam dışı bir siyaset ve toplumsal hayatı yaşatmak için bulunmuş en iyi bir kılıftı ve bu kılıf Ak Parti’nin yeni vizyon belgesiydi.
Ak Parti kurucuları Millî görüş geleneğinden geldikleri için deyim yerindeyse, galat-ı meşhur olarak ‘İslamcı’ olarak etiketlendirilmişlerdir. Bu galat-ı meşhuru bizzat kurucuların kendileri tekzip etmekte, kendilerini İslamcılıktan teberri etmektedirler. Bu insanlar İslamcılıkla olan pamuk ipliği kabilinden bağlarından talak-ı bâîn ile boşanmışlardır. Bu da gayet doğaldı çünkü Muhafazakâr demokrasinin girdiği yerde İslamcılığın bulunması düşünülemezdi. İhsan Dağı’ya göre AKP toplumsal taban itibarıyla İslamcı bir rejim değişikliğini değil fakat ‘çevrecil’ talepleri yansıtır. Bu diyor İhsan Dağı, geleneksel olarak ideolojik değil kalkınmacı, devlet karşıtı değil ama resmiyete mesafeli merkez sağ bir sosyolojik kitledir. Kısaca AKP’nin tabanının ‘İslamcı’ bir talep ve görünüm sergilediğini söylemek imkansızdır. Yalçın Akdoğan’ın tespiti ise çok daha ufuk açıcıdır: AKP üst yönetimindeki yüzde 67.7’lik bir kesim ‘İslam’ın siyasete karıştırılmaması’ gerektiğine inanmaktadır. Bu kesimin öncelikli hedeflerinden biri, siyasi İslamcılığı tasfiyedir. İsrail Dışişleri eski müsteşarı Alon Liel’e kulak verecek olursak, Erdoğanizm Kemalizm’i İslam’la barıştırmıştır. Erdoğanizm, Kemalizm’in yaşamasını sağlayan bir tür can simididir. Yahudi müsteşar, Erdoğanizmi ‘demokratikleştirilmiş Kemalizm’ olarak tanımlamaktadır. Sonuç şu: Erdoğanizm İslamcılığı tasfiye, Kemalizm’i takviye etmektedir.
Ak Parti gibi bir siyasi hareketi asıl olarak İslam-laiklik ilişkisi alanındaki işler beklemektedir. M. Kemal’in CHP’sinin 1927’de ve 1931’de belirlediği altı oktan biri laikliktir. Mevcut anayasanın, değiştirilmesi teklif bile edilemez kaydı ile koruma altına aldığı ikinci maddesinde devletin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. Buna göre, her kim devleti yönetmeye talip oluyorsa, öncelikle laiklik ve demokrasi gibi temel ilkeleri içine sindirmesi gerektiğini kavramış demektir. R. T. Erdoğan’ın İstanbul Cevahir oteldeki konuşmasında laiklik ve demokrasi vurgusu, İhsan Dağı’ya AK Parti’yi “Türk demokrasi tarihinin 1946’dan bu yana ana damarlarından birini temsil eden” bir olgu tespitini yaptıracak kadar belirgindir. Erdoğan, dinin siyasete alet edilmesine kesinlikle karşı çıkmış, “Din üzerinden siyaset yapmanın ve dini araç haline getirmenin hem toplumsal barışa, hem siyasi çoğulculuğa, hem de dine zarar vereceğini” ileri sürmüştür. Erdoğan’ın manifesto mahiyetindeki konuşmasından sızan mesaj odur ki, Ak Parti dini, “toplumsal bir değer olarak” önemsemekte fakat “din üzerinden siyaset yapmayı, devleti ideolojik bir dönüşüme uğratmayı, dini sembollerle örgütlenmeyi doğru bulmamakta”dır. Bu durum, Kemalizm-Erdoğanizm kıyaslamasını haklılaştırmaktadır.
Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı vizyon belgesinde, “Nasıl devlet, din üzerinde tahakküm kuramazsa, dinî topluluklar da devlet ve diğer dinî gruplar üzerinde tahakküm kuramaz. Devletin görevi, dinlerin ve inançların kurduğu yaşattığı kurumların sivil toplum örgütlerinin serbestiyetini güvence altına almaktır.” demektedir. Erdoğan, Davos zirvesine katılmak üzere gittiği (2002) New York’ta yaptığı bir konuşmada ise, “Biz dinî esaslara dayalı bir devlet istemiyoruz. İslam evrenseldir. Müslümanlar için İslam’ın prensipleri kendi içinde geçerlidir. Ak Parti’nin referansı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’dır.” diyordu. Mısır’da yaptığı konuşmada kendisinin kişi olarak laik olmadığını ama devletin laik olduğunu, kendisinin laik devletin başbakanı olduğunu ve bunu da dört dörtlük yapma gayreti içinde olduğunu belirtiyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini “laik”, “İslamcı” ya da “muhafazakâr” terimlerinden hangisiyle tanımladığı şeklindeki soruya şöyle cevap vermişti: “Ben her şeyden önce Müslümanım. Bu, işin ilk adımı ama Müslüman Recep Tayyip Erdoğan’ın hayatında sürekli değişimler söz konusu. Okudukça, yaşadıkça ve hayatı tecrübe ettikçe pek çok şeyin değiştiğini görüyorsunuz. Bu değişim sırasında siz olduğunuz yerde kalırsanız kaybedersiniz. Bu nedenle kendinizi geliştirmeniz gerek. Biz de bunu başardık.” Erdoğan’ın sözlerinden zımnen, ‘İslamcılık öldü, yaşasın muhafazakâr laiklik’ anlamı çıkmaktadır.
Ak Parti laikliğinin Kemalist laiklikten ‘ince’ bir farkı vardı. Ak Parti, laikliğin “çoğulculuk, tolerans ve tarafsızlık kültürü üreten bir mekanizma olarak” (Ülkü Doğanay) algılanmasını istiyordu. Ak Parti’nin Muhafazakâr Demokrat kitabında Ali Fuat Başgil’e atıf yapılarak dinin ahlaki ve manevi hayatın nizamı olarak hüküm sürmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Muhafazakâr demokrasi şu kanaattedir: “Din ile laiklik ilişkisini bir ‘karşıtlık ilişkisi’ biçiminde sunmak, Türkiye’de zararlı bir gerilime yol açar. Laikliği, yurttaşların yaşam tarzlarına müdahale eden bir ‘taraf ideolojisi’ olarak algılamak, her şeyden önce laikliği amacından saptırmak demektir. Laiklik bir ‘taraf ideolojisi’ değildir.”
20. yy.’ın başında Türkiye muasır batı uygarlığı ile izdivaca icbar edildi. Koca bir ülke, tarihten devraldığı bütün maddi-manevi mirasıyla birlikte, ‘tam bağımsızlık’ balonu ile tam bağımlı hale getirildi. Küresel hesaplar Türkiye’nin laik-demokrat sisteme geçmesine göre yapılmıştı. Türkiye bu hesapları bozamadı. Laikliğin özü, Allah’ı hayata müdahil kılmamaktır. Batı uygarlığı tanrıyı öldürmüştü. ‘Halkı müslüman’ ülkelerde ise tanrı öldürülemezdi. Ama Tanrının (Tanrının buyruklarının) hayattan el çektirilmesi mümkündü ve öyle de yapıldı. Türkiye’de İslam’a dayalı bir siyasi ve toplumsal düzen kurulması ebediyen muhal olsun isteniyordu. İşte anayasanın 2. maddesinde bazı vasıfların değiştirilmesi teklif bile edilemez denirken, asıl amaç buydu. 28 Şubat darbecileri yine insaflılarmış; onlar mücadelelerine bin yıllık bir ömür biçmişlerdi. 1982 anayasasını yapanlar ise Türkiye’nin laik niteliğinin ebediyen süreceğine kani olmuşlardır. Oysa hayata müdahale eden sadece Allah’tır ve her şey Allah’ın elindedir. Allah mümin kulları vasıtasıyla her türlü şerri def etmeye kadirdir.
Ak Parti seçmeninin belli bir kesimi, Ak Parti’nin Kemalizmi lağvedeceği umuduyla oy vermiş olabilirler. Oysa tasfiye edilenin kendisi olacağını belki Ak Parti de yaşayarak öğrenmiştir. İşin özü, Türkiye’nin laikleştirilmesi, siyasal alanda İslam’la bağlarının kesilmesi gerekiyordu. Bu iş de ancak münasip bir parti vasıtasıyla yapılabilirdi, bu münasip parti Ak Parti’ydi. Bizler bizzat yaşayarak gördük ki, geçmiş dönemlerde laik-demokratik düzene eleştirel sözler sarf edenlerin tepkisi meğer sırf o gün iktidarda olan ve başörtülülere Arabistan’ın yolunu gösteren ya da TBMM’ne başörtüsüyle yemin etmek isteyen milletvekiline ‘bu kadına haddini bildirin’ gibi ataklar yapan yöneticilerle mukayyetmiş. Muhafazakâr kitleler, kendi partilerinin lideri laiklik hakkında Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Kenan Evren, Turgut Özal ve hatta Mustafa Kemal’le aynı sözleri söyleyince, ‘ikinci peygamber’, ‘Allah’ın vasıflarını taşıyan adam’ rütbesine terfi ettirilmektedir. Halbuki zikri geçen siyasi liderler ve bilhassa M. Kemal’in nihai hedefi de, Din’in etki ve yetkisini siyaset alanında tamamen sıfırlamaktı. Said Nursi ve çömezi F. Gülen, Kur’an’ın yüzde iki buçukluk bir kısmından yakınmışlardı. Bireysel alanda Dinin kökünün kazınamayacağı gerçeğinin M. Kemal de farkındaydı ki, Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştu. O halde Ak Parti’nin yönettiği ülkede İslamî açıdan Kemalizm’den farklı olan nedir?
Ali Çarkoğlu ve Binnaz Toprak 2006 yılında yaptıkları bir araştırmanın neticesinde şu yargıya varmışlardı: AK Parti, bir yandan devletin (sosyal, hukuki, siyasi ve ekonomik) temel düzenlerini Avrupa standartlarına uyarlayarak laikliğin hukuki boyutunu güçlendirirken, diğer yandan da demokratik özgürlükleri genişletmek, din ve vicdan özgürlüğüne özen göstermek ve ekonomik politikalarıyla refahı yükseltmek suretiyle laikliğin toplumsal temellerini pekiştirmiştir. Devletin düzenlerini Avrupa hukukuna uyarlayarak modernleştirmiş ve laikliğin ikinci ayağı olan din ve vicdan özgürlüğü alanını genişletmiş bir partinin, laikliği ihlal ettiğini ileri sürmek ancak bir algılama hatası olabilir.
Türkiye’de laik sistemin, hem de İslamcı etiketli bir kadro eliyle, ‘mütedeyyin’ halk yığınlarının artık hiçbir şekilde yeniden açmayacakları bir biçimde hesabı kapatmaları gerekiyordu. Laikliğin dinle, inançlarla asla sorun teşkil etmediği zihinlere kazınmalıydı. Bu hedefe ulaşmak için en başta laikliğin yeniden tanımlanması gerekiyordu, yukarıda yer verdiğimiz gibi bu da yapıldı. Mızrağın çuvala sığması için artık laiklik, tüm dinler ve düşünceler karşısında devletin nötr kalması olarak tarif edildi. Dahası vardı: Laiklik dinî özgürlüktü, çoğulcu bir yapı üretme fonksiyonu vardı! Şu bilinmelidir ki, İslam-Laiklik-Türkiye ilişkileri bağlamında mevcut devlet nizamı açısından eğer Ak Parti gibi bir parti olmasaydı, mutlaka var edilmesi gerekirdi!
Arnold Toynbee batı medeniyetinin, kendisinden önceki 20 medeniyetin akıbetine uğramamak için üç alanda üç çalışma önerir. Bunlardan biri, bir dünya hükümeti kurmaktır. İkincisi serbest piyasa ile sosyalizm arası, uzlaştırıcı bir çalışma düzeni kurmaktır. Üçüncüsü ise laik üstyapıyı dinî kurumlarla birleştirmektir. Sözünü şöyle bitiriyor Toynbee: “Din alanında olan [çalışma] ileride önem kazanacaktır.” Toynbee’nin sözleri kehanet değil, bir ufuktu; batı uygarlığı ile tüm dünya milletlerini kuşatmak isteyen İngiliz’in ufku. Laiklik bu uygarlığın olmazsa olmazıydı.
Seküler dönüşümün önemli duraklarından biri de milli irade kavramıdır. ‘Milli irade’, onsuz demokrasinin de, laikliğin de olmayacağı bir kavramdır. ‘Millî irade’ ‘millete ait irade’ yani milletin iradesi demektir. Millet kelimesi, adeta gasp edilmiş bir emtia gibi, yanlış anlam (ulus/halk) yüklenmiş, batıl amaçlar uğrunda kullanılmıştır. TDK sözlüğünde milli irade “Ulusça kullanılan ve hiçbir gücün etkileyemeyeceği kuvvet” diye tanımlanmaktadır. Ulus denilen insan kümeleri yönetimi doğrudan/bizatihi yapmamakta, sadece ülkeyi yönetecek kadroları seçmektedir. Seçilen yönetici kadro ise ülkeyi, ulusun destek verip kendisinden razı olduğu mevcut devlet düzeninin temel karakterine uygun politikalarla yönetir. ‘Egemenlik millete (halka/ulusa) aittir’ sözü, çocuksu bir yorumla, “millet neyle yönetilmek isterse öyle yönetilir; isterse şeriatı da getirir” anlamına gelmemektedir. Egemenliğin halka ait olması, mevcut devlet nizamının ideolojik yapısı değiştirilmeksizin, egemenliğin referansı olması anlamındadır. Yani halk/ulusun, sadece kurulu düzeni isteme, ondan razı olma ve iradesini kurulu düzenin ilelebet payidar olması uğrunda tecelli ettirme görev ve yetkisi vardır. Aksi durumda saygınlığını yitirir, kara listeye alınır.
Milli irade acaba neyin karşılığıdır? İsviçreli felsefe doktoru Tage Lindbom’un (ö. 2001) kitabın en başında sorduğu soru konuyu aydınlatmaktadır: Kim hükmedecek, tanrı mı yoksa insan mı? İşte İslam-siyaset ilişkisi alanında yapılan tartışmaların özü tamamen bu basit soruda içkindir. Laiklik ve demokrasiden başlayarak, ‘muasır medeniyet seviyesi’ bağlamında yapılan tüm tartışmaların ve ortaya atılan bütün tez, anti tez, kavram ve fikirlerin merkez üssü bu cümledir. ‘Demokrasi ve laiklik’ sözünü edenler, ‘kim hükmedecek?’ sorusuna ‘insan’ cevabını verenlerdir.
Milli irade kavramı egemenlikle alakalıdır. Ak Parti’nin tüzüğünde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazmaktadır. (4. madde). Egemenlik (hakimiyet) ‘bir mekânda kural koyma, hukuk belirleme gücü’ olarak tanımlanmaktadır. Ak Parti ve içinden geldiği Millî Görüş geleneği egemenliği kayıtsız şartsız millete tanımakla, milletin kafasını karıştırmakta, zihinleri bulandırmaktadırlar. Egemenlik (kural koyma-hukuk belirleme) yetkisini ulusa/halka tanımak, laiklik için çevre düzenlemesi yapmak demektir; bir ön hazırlıktır laikliğe. Milli iradenin egemen olması demek, Allah’ın iradesinin illegal hale getirilmesi, hükmedici değil, hükmedilen, hâkim değil, mahkûm yapılması demektir.
Ak Parti siyasi yönetim anlayışının temel referanslarını milli irade, hukukun üstünlüğü, akıl, bilim, tecrübe, demokrasi, bireyin temel hak ve özgürlükleri ve ahlakiliği olarak belirlemiş bulunmaktadır. Bu tabloya göre yönetim işi tam olarak Din’den ayrıştırılmış, ilahi irade insan hayatına karıştırılmamış durumdadır.
Türkiye’de laik-demokratik düzenin ömrünün uzun, hayatının pürüzsüz geçmesi için öncelikle egemenlik/hakimiyet konusunda zihinlerin formatlanması bir gerekliliktir. Uzun yıllar boyunca bilhassa sağ partiler bu dönüşümü yaptılarsa da, hiçbirinin başarı seviyesi Ak Partininkine ulaşmamıştır. Çünkü Ak Parti farklı araçlarla ‘millet’in nabzını tutmaktadır. Ak Parti, egemenliği kozmik alemde Allah’a, siyasal/toplumsal alanda ulusa vermekle, bu uğurda en büyük performansı göstermiş bulunmaktadır.
Kültürel olarak ‘Müslüman’, siyaseten muhafazakâr demokrat Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılması, Batı ile İslam coğrafyası arasında köprü olması bakımından hayati önem taşımaktadır. Türkiye, İslam coğrafyasına hem pagan batı kültürünün taşıyıcısı hem de ‘Batılılaşmış Müslüman bir ülke’ olarak ‘güzel örneği’dir. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi için liberalleşme uğrunda atması gereken adımlarda hiç kimse muhafazakâr demokrat bir partiden daha inandırıcı olamaz. Çünkü dinle bir şekilde bağı olan insanları ancak muhafazakâr demokrat bir çağrı AB değerlerine ikna eder.
Ak Parti, 2002’deki iktidarından itibaren baş döndürücü bir hızla AB üyeliği yolunda çaba harcamıştır. Seçim sonuçlarının belli olmasının hemen ardından parti lideri Erdoğan, temel önceliklerinin AB üyeliği olduğunu açıklamıştır. İslamcı olarak etiketlenen bir partinin büyük bir seçim zaferinden sonra temel önceliklerinin, (mensubu olduğu ‘Milli Görüş’ hareketinin, geçmişte Hristiyan kulübü olarak nitelediği) AB’ne üyelik sürecini hızlandırmak olduğunu açıklaması son derece önemlidir. Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan’ın AB üyeliğine olan inancı tamdır. Davos zirvesi için gittiği, ‘Küresel kapitalizmin Kabesi’ New York’ta, temasları esnasında sorulan bir soruya şu cevabı vermişti: “Ders aldık… Referansımız İslam değil, anayasadır. Temel hak ve özgürlüklerde Kopenhag kriterlerinin uygulanmasını istiyoruz. Türkiye, AB üyesi olmalıdır.”
İhsan Dağı, hiçbir İslamcı hareketin, birçok alanda büyük egemenlik devirleri de gerektiren böylesi bir entegrasyona evet demeyeceğine dikkat çekiyor. Üstelik bu, neredeyse tümü Hristiyan olan bir topluluk ise. Erdoğan’ın Kopenhag kriterlerini salt üyelik sürecinin bir gereği olarak değil, Türkiye insanının bir hakkı olarak nitelemesi de son derece önemli. Hatta, müzakere takvimi verilmemesi durumunda bile bu sürecin devam edeceğini açıklaması oldukça çarpıcı. Erdoğan’ın, bir adım daha ileri giderek, şimdiye kadar yapılan hukukî reformlarda işin ‘özünün ve ruhunun’ eksik olduğunu ifade etmesi reformları AKP’nin yeterli bulmadığını, bu konuda AB’nin taleplerine daha yakın bir noktada olduğunu gösteriyor. (İhsan Dağı)
Özetlemek gerekirse Ak Parti, Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle bütünleşmesi, AB kriterlerinin millete benimsetilmesi için olmazsa olmaz bir siyasi bîattır.
AB’ne girmesi istenen Türkiye gibi bir ülkede insan hakları, hümanizm, feminizm, cinsiyet eşitliği gibi kavramlar çok önemli işlevler görecektir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 1948 yılında BM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Bildirgeyi Türkiye de imzaladı. Türkiye o günden itibaren insan haklarıyla ilgili birçok uluslararası mevzuata, sözleşmeye taraf olmuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, Paris Şartı, onun uzantısında Helsinki Nihai Senedi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Pekin Sözleşmesi, İşkencenin ve Gayri İnsani ya da Küçültücü Muamelenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi bunlardan bazılarıdır. Bilindiği üzere Türkiye 2011 yılında, cinsiyet eşitliğini öngören ve aile mefhumunu yadsıyan İstanbul Sözleşmesini de onaylamıştır.
İnsan Hakları kavramı muhafazakâr mahallede ‘hak bulmuş müstemleke’ gibi sahiplenildi. Yapılan ilk iş, insan hakları kavramını İslamîleştirmek oldu. Bunun için, oldukça ilkesiz ve sırıtkan bir yöntemle, kavramın üzerine yeşil bir makyaj yapmak yeterliydi. İkinci iş olarak, insan haklarının İslam’da zaten var olduğu iddia edildi. Veda Hutbesi bu cahilce yaklaşım için bulunmaz bir hazine değerindeydi. Oysa insan hakları kavramının, insandan yeni bir tanrı yontmak isteyen pagan batı düşüncesinin, insanı başta Tanrı olmak üzere her türlü kayıtlamaya karşı koruma altına alma amacı güden putperest bir yaklaşım olduğu idrak edilemedi.
İnsan haklarının mütemmim cüzü olan feminizm, kadını tanrılaştırarak, kadının akla gelebilecek her türlü heva ve hevesini ‘kadın hakkı’ olarak tanımladı. Bir şey insan ya da kadın hakkı ise, artık ona Tanrı bile dokunamazdı!
Cinsiyet eşitliği ve LGBT gibi, helak edilmiş kavimleri gölgede bırakan ahlaksızlıklar etrafında dönen tartışmalar, muhafazakâr demokrat partinin son marifetleridir. Bundan sonra hangi marifetlerin geleceği de belirsiz değildir. Her geçen gün sokaklar, meydanlar, park ve bahçeler azdırılmış nefislerin yeni yüz kızartıcı hareketleriyle tanışmaktadır. Sanki önü alınamaz azgın bir sel gibi ahlaksızlık bütün ülkeyi tehdit etmektedir. Cinsiyet eşitliği gibi hezeyanlarla eğitilen şimdinin çocukları büyüdüklerinde nasıl bir toplumla karşılaşacağımızı ise şimdiden kestirememekteyiz. Şu an itibariyle Ak Parti’nin bütün bu sapkınlıklara söyleyeceği bir çift söz dahi bulunmamakta, sadece zuhurata tabi olmakla yetinmektedir.
Vahiy dilinde fahşâ (fuhuş) olan bütün bu azgınlıklara özgürlük denebilmesi için, laik devlet idareciliğini dört dörtlük yapan, laiklik adına bütün din, düşünce ve yaşam tarzlarına (mesela hem İslam’a hem de LGBT’ye) eşit mesafede duran, eşcinselliği olduğu gibi İslam’ı da laiklikle koruma altına alan bir iktidar gerekiyordu. İşte o iktidar şu anda Ak Parti’dir. Ak Parti bu günler için tasarlanmıştı. Bu yönüyle Ak Parti’nin oy oranı yüzde elli civarında ise de, toplumsal desteğinin bunun çok daha yukarısında olduğu kesindir.
Ak Parti iktidarında ‘başörtüsü sorunu’nun çözülmesi, İmam-Hatip okullarının 28 Şubat döneminde yitirilen itibarının iade edilmesi, İlahiyat fakültelerinin sayısının çoğaltılması, dini vakıf ve derneklere (STK) kesenin ağzının açılması gibi icraatlar Türkiye’nin İslamlaştığını göstermez, bilakis laik devletin, dini kanatları altına aldığını, himaye eden Din’i himayeye edilen/besleme pozisyonuna indirgediğini gösterir. Ayrıca başörtüsü sorunu liberal bir toplumda sadece bir ‘insan hakkı’dır. Allah’ın emri olan mümin kadının örtüsü ile, muhafazakarların ‘insan hakkı’ gerekçeli başörtüsünü birbirine karıştırmamak gerekir.
Ak Parti’nin toplumdaki makesleri bunlarla sınırlı değildir. Mesela Fetö olayına baktığımızda farklı durumlar karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de Fetö’ye sadece Ak Parti değil, hatta ondan da çok, diğer partiler destek vermişlerdir. Fakat bir ‘İslam’sız İslam’ projesi oluşturma uğrunda diyalog-hoşgörü, İbrahimî dinler ve diğer söylemleriyle İslam’ı sıradan bir tapınma biçimine indirgeme amacına matuf olarak Fetö’nün faaliyetlerini Ak parti de omuzlamıştır.
Ak Parti Hükümetleri en büyük yıkımı eğitimde yapmışlardır. Ak Parti’nin eğitimde geldiği nokta fiyaskodur. Parti, eğitim alanında dişe dokunur hiçbir yenilik yapamamıştır. Okullar neredeyse, sadece öğrencilerin gündüz vakti tutulduğu sosyal mekanlara dönüşmüştür. Aslında eğitim konusunda Ak Parti’de iki ana damar gözlenmektedir. Biri, hali hazırdaki Milli Eğitim bakanının temsil ettiği liberal eğitim anlayışı ki eğitim asıl olarak bu damar üzerinden yürütülmeye çalışılmaktadır. İkincisi ise Cumhurbaşkanının temsil ettiği ve daha çok İmam-Hatipleşme olarak özetleyebileceğimiz gelenekçi bir damar olup, adeta rövanş duygusuyla hareket edilmekte, İmam-Hatip okullarında kalitenin yükseltilmesine yönelik dişe dokunur bir çalışma yapılmamaktadır.
Uzun lafın kısası, ekonomiden asgari ücrete, bankadan tüketime, eğitimden Diyanet teşkilatına, tarımdan sanayie kadar hemen her alanda kurulu düzen temel niteliklerinden bir şey kaybetmeksizin işlemeye devam etmektedir. Ak Parti hükümeti ise kurulu düzenin peşinden sürüklenmektedir. Parti kurulu düzeni değil, kurulu düzen Parti’yi dönüştürmektedir. Parti sadece malzeme tedarikçisi görünümündedir. Bazen de ülkede olan bitenden şikâyet etmekle yetinmektedir. İstanbul sözleşmesiyle ilgili hükümetin tavrı buna örnek gösterilebilir.
Biz biliyor ve inanıyoruz ki, kökü sağlam olmayan ağaçlar devrilirler. Sağlam bir kulpa tutunmayan kütükler sel suyunda kolaylıkla sürüklenirler. Kurumuş yaprakları en küçük bir rüzgâr bile yerden yere çalar. Akidesi Kur’an’a dayanmayan kişi veya teşkilatlar hem kendileri küfrün ve şirkin tesirine maruz kalırlar hem de başka insanları bu sapmaya ortak ederler. Şu halde yapılacak şey gayet açık ve nettir: Allah’la aramızı, üçüncü bir şahsın girmesine imkan vermeyecek derecede (imanen) sıkı tutmak, küresel nifak şebekesinin her türlü şeytani pazarlıklarına daha baştan kesin olarak kapalı olmak… Partileşmek, kitleselleşmek v.b. biz müminleri aldatmamalıdır. Kitleselleşemesek, velev ki hayatta tek başımıza da kalsak, Allah’ın razı olacağı bir tevhid çizgisindeysek, biz bir ümmetiz demektir ve kaybedilecek hiçbir şeyimiz yoktur. Aksi takdirde kaybedecek çok şeyimiz vardır: İzzetimiz, şerefimiz, imanımız, ahlakımız, sadakatimiz, takvamız v.d.
İKTİBAS