1: Müslümanlar, modern çağa geçişte karşılaştıkları tehdit ve tehlikeden kurtulup felaha ereceklerini umarak ellerindeki ilk ‘sarı öküzü’ vermişlerdi.
Geldiğimiz menzilde felaha ermek bi yana daha beter halle hallendiler ama ellerinde verecek öküzleri de kalmadı!
2: Aile, sığınılacak son mevzii, savunulacak son kale midir? Aile yapısında oluşan ‘mülkiyet, mahremiyet, hiyerarşi, itaat, dayanışma’ vs ilişkileri, iktidar ilişkiler ağı ve mevcut sosyal hayat gerçekliğinde şimdi ne ifade ediyor?
Aile denen sosyal birlik, mekan, ilişkiler ağı, toplumsal bir hareket başlatılacak, siyasal bir mücadele sürdürülecek üs olabilir mi? Yahut mevcut meşruiyet çerçevesinde ‘aklı-dini-nesli’ muhafaza edecek rol üstlenebilir mi?
Tarihe müracaat akıllıca olur; tarih kendi döngüsü içinde devran edip durur kendini tekrarlarken, zamansal döngüyle ileriye doğru aktıkça o kadar da geriye, köke, referansa döner. Ne kadar ilerlenirse o kadar geçmişin tecrübelerini önünüze koyar. Bu tarafıyla ibret tablosudur.
3: İnsanlık tarihinde ‘gettolaşarak’ var kalan yalnızca ‘Yahudi milleti’ olmuştur; diğerleri tarih içinde kaybolmuş, esameleri dahi unutulup gitmiştir.
Yüzyıllar boyu başka ve farklı devletlerin hükümranlığında, başka ve farklı dine mensup milletlerin içinde, parça parça, birbirinden kopuk biçimde,
Aşağılanıp horlanarak, belirlenmiş şehirlerde belirli caddelere sıkıştırılarak, doğal hayatın imkan ve şartlarından mahrum edilerek, evlilikleri dahi sınırlandırılarak yaşadılar.
Gittikleri devletlerle yaptıkları anlaşmalarda iki şeyi hep yaptılar; bunlar iktidara itaat edeceklerdi, iktidar da bunların kendi içinde şeriatlarına uygun yaşama hakkına müsade edecekti. Yani, özerkliği elde edeceklerdi.
Bu sayede köklerini, kendilerini, nesillerini yok edecek onca olumsuz şartlara rağmen kendilerini korudular, nesillerini muhafaza ettiler, tarihsel akışta yok olup gitmekten kurtulabildiler.
4: Anlaşmalardan da anlaşıldığı üzere iki şey onları muhafaza etti. İlki, Yahudi şeriatına titizlikle riayet ettiler, şeriatlarını muhafaza ettiler. ikincisi, o şeriat dahilinde cemaat halinde yaşadılar. Ruhbanlarının şeriatta yaptıkları kısmi değişikliklere itiraz etmediler.
Yahudiler şu inancı taşıyorlardı; anayurtlarında, tarihte bir iki sefer devlet kurmuşlar, devlet gücü ve iktidarı ile tanışmışlardı. Bu imkan ve fırsat kendilerini kibirlendirmiş, şımartmış, azdırmış, zulme saptırmış, harama daldırmıştı; fesadı yaymışlar, yaptıkları işler nefislerinin hoşuna gitmişti.
Allah bu sebeple kendilerini cezalandırmış, güçlü kafir kulları eliyle devletlerini başlarına yıktırmış, güçlerini parçalatmış, bölük bölük sürgün cezasıyla burunlarını sürtmüş, yer yüzüne dağıtılmışlardı.
Bu tecrübeden sonra devlet peşinde olmayacaklardı; onun yerine en yüce değerleri yaşatan ve kendilerini muhafaza eden cemaat halini muhafaza edeceklerdi.
Bunlardan 20. Yüzyılda devlet kuranlar ‘ırkçı-ulusalcı-siyonist’ olanlardı ve bunlar Yahudiliği bozanlarıydı.
5: İseviler; Roma’ya itaat etmediler, kendi şeriatlarına tabi oldular ve cemaat halinde yaşadılar. Bu sebeple 300 yıl boyunca katliama uğramayı göze aldılar.
Günah merkezi saydıkları kentlerin dışında, kayaların zirvesinde, yerin 7 kat altlarında, birbirleriyle bağlantı kurdukları mağaralarda yaşadılar. İlla ki cemaat halinde, illa ki şeriatlarına uyarak hayatlarını sürdürdüler.
İseviliği Hıristiyanlığa dönüştürenler çıktı içlerinden; bunlar Roma ile uzlaştılar, kent merkezlerine görkemli kiliseler kurdular, ruhban sınıfı olarak örgütlendiler, şeriatı iptal ettiler, dinlerini sevgi ve (Pax Romana) barış dinine döndürler, çok güçlendiler.
M500’lerde Roma parçalandığında 1000 yıl boyunca Akdeniz havzasında ve Avrupa’da örgütlü tek güç kaldılar, Roma gibi siyasal güce sahip olup baskı kurdular, yoksul ahalinin sırtından beslendiler, krallar ve prenslerle ittifaklar kurup alabildiğine zulmettiler.
Nihayet rönesans ve reform çağı geldi; aydınlanma dönemi ve projesiyle başlayan harekette birer ulusal/milli dine dönüştüler, merkezi iktidar gücünü yitirdiler, ulusal iktidarların memurları oldular.
6: Hz. Muhammed arkadaşlarına ‘bir zaman gelir kitap ile sultan/devlet birbirinden ayrıştır, o vakit kitaptan yana olursanız katledilir, sultandan yana olursanız dininizi kaybeder ateşe gidersiniz’ mealli bir uyarı yaptı.
Uyarısı, Kur’an’ın överek anlattığı kitap ehline, salih topluluklara ve bunların hikayelerine dayanan bir hakikatti.
7: Çağımızda geçerli yerleşik referans çerçevesine dayalı ‘sosyal-siyasi-iktisadi; mesleki-sanatsal-hukuksal; eğitim-komşuluk-aile’ gibi kamusal/toplumsal hayat gerçekliği, dinden bağımsız bir gerçekliktir.
Mevcut referans çerçevesine ve sosyal hayat gerçekliğine dayalı ‘bilinçlenme’ sayesinde oluşan dini telakkiye göre din, vicdani alana ait bireysel ahlak, ibadet, erdem; duadan, sevgiden ve yerleşik sistemin barışından ibarettir.
Dolayısıyla, mevcut reel toplumsal gerçeklikte ‘aile’ denen şey mevcudun bir parçasından, uzantısından, kendisinden beklenene şartlandırılan toplumsal bir birimden öte bir şey ifade etmiyor.
Şimdilerde işaretleri görünmeye başlayan yakın gelecekte oluşacak toplumsal değişim ve dönüşüm içinde aile denenin yeri yok. Meraklısına sürpriz olmayan gelişmelere bakılırsa ailesiz bir toplum, cinsiyetsiz bir insan türü geliyor. O halde ne?
8: Tarihsel devran bir kez daha başa dönüyor, bir kırılma anı yaşıyoruz. Yeni döngünün arefesinde, dönüşümün bir evresindeyiz. Bu durumda köke ve referansa dönenler ancak dinlerini muhafaza, kendilerini müdafaa edebilecekler.
Kitap ehlinin yaşadığı hem güzel örnekliği ve hem de bozulmayı tarih bize nakletti. Akıbetlerden haberdar etti.
Sahifelerinin neredeyse üçte ikisini kıssalara ayıran Kur’an bize bu husustaki hakikati ve yaşanmışlıkları duyurdu.
Tekrarlamak icap ederse ‘kurtuluşun’ da ‘bozulmanın’ da nasıllığını ve şeklini geçmiş milletler tarih sahnesinde örneklediler; Kur’an onlardan dikkate değer olanları nakletti.
Bu örneklere de bakıldığında ‘aile’ denenin mühimsenecek, özellikli bir yeri yok; hiç yok değil ama kendisinden umulanı sağlayacak bir yapı bu değil. ‘Ehliniz’ tabiri herhalde ‘aileniz’ olarak daraltılamaz.
İslam alimlerinin geçmişte mutabık kaldıkları iki temel husustan biri, ‘şeriatı müdafaa’; diğeri, ‘buna uygun şekillenip kendini muhafaza’dır. İki temel husus için bir melcenin, yurdun gerekliliğiyse tamamlayıcı unsurdur.
Bu üç husus cemaate işaret eder; bu sayede ‘dini-aklı-nesli’ korumak mümkün olacaktır. Becerilirse cemaat millete ve ümmete dönüşür, bu imkan da ‘malı ve canı’ korur.
Huseyinalan.com