Başlık bana değil, Türkiye’de sınıf-altı kavramını çalışan kıymetli sosyolog Alev Erkilet hocaya ait.
Kapitalizmin kutsal değerlerinden biri “çalışma” kavramıdır biliyorsunuz. “Çalışan insan” iyidir, zira ancak çalışarak “tüketim çarkının içine girebilen makbul tüketici” haline gelme şansını elde eder insan teki.
Fakat bir de -kapitalizmin sınıflandırmasıyla- “işe yaramayanlar, gereksizler” vardır. Şehirlerin sosyal çöküntü alanlarında yaşayan, işsiz, suça meyyal, kalıcı yoksul insanlar. Umutsuz vakalar. Sokak çocukları, işportacılar, küçük üçkâğıtçılar, çaresiz göçmenler, babadan yoksullar, istihdam edilemeyenler…
Aslında sosyolojinin yaptığı tanım çok daha uzun ve bilimsel elbette ama bugün Türkiye’de “onlar işte” dediğimiz kim varsa onlara sınıf-altı diyoruz. Yaşamak için gerekli temel donanımlardan yoksun, gündelik kazançları 4 doların altında, kalıcı yoksulluklarını ortadan kaldırabilmek için kendilerinin ve devletin hiçbir şey yapmadığı; belki de yapamadığı o toplumsal kesim. Hani Marks’ın ve Engels’in “cüruf” dediği kitle yani…
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ile bu sosyolojik kitlenin varlığı arasında “anlamlı bir bağ” var mı, bilmiyorum. Ancak bildiğim şudur. Bizimki gibi “gelişmekte olan” ülkelerde neo-liberalizm azıtıp vahşi kapitalizm yükseldikçe “sınıf-altı” tabaka da yükselir, çoğalır.
Bugün İstanbul, Ankara, Adana, İzmir gibi şehirlerde oluşan sosyal çöküntü alanlarıyla Antep, Kilis, Hatay gibi şehirlerde oluşan göçmen yerleşimleri bu sınıf-altının karşımıza çıktığı yerlerdir.
Dikkat isterim: Yoksulluğunun ortadan kalkması için yapabileceği herhangi bir şeyin olmadığını düşünen ya da bunu gören bir kitlenin varlığı uzun vadede Brezilya, Mısır, Hindistan v.b. gibi ülkelerdeki “mutlak yoksulluk gettolarını” da oluşturacaktır. Şimdi nispeten “temas ettiğimiz” sınıf-altı tabakayı mekânsal farklılaşma ile “görebileceğimiz mesafenin uzağına” koyduğumuzda mutlak yoksulluk babadan oğula geçerek “kalıcı yoksulluğa” evrilecektir.
“Modern ekonomide iş bulmak için gerekli yetenek ve donanımdan yoksun” olarak da tanımlanıyor bu sınıf. Yani her bakımdan kaybeden, kaybetmeye mahkûm bir topluluk.
Şunun adını adam gibi koyalım. Devletin umurunda olmadığı gibi aslında hemen hiçbir insan tekinin de umurunda değil bu sınıf-altı tabaka. Bazı STK’larla, bazı sosyologlarla falan baharın gelmeyeceği çok açık.
Şimdi gelelim meselenin ek yerine. Devlet, bunca sert bir “determinizme” inanarak “iyi oynayan kazansın” fikrinin ateşli bir savunucusu olmasa hem sınıf-altı grupların değişimi için bir şeyler yapması hem de mutlak yoksullukla mücadele etmesi mümkün olacak.
“Devlet mutlak yoksullukla sosyal yardım yöntemiyle mücadele ediyor ya” diyebilirsiniz ve bunda da haklı olursunuz. Ancak “mutlak yoksullukla mücadele” etmenin yolu sadece “sosyal yardım ulaştırmak” olarak kurgulandığı için aslında devlet mutlak yoksullukla mücadele ederken “yardıma bağımlı sınıf-altı kategorisi” de üretmiş oluyor paradoksal şekilde.
Şimdilik “herkesin dikkatinden kaçabilecek” gibi görünüyor bu toplumsal tabaka. Ama yarın çok net bir gerçeklik olarak hayatımızda yer bulacaklar. O vakit de biz, yani güvensiz ve memnuniyetsiz orta sınıflar, “devlet görevini yapmadı” diyerek isyan çıkarmaya çalışacağız.
Dışlamanın ve dışlanmanın, dışlayanın dışlanmasının ve dışlanmışın dışlamasının çağına doğru ilerliyoruz. Durum budur.
Yeni Şafak / İsmail Kılıçarslan