Hurşid Kemal Aziz’in ‘Hint Hilafet Hareketi-Belgelerle: 1915-1933’ (Mahya yayınları, Ed. Necip Taylan, Kasım-2014) adlı kitabı üzerinde bir ‘okuma molası’ versek; İbrahim Kapaklıkaya’yı da bu güzel tercümesinden dolayı tebrik etsek diyorum.
Hurşid Kemal Aziz 1927 yılında (hilafetin kaldırılmasından üç sene sonra) hilafetin katlinin asıl planlayıcısı durumundaki İngilizlerin sömürgesi olan Hindistan’da dünyaya gelmiş, birçok kitapla birlikte, büyük bir emek mahsulü olan bu güzel eseri de miras bırakarak 2009 yılında Pakistan’da vefat etmiştir.
Hint Hilafet Hareketi (HHH) öz itibariyle, Hint Müslümanların hilafet hakkındaki duygu, düşünce ve kanaatleri ve bu saikle yaptıkları yoğun faaliyet ve çabalarının hikayesidir. Mısırlı Ali Abdurrazık gibiler, Türkiye’de hilafetin İngiliz ipiyle çekildiği darağacında sallanan cesedine küfürler savurup tekmeler atarken, Hint Müslümanların hilafete büyük bir kadirşinaslık eseri olarak sahiplenmeleri son derece takdire şayan bir tavırdır.
HHH, Osmanlı sultanlarının şahsında temsil edilen hilafete büyük saygı duyan, İslam ümmetinin selametini hilafetin devamında gören, Müslümanlara “güç birlikte [birlik olmakta]dır” ilkesini öğretme azmindeki Hint Müslümanların örgütlü yapılarının genel adıdır. HHH mensupları (bilhassa Şevket Ali ve Muhammed Ali kardeşler) hilafete kusursuz bir sadakatle bağlanmışlardır. Müslümanların urvetül vüskası gibi gördükleri hilafetin kaldırılması onlarda şok etkisi yapmıştır. Onları asıl şoklayan, kendi ifadeleriyle, kendilerinin hilafet uğrundaki çabalarına karşılık Türklerin nankörlük etmiş olmaları değildir. Onları asıl kedere gark eden, hilafetin kaldırılması kararının (bu Türk kavmi de olsa) belli bir kavme bırakılmış olmasıdır. Bütün ümmetin ortak mirası olan hilafet, bir tek kavmin kararı ile ilga edilmemeliydi. Hint Müslümanlar Türklerin asırlar boyunca İslam’ın bayraktarlığını yapmalarını hep övgüyle yâd etmişlerdir.
HHH kitabı, son darbe olarak hilafetin kaldırılmasıyla sonuçlanan süreçte yaşanan siyasi olayları, İtilaf devletlerinin dayatmalarını, Osmanlı imparatorluğunun pay edilmesi için kurulan kurtlar sofrasının icraatlarından olarak Şerif Hüseyin olayı, Gizli Londra, Mondros, Sykes-Picot, Sevr ve Lozan anlaşmaları, Paris Barış Konferansı ve bu minvalde HHH mensuplarının büyük bir azim ve gayretle sürdürdükleri birtakım yazışma ve görüşmelerini kronolojik sıra içerisinde sunmasından oluşmaktadır. Sözü edilen antlaşmaları teker teker analiz yapmaktadır. Hint Müslümanların Hicaz bölgesi, daha geniş tanımıyla Ceziretül Arab, Necef, Kerbela, Samarra, Kazımiyye, Bağdat ve İstanbul’a çok büyük anlamlar yüklemektedirler. Onlara göre Ceziretül Arab asla gayri müslim kontrolüne girmemeliydi. Mekke ve Medine’nin değerini cennetle kıyaslamaları, bu şehirlere olan hürmetlerini özetlemeye yeterlidir.
HHH kitabı ‘İngiliz aklı’nı tanımak için çok iyi bir belgesel niteliğindedir. Hint Müslümanlar Osmanlı Devleti’nin paylaşıldığının farkına varmışlarsa da, hilafetin kaldırılmasını imkân ve ihtimal dahilinde görmemişlerdir. Hilafetin harim-i ismetine dokunulmaması gereğini anlatmak için İngiltere Başbakanı Lloyd George’a HHH adına muhtıra vermişler. (12 Aralık 1919). İngiliz hükümetini HHH’nin muhtıra vermesi gibi ‘nazlarını’ çekmesi, yüz milyonu Müslüman olmak üzere toplam 317 milyonluk Hindu-Müslüman nüfusun hatırınadır. Keza Hilafet Konferansı adlı kuruluş Hindistan genel valisine başvuru yaparak, hilafetin karakterinde bir değişiklik yapılmasını veya hilafet imparatorluğunun parçalanmasını Müslümanların asla kabul etmeyeceklerini bildirerek, bir nevi baskı oluşturmak istemişlerdir. Meramlarını yazılı olarak ilettikleri makamlardan da kendilerine yazılı cevaplar gelmiştir.
Muhammed Ali’nin, “Hilafet sorunu, bizim dinimizin yalnızca bir parçası değil, dinimizin tamamıdır.” “Hz. Peygamber’in vefatından bu yana her dönemde hilafet var olmuştur ve her devirde tüm Müslümanlar tarafından korunmalıdır.” sözleri hilafete verdikleri değeri yeterince göstermektedir. Hareketin en cevval adamlarından olan Muhammed Ali, Hristiyan dünyasının, Türklerin yalnızca Türk ve ‘suçlu’ olmalarından dolayı değil, Müslüman olmalarından ve İslam’ın kökünün kurutulmak istenmesinden dolayı, İstanbul’dan çıkarılmalarını istediğinin bilincindedir.
HHH’nin Mayıs 1920’de [Ankara’da Meclis’in açılışından günler sonra] Padişaha yazdıkları mektuptan, Padişahı (halife sıfatıyla) Rasulullah’ın halefi ve Emirü’l-Mü’minin olarak gördükleri okunmaktadır. Hicret esnasında Ebu Bekir’le birlikte mağarada bulunan Allah Rasulünün, arkadaşına, “Korkma, Allah bizimle beraberdir” sözüne nazire yaparak, padişaha aynı sözlerle seslenmişlerdir.
Bu arada Arabistan Müslümanlarının, dünyanın geri kalan Müslümanlarından ayrı durmalarının da farkında olup, bunu üzüntüyle karşılamışlardır. Şüphesiz HHH, bu olayın perde arkasında yatan gerçek failin, yani bunun bir İngiliz etkisi olduğunun bilincindeydiler. Şevket Ali’nin, “İslam’ın en büyük düşmanı kimdir?” sorusunun, “Büyük Britanya ve İngiliz Milleti” şeklinde tek bir cevabı bulunduğunu ifade etmesi bunu göstermektedir.
HHH adına Muhammed Ali, Seyyid Hüseyin, Seyyid Süleyman en-Nedvî ve H. M. Hayat’tan oluşan dört kişilik delegasyon ekibinin HHH’ni temsilen İngiltere başbakanı Lloyd George’la Londra’da 19 Mart 1920 tarihinde yaptıkları görüşme gerçekten bir siyasi başarı belgesi olarak tarihe geçmiştir. Bu görüşmenin, Muhammed Ali ve arkadaşlarının gözünü açtığı, siyasi bilinçlerini artırdığı muhakkaktır. İngiliz Başbakan Muhammed Ali’nin ekip adına yaptığı uzunca konuşmayı sabırla(!) dinlemiş, kendisi de aynı uzunlukta Muhammed Ali’nin görüşlerini cevaplamış. Başbakan Lloyd George’un sözü eveleyip-geveleyerek Muhammed Ali ve ekibini geçiştirmesi, onları yatıştırarak başından savacak şekilde konuşması beklenirdi fakat şaşırtıcı şekilde, öyle yapmadığı, sözünü esirgemediği anlaşılmaktadır. Osmanlı’nın paylaşıldığı çakallar pazarındaki temel içgüdüyü çekincesizce açıklamış, Türkiye’nin, İngiltere’ye savaş açmakla ölümcül hata işlediğini, dolayısıyla bugün artık (İtilaf Devletleri tarafından) kesilen cezaya katlanması gerektiğini pervasızca söylemiştir.
HHH delegasyonu daha sonra (10 Temmuz 1920) aynı Başbakana yazdığı mektupta, Başbakanın Avam kamarasındaki konuşmasında, savaşta Hindistan’ın İngiltere’ye, içlerinde Müslümanların da bulunduğu bir buçuk milyon gönüllü askerle yardım ettiğini, onlar olmasaydı Türkiye’yi fethedemezdik sözlerini hatırlatarak, İngiliz İmparatorluğuna onlardan daha sadık tebaa olmadığını itiraf eden İngiltere Başbakanına, diyet borcunu ihsas etmişler.
HHH’nin gösterdiği tüm çabaların tam bir içtenliğin eseri olduğunda kuşku yok. Bütün çabalarında Mekke-Medine’nin asla tartışılamaz değeri yanında, Kudüs, İstanbul ve diğer İslam beldelerine asla bir zarar gelmemesi, bu beldelerin düşmanın eline geçmemesi için çabaladıkları fark edilmektedir. Bununla beraber HHH mensuplarının, dünya Müslümanlarının genelinde olduğu gibi, siyasi oyunları çözümlemekteki zafiyetleri açıkça görülmektedir. Şüphesiz dünyaya hükmeden çakalların dilinden anlamak daha farklı okumaları ve zihinsel beslenmeleri gerektirmektedir. Siyasi basiretlerinin zayıflığına, o günkü iletişim imkanlarının sınırlılığı bir mazeret olarak öne sürülebilir. Fakat her ne olursa olsun, İngiltere başbakanıyla Londra’da bizzat görüşebilen, başbakana, Dışişleri bakanına, Hindistan Genel Valisine, Osmanlı sultanına vb. mektuplar yazan, hilafeti bekleyen tehlikelere karşı, yuvadaki yavrularına yönelen saldırganlara karşı palazlanan kuş misali yırtınan bu Müslümanların, Türkiye ve hilafet üzerine oynanan oyunları okumakta eksik kalmaları Müslümanların açmazlarındandır. Bu kısırlıkları nedeniyle uzun süre, kılıcı sadece İslam’ı kesen Mustafa Kemal’i ‘İslam’ın kılıcı’ (seyful İslam) olarak adlandırıp, dualarının baş köşesine yerleştirmişler, başarılarından dolayı mütemadiyen tebrik etmişler, M. Kemal’e özel bir de kılıç armağan etmişlerdir. M. Kemal’in sadece İslam’ın onurunu değil, tüm Asya’nın onurunu kurtardığı sanısına kapılmışlar. Delegasyonun derin uykudan uyanmak için meğer (ümmetin genelinde olduğu gibi) 3 Mart 1924’ü beklemesi gerekiyormuş, ba’de harabi İstanbul…
Sonuç itibariyle, Emir Ali’nin, son yedi asrın en ağır trajedisi olarak gördüğü hilafetin ilgası ve buna karşı Hint Müslümanlarının, kendi aralarında sürekli olarak Ankara için bir fon oluşturmalarını da içeren cansiperane çabalarını görmek için Hint Hilafet Hareketi kitabını okumak, okumayı sevenleri pişman etmeyecektir…
Mehmed Durmuş
İngiliz sömürgesi olmalarına rağmen İslam’dan ve de Müslümanlardan umutlarını kesmeyen Hindistan Müslümanlarının çabaları takdire şayan. İngizlerin/Batı aklının ne olduğunu, bölünmeleri parçalanmaları bizden daha iyi bildikleri de kesin.
Sizin de belirttiğiniz gibi, Hindistan ve oradan çıkan hareketler üzerine okumalar, her yönden kuşatıldığımız Batı aklını anlamamıza faydalı olacaktır.
Teşekkür ederim, not aldım okuruz inşallah.
Saltanat sistemindekileri hilafetin(İslami yönetimin) temsilcileri zannetmek de ayrı bir garabettir.
Sultanların Batılılaşma politikalarını devam ettirirken hilafet kavramına sahip çıkmaları İslam’ı araçsallaştırma politikalarından kaynaklanır.
Osmanlı saltanat (hilafet!) sistemine son verenler de sultanların izlediği Batılılaşma politikaları sonucu yetişen nesil olmuştur. İşin gerçeği, günümüzün muhafazakar demokrat politikacılarıyla Osmanlılarda ‘halife’ denilen sultanlar arasında fazla bir fark olmadığıdır!