Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (50/16)
Takvalı olmanın önündeki en büyük engel tezkiye edilmemiş nefistir. Var gücüyle kötülüğü emreden nefis takvanın gerektireceği titizliğe karşı sürekli direniş sergiler ve duyarlı davranışlardan bizi alıkoyar.
Şems suresinin 7-9. ayetleri bu yüzden dikkatlerimizi ‘nefs’in üzerine çekip onun ‘tezkiye’sinin ‘felah’ımız için bir şart olduğunu dile getirmektedirler. Dolayısıyla ‘nefs’i tanımak, nasıl işlediğini bilmek, üzerimizdeki tesir gücünün farkında olmak ‘tezkiye’ ameliyesi için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Bu yazının amacı nefsimizle olan ilişkimizi sorgulamak ve bir nefis bilinci oluşturmaya katkıda bulunmaktır.
İhmal edilen farz: Nefis terbiyesi
Kişinin bilincinde bir konu farz olarak yer almıyorsa, o şeye gereken özeni göstermez. Zira farz olmayan bir mesele nefis tarafından direk, -taktik kullanmasına da gerek kalmadan- ‘ihmal edilebilirler’ kategorisine intikal ettirilir.
İslamî Uyanış sürecinde birçok farzların ‘yeniden’ bilincine erildi. Örneğin ‘Düşünmek/akletmek farzdır’, ‘Kuran’ı anlamak farzdır’ vb. Bunların hepsi gerçek İslam’a ulaşmada önemli kazanımlardır. Düşünce dünyamızı imar eden bu kazanımlara amel dünyamızı imar edecek olan ‘nefsi terbiye’ etmeyi de eklemek zorundayız.
Kuran’ı anlayarak okumak nasıl farz ise, nefis terbiyesi ameliyesi de en az o kadar farzdır. Hiçbir farzın ihmal edilmesi, küçümsenmesi, önemsenmemesi hoş görülemez, görülmemeli. Farzların ihmali emanete ehil olmama faturasıyla sonuçlanıyor. Kur’anî düşünenler tarafından nefis terbiyesinin Kuran’daki onca vurguya rağmen ihmal edilmesi ise anlaşılır bir durum değildir. Bu bizim iç çelişkimizdir.
Kulluğun özü nefis terbiyesidir
Nefsi terbiye etmeden hakkıyla kulluk yapmak mümkün olmadığından, hakiki kulluğun nefsi terbiye etmekten geçtiğini söyleyebiliriz.
“Kim inanır, (nefsini) ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (En’am: 48)
“Kim Rabbinin makamından korkar ve nefsini hevadan sakındırırsa, şüphesiz cennet onun varacağı yerdir.” (Naziat: 40-41)
Allah’ın esas gayesi: İmtihan
Nefis terbiyesinin önemini anlayabilmek için konuya kendi perspektifimizden değil, Allah’ın açısından bakmamız gerekir. Temel soru şu: Allah’ı ilgilendiren asıl mesele nedir?
Allah’ın asıl gayesi imtihan etmek değil midir? (67/2) Hangi konuda imtihan ediyor? Kişinin kendisini ne kadar Allah’a teslim edeceği konusunda! Bunun da kıstası nefis terbiyesidir. Zira terbiye ettiği oranda insan kendini Allah’a verebilir… Terbiye edilmemiş bir nefis teslimiyete karşı sürekli direnir. (12/53). O halde nefis terbiyesi kulluğun öz ameliyesidir. Bütün kulluk görevleri (namaz, oruç, haramlardan uzak durma, tebliğ, dava vb.) ancak terbiye olmuş bir nefisten dört dörtlük tahakkuk eder.
Nefsi terbiye etmenin önemini tam algılayamamak İslami yaşantımızın nefsin ve imanın koalisyonu altında sürdürülmesiyle sonuçlanır. Hakimiyet Allah’ınsa, ve bu fert, toplum ve devlet üzerinde sınırsız ve şartı olmayan bir hakimiyetse, o zaman bu manasıyla Allah’ın otoritesini nefsimiz üzerinde de tesisine çalışmamız gerekmez mi? Yani ‘bir şekilde’ Allah’ın hakimiyetini üzerimizde tesis etmek değil, sınırsız ve şartsız tesisinden bahsediyoruz. Bunun pratik alanda ne anlama geleceğini idrak edersek nefsimize karşı daha kararlı bir tutumun içine girer, nefsimize karşı kolay kolay taviz vermeyiz. Aksi takdirde nefis sürekli bizlerden taviz koparacak, hakimiyet’in ‘kayıtsızlığı’ ve ‘şartsızlığını’ teoride değil, fakat pratikte ne yazık ki, gerçekleştiremeyeceğiz.
Devlet nasıl ki, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek zorundaysa ve O’nun hükümlerine aykırı bir kanun çıkarıp uygulama hakkına sahip değilse, aynısı nefsimiz için de söz konusudur. Allah’ın fermanında namazı ikame etmenin huşu ile olması gerektiği bildiriliyorsa nefsimizin bu konuda çoktan terbiye edilmesi gerekmez miydi? Namazdaki huşu şartı bedenle ilgili bir şart değil, ruh dünyamızla ilgili bir şarttır. Alelacele kılınan namazlar, kaçırılan sabah namazları, manevi bir tat alınmayan namazlarımız neye delalet ediyor? Bu durumlar vb. kendi hayatımızda hâkimiyeti kayıtsız ve şartsız Allah’a tahsis etmediğimize delalet etmiyor mu?
Dolayısıyla şu gerçeği artık görmemiz gerekiyor; nefis bizi zannettiğimizden çok daha fazla kulluk görevinden alıkoyuyor.
Nefsini tanıyan zaaflarını nasıl yeneceğini bilir
Takva konusundaki eksikliklerimizin boyutlarını nefsimizden dolayı idrak edemiyoruz. Nefis yakın merceğe alınmadığından takvada ne kadar kusurlu olduğumuzu bırakınız görmeyi, ihtimal olarak bile aklımıza getirmiyoruz. Nefis bizi bu konuda tam bir gaflet halinde tutmayı başarıyor! Bakışlarımızı, dikkatlerimizi hep dış dünyaya yöneltmemizi sağlıyor. İşlediği gizli cürümleri fark etmiyoruz, görmüyoruz.
Bu nedenle nefsimizi ve onun işleyiş mekanizmasını, gücünü, bizi iknadaki maharetini, bizi nasıl perdelediğini, avuttuğunu, ihmaller girdabında süründürdüğünü anlamak için yakından tanımak zorundayız. Sorun dışarıda değil içeridedir. Sorun bilgide değil, o bilginin gereğini bize yaptırtmayan, bunu yaptırtmamak için belki şeytandan daha mahir argümanlar kullanan nefsimizdedir. Nefis konusu dinimizi yaşama sorunu ile bağlantılı en önemli konudur.
Nefis bizi idealimizde canlandırdığımız şekliyle kulluk görevlerimizi yerine getirmekten alıkoymak için hangi taktikleri kullanıyor? Nefsi tanımaktan maksat bu taktiklerin bir bir çözülmesidir. Kişinin bu konuda nefsiyle ilgili bir şuura ve bilince kavuşmasıdır. Bu da sürekli bir iç gözlem ve her gün nefis muhasebesi yapmakla olur.
1) Nefsin en önemli özelliği kendisiyle uğraşılmasını engellemektir!
Nefis bunu çok değişik taktikler kullanarak yapar.
Nefis dışla bağlantılı İslami görevlerin içinde bulunmamıza dayanarak bizde ‘yeterince İslam için çalışıyoruz, yapıyoruz’ vehmini oluşturur. Cihad, dava, İslami mücadele vb. önemli işlerin içinde olmak bizde Allah yolunda görevimizi yaptığımıza dair bir tatminlik duygusu oluşturuyor. Nefisle uğraşmak bu büyük işlerin yanında sanki hafif ve küçük kalıyor. Halbuki ikisi arasındaki ilişki fark edilmiş olsa, İslami mücadelenin hakkını vermenin nefsi terbiye etmekten geçtiği kavranmış olsa bu büyük işler de yoluna girerdi.
İslam’ı biliyor olmak, derslere katılıyor olmak, İslami konuları hep gündemde tutup tartışıyor olmak da kişide bir tatminlik duygusu oluşturuyor. Bu duygu nefisteki kusurlara odaklanmamızı engellemede önemli bir faktördür. Çünkü kişi eksiklik hissettiği zaman bunu gidermeye çalışır. ‘İşin içinde olma duygusu’ veren bu tür eylemler kişiyi rahatlatıyor ve kendisiyle uğraşma ihtiyacı hissettirmiyor. ‘İşin içindeyim, o halde iyiyim’ mantığıyla bende bir sorun yok, ben iyiyim kuruntusuna yol açıyor.
Başkalarının (cemaatlerin, gurupların, partilerin, fertlerin) hatalarıyla haddinden fazla meşgul ettirerek yapar. Çünkü bu da doyum sağlar. Nefis içimizde ‘Başkalarında eleştirdiğimiz hata bizde olmadığına göre biz iyi bir konumdayız’ şeklinde bir düşünce oluşturur. Bu da halimizin iyi olduğuna (o kadar kötü olmadığına!) dair zannımızı pekiştirir. Zaaflarımızla ilgili bilgileri bilinçaltına iter.
Nefsin bizi kendisiyle yüz yüze getirmemek için kullandığı daha birçok taktiği iç gözlem yaparak tesbit edebiliriz.
2) İsteyen biz miyiz? ‘Ben’in isteği ile ‘Nefs’in isteğini ayırdedebilmek
Fiillerimizin üzerinde bilinçli bir hakimiyet sağlamanın yolu ‘ben’ ile ‘nefs’ ayrımını yapmaktan geçer.
Ben’den kasıt bir ‘bütün olarak ben’dir (beden-akıl-irade-ruh-vicdan-nefis). Nefs ile o bütünün içinde bir özelliğimizi (12/53) kastediyoruz. Dolayısıyla ‘Benin isteği’ İslami bir süzgeçten geçtikten sonra istediğimiz şeydir. Bu isteğin içinde nefsin meşru istek ve arzuları da yer alabilir. ‘Nefsin isteği’ ile takva süzgecinden geçmemiş ve fakat çoğu kez ‘kendi’ isteğimizmiş gibi nefis tarafından bize algılattırılan istekleri kastediyoruz. Bu ikisini ayırt etmekteki ölçü şu soruda düğümleniyor: Allah benim şu an ne yapmamı ister ve o şeyi nasıl yapmamı isterdi? Yani içerik ve kalite sorgulaması yaptıktan sonra halimizi, fiilimizi, tutumumuzu vs. vicdanen okeyliyorsak o zaman İslami ben’in isteği söz konusudur, diğeri nefsin isteğidir. Bu düşünce zincirini devam ettirdiğimizde bugünkü dar anlamıyla ‘fıkıh’ penceresinden bakınca nice ‘mübah’ olan davranışlarımızı ve eylemlerimizi de sorgulamamız gerekir. Örneğin İslam dünyası kan ağlarken, çocuklar katledilirken çayını rahat bir şekilde yudumlayıp saatlerce gereksiz yere film seyredenlerin bu istekleri İslami bir ben’in istekleri olamaz. Elbette çay içmek de, film seyretmek de günah fiiller değildir. Fakat ‘fıkıh’ penceresinden değil de takva penceresinden baktığımızda yapmamız gereken fiillerin çoğu kez farklı olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Evet dünyadan da nasibimizi alacağız, bu mübahtır, fakat burada dozaj takvanın koyduğu kriterlere göre ayarlanmak durumundadır. Gündelik hayatın tanziminde sadece fıkha sığınmak nefsin bir oyunudur. Onun din’e karşı din’i kullanmasıdır.
Buradaki sorun şu: Nefis kendi isteğini bizimle özdeşleştirince nefis kaynaklı düşünce ve kararlarımıza bir resmiyet kazandırıyoruz. Fiillerimize ve tutumlarımıza yansıyan bu kararları değiştirmek zor olduğu gibi uygulama alanına da daha kolay geçiyor. Çünkü Başkan olan Ben’in mührünü üzerinde taşıyor. Halbuki o kararlar üzerinde ciddi bir özeleştiri yapılsa bunların aslında İslami Biz/Ben’e ait olamayacağını anlarız. Çünkü İslami Ben Kur’an’da tarifi yapılan bendir/mümin’dir. Kur’an’da bizden beklenen ideal davranışları sergilemediğimize göre bu duruma yol açan kararların İslami bilgilerimize rağmen irademizden nasıl çıkabildiğini ciddi bir biçimde sorgulamamız gerekir. Gerçekten isteyen biz miyiz? Bunu ben mi istiyorum, yoksa nefsim mi istiyor sorusunu sürekli kendimize sormalıyız.
Nefis burada kendi istek ve arzularına ‘İrade Meclisi’nden kanun çıkartıyor. İslami düşünce ve duygularımıza göre olması gereken durum ile yaptıklarımız, yaşantımız arasındaki uçurumun oluşması nefsin bu isteklerini bize onaylatmasından kaynaklanıyor. Davul bizim boynumuzda tokmak nefsin elinde. Biz ise kendimize hakim olduğumuzu sanıyoruz.
Benzetmede kalacak olursak kişi çıkan kanunu iptal edebilir. ‘Anayasa Mahkemesi’ yürütmeyi durdurabilir. Hükümet nefisle koalisyon yapmamış İslami bir hükümetse İslami Anayasa Mahkemesinin ne bir kanunu iptal etmesine ne de yürütmeyi durdurmasına da gerek kalmaz. Dolayısıyla amacımız nefsimizde tek başına iktidar olmak olmalı.
Fakat nefisle koalisyon hükümeti işbaşındaysa ve İslami Ben (Anayasa Mahkemesi-vicdan boyutu) devrede değil ise, en kötüsü böyle bir merciin farkında değilsek veya gereği gibi işletemiyorsak başımızı iki elimizin arasına alıp her şeyi yeni baştan düşünmemiz gerekir.
Ben ve nefis arasındaki ilişkide en çok kimin sözü geçiyor? Var gücüyle kötülüğü emrettiğini bildiğim nefis’le ilişkimde ne kadar tetikte ve teyakkuzdayım? Bu bilgi bende ne kadar bir dikkate yol açıyor? Dini yaşantı olarak ben şu an hangi konumda olmam gerekirdi? vb. soruları kendimize sorduğumuzda ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.
Ben ve nefis ayrımı yapmak, bize iç dünyamızda aldığımız kararları nefisten daha bağımsız almamızı sağlar.
Sonuç:
Nefis düşmanımız değil, fakat masum bir çocuk da değil. Onu ciddi ciddi pazarlığa oturan ‘zaaflarımızı’ çok iyi bilen, bunları pazarlıkta kar marjını yüksek tutabilmek için gözümüzün yaşına bakmadan kullanabilen muhakemesi keskin, kurnaz bir tüccar olarak telakki etmeliyiz. Bu bilinçle muhatabımızı tanıyarak masaya oturursak biz kazançlı çıkarız.