İslam’ın ana-babadan tevarüs edilen ve sonraki
nesillere öylece aktarılan kalıtsal bir bağlılık değil,
bilgi ve bilinç üzere tercih ve tâbi olunan Rabba-
ni hayat nizamı olduğu gerçeğinin yaygın şekilde
idrak edilmeye başlandığı son birkaç asırdır kay-
naklara (Temel kaynak olan Kur’an’a ve ona dayalı
Nebevi örneklik olan Sünnet’e) ve dolayısıyla tak-
litten tahkike dönüş çabaları ciddi bir ivme kazan-
mış durumdadır.
Bu çabaların bir parçası olarak, Müslümanların
tarihlerinin belli bir döneminde (Hicri 2, 3 ve 4.
asırlarda) çeşitli sosyal, siyasal ve kültürel etkile-
şimlerin de tesiriyle teşekkül edip kalıplaştırılan
ve sonraki asırlar boyunca taklit zinciriyle bugüne
kadar taşınagelen anlayışların Kur’an ve Sünnet
zaviyesinden yeniden gözden geçirilmesi, tahkik
ve tashihe muhatap kılınması kaçınılmaz olmuştur.
İşte geleneğin sahihini muharrefinden ayırt etme
ve sahih geleneği ihya etme yönündeki bu çaba-
ların, Kur’an’da Nebevi dâvetin muhatabı önceki
toplumların dilinden de aktardığı “Biz atalarımı-
zı üzerinde bulduğumuza uyarız” muhalefetiyle
karşılaşması önemli bir ayrışma ve tartışma zemininin doğmasına yol açmıştır.
Bununla birlikte, miladi 19. asırdan bugüne değin
“kaynaklara dönüş” bağlamındaki yaklaşımlarda
iki farklı tutumun belirginleştiğini müşahede et-
mekteyiz.
Birincisi; Geleneksel din anlayışları konusunda
sahihini muharrefinden ayırmaya ve sahih mük-
tesabatın altını yeniden çizerek İslam’ın sözünü bugüne taze ve dinamik şekilde söylemeye gay-
ret eden ve bu bağlamda yeryüzündeki mevcut
egemen dünya görüşü/ideoloji durumundaki
laik-pozitivist batı modernizm ve post-moder-
nizmine ve bunlar üzerine kurulu küresel-yerel
tuğyani otoritelere karşı İslam’ın öngördüğü mu-
halefet ve mücadeleyi sürdüren yaklaşım.
İkincisi ise; Geleneksel din anlayışlarına yöne-
lik Kur’ani zeminde bir eleştiri geliştirdiği halde,
batının laik-pozitivist tuğyani ideolojilerine karşı
Kur’ani bir muhalefet geliştirmekten uzak duran,
hatta yer yer bu tuğyani ideolojileri ve onların
temsilcisi olan küresel-yerel tuğyani otoriteleri
destekleyen yaklaşım.
Son yıllarda Türkiye’de sıkça duyduğumuz “indi-
rilmiş din – uydurulmuş din” söylemiyle öne çıkan
çevrelerin, maalesef sözünü ettiğimiz bu ikinci
tutum üzere hareket ettiklerini görmekteyiz. Bu
çevrelerin dil ve kaleminden sâdır olan “uydurul-
muş din” tabiri salt, çeşitli hurafelerle mâlul olan
geleneksel din anlayışlarını hedef almakta, laiklik,
kemalizm, liberalizm, nasyonalizm, kapitalizm,
sosyalizm gibi çağın egemen uydurulmuş dinleri
hiç bu eleştirilerin kapsamına girememektedir.
Rabbimizin Kitab-ı Kerim’ini esas almayan uydu-
rulmuş anayasalar, uydurulmuş çağdaş ulusal mi-
tolojiler vs zinhar söz konusu çevrelerin “indiril-
miş din” söyleminde yer bulamamaktadır. Sabah
akşam “atalar dini” eleştirisi yapmakta ve fakat bu coğrafyadaki egemen din (ideoloji, hayat nizamı) durumundaki “ata dini”ne, yani kemalizme yönelik birkaç cümle sarf etmek akıllarına bile gelmemektedir.
Oruç Baba Türbesi’ne Aslan, Anıtkabir’e Süt Dökmüş Kedi
Gariban teyzelerin kızlarının çocuğu olsun, oğul-
ları üniversite kazansın diye gidip şirke batarak
dua ettikleri Oruç Baba, Zuhurat Baba türbelerin-
de işlenen şirk konusunda aslan kesilen ve fakat
bu coğrafyadaki resmî ve egemen türbe duru-
mundaki Anıtkabir ve devlet erkanının orada be-
lirli günlerde icra ettikleri ve İslami ölçülere göre
tam anlamıyla bir ibâdet formunu ifade eden bağ-
lılık ritüelleri konusunda çıtı çıkmayan da bahse
konu “indirilmiş din mücahitleri”nden başkaları
değildir.
Tıpkı mezarlarda işlenen şirke karşı çok duyarlı
olmakla bilinen Suudi ulemasının (!) Riyad’daki
sarayda işlenen onca şirke sessiz kalması gibi.
İşte Müslüman şahsiyeti ve İslam dâvetçiliğinin
günümüz şartlarında sınandığı ve belirginleştiği
nokta tam da burasıdır. Geleneksel-kültürel hu-
rafelere ve şirke karşı aslan kesilip, çağın egemen
hurafeleri ve şirk ideolojileriyle müşrik otoriteler
karşısında dut yemiş bülbüle dönmek, İslam’ı kav-
ramamış ve onu ahlaka dönüştürmemiş olmanın
bir neticesidir.
Oysa biz Kitab-ı Kerim’den, onun bize aktardığı
peygamber kıssalarından ve Rasulullah’ın (a.s.)
mücadele sürecinden öğrenmekteyiz ki, İslam’ın
temel muhalefeti egemen olan şirke yöneliktir. Ri-
saletle yükümlü kılınan Musa (a.s.)’ın doğrudan
Firavun’un sarayına gönderilmesi, Muhammed
(a.s.)’ın Mekke’nin Arraflarından, Kâhinlerinden
daha öncelikle Darun Nedve otoritesiyle, Ebu Ce-
hillerle, Ümeyye b. Haleflerle, As b. Vaillerle mü-
cadele etmesi, peygamberlerin bâdiyeye değil, ana kentlere, kentlerin merkezlerine gönderilmesi bu açık gerçeğin ifadesidirler.
Anıtkabir merkezli bir bağlılık/itaat/tapınma bi-
çimi olarak bütün bir topluma tepeden dayatılan,
bâtıl batının laik-pozitivist, nasyonalist, kapitalist
tuğyani ideolojilerin kötü bir kopyası olan kema-
lizmi (ata dini) gündem etmeyen bir söylem asla
İslami bir söylem niteliği taşıyamaz. Allah’a imanı
dahi tuğyanın ve tağutun reddi şartına bağlayan
bir Kitab’a vurgu yapıp, ona dayalı “indirilmiş din” söylemini öne çıkarıp da egemen tuğyanı söz ko-
nusu bile etmemek İslami bir tutum olabilir mi?
Sabahtan akşama kadar tarikatlardan ve onların
hurafelerinden bahsedip de, dayandığı laik-pozi-
tivist hurafelerin yanında, Ardahan’da her yıl dü-
zenlenen Damal Şenlikleri örneğinde olduğu gibi
çeşitli mistik hurafelerle de mâlul olan kemalizm
tarikatına hiç değinmemek topu taca atmak veya
çelik çomak oynamakla eşdeğerdir.
“Bunlar sizin ve atalarınızın ürettiği isimlendir-
melerden başka bir şey değildir. Allah, haklarında
hiçbir belge indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve
nefislerin arzuladıklarına uymaktadırlar. Oysa
andolsun ki onlara Rablerinden hidayet gelmiştir”
(Necm, 53/23) ayet-i kerimesi mûcibince, gavs,
kutub gibi adlandırmaların uydurma ve şirk oldu-
ğunu haklı olarak söyleyip de ulu önder, yüce Ata-
türk gibi nitelemeler için aynı şeyi söylememek,
söyleyememek hakkı ketmetmektir, şirke karşı
yöneticileri ve halkı ikaz ve inzar etme yükümlü-
lüğünden kaçınmaktır.
İslami dâvet ve mücâdelede öncelikler söz konusu olmakla birlikte bütüncüllük esastır. İslam, ruczun her türünü ortadan kaldırmak ve yeryüzünde tertemiz bir zemin üzerine hakkı ikame etmek hedefiyle gelmiştir. Toplumdaki şirki, fısk ve fücuru görüp, tüm bunların da hâmisi durumundaki devlet otoritesinin şirkini, fısk, fücuru görmezlikten gelmek, tersine devletin şirkini, fısk ve fücurunu görüp toplumdakini görmezden gelmek mücadeleyi daha başından kaybetmek demektir.
Devlet otoritesinin temsil ettiği egemen şirk, fısk
ve fücur merkezi dâvet çabalarının, toplumda var
olanlar ise bu merkezi dâvetle eşzamanlı ve eşgüdümlü sürdürülmesi gereken çevresel dâvet çabalarının konusudur. Günümüzde tanıklık ettiğimiz “indirilmiş din – uydurulmuş din” söyleminde ise merkezi dâvetin terk edildiğini ve toplumdaki hurafelerle meşgul olunduğunu görmekteyiz.
Bugün Türkiye’de yapılması gereken, bir asırdır
topluma dayatılmakta olan egemen “ata dini”ni
İslami dâvetin asli konu ve hedefi olarak konum-
landırmak, toplumun bir atalar mirası olarak ya-
şatageldiği geleneksel din anlayışları konusunda
da sahihini muharrefinden ayrıştıracak bir dâvet
çabasını eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak sürdür-
mektir.
İktibas / Şükrü Hüseyinoğlu