Pakistanlı Ziyauddin Serdar (d. 1952) oldukça üretken bir ilim ve fikir adamı. Serdar’ın orijinal adı ‘Desperately Seeking Paradise: Journeys of A Sceptical Muslim’ (2004) olan, ‘Cenneti Arayan Adam: Septik Bir Müslümanın Yolculuğu’ kitabından söz etmek istiyorum. (Mahya yayınları, Terc. İbrahim Kapaklıkaya, Temmuz 2019).
Serdar’ın kitabı hatırat-biyografi karışımı bir tür. Kitabı asıl okunur kılan, aradaki fikir, siyaset, sanat ve tarih analizleri olmuş. Ziyauddin Serdar’ın, cenneti aramak üzere çıktığı ve birbirinden çok renkli durakları olan yolculuğundaki ‘septik bir müslüman’ nitelemesi, yazarın inanç zaafına değil, sorgulayıcı yapısına gönderme içeriyor. Arayış serüveni yer yer, Rasulullah’ın (sav) vefatından hemen sonraki dönemlere kadar uzanıyor ve oradan tekrar günümüze, mesela 11 Eylül 2001 tarihine dönüş yapıyor. Suudi Arabistan ve Malezya, en sık uğranılan duraklar.
Ziyauddin Serdar 400 sayfalık kitabına adeta İslam medeniyetine ait her şeyden bir katre olsun sığdırmaya çalışmış. Kitaba bir mini ‘İslam Medeniyet Atlası’ dense yeridir. Serdar’ın aradığı, kendi ifadesiyle, çok sayıda salih amel biriktirerek elde edilen türden bir cennet değildir. Benim cennetim diyor, “bir varış yeri” olmaktan ziyade, “bir seyahat tarzı”dır.
Serdar Londra’da ikamet etmektedir; İngiltere’yi, dolayısıyla batıyı iyi tanıyor. Bunun dışında Suudi Arabistan, Malezya ve Türkiye arasında mekik dokumuş. Onu Türkiye’ye bağlayan en önemli bağın İstanbul olduğunu anlıyoruz. Dostu Ekmeleddin İhsanoğlu vasıtasıyla IRCICA’nın hemen her konferansına davet edilmiş. İstanbul’da üniversite (Ferruh Alptekin) ve kitabevleri çevrelerinden (Ali Bulaç) birçok İslamcı ile görüşmüş. Çin, Afganistan, İran, Suriye gibi ülkelere yaptığı seyahatlerden biriktirdiği gözlemler okunmaya değer. Mevdudî, Kelim Sıddıki, İsmail Raci Faruki, Nakib el-Attas gibi Müslüman ilim, fikir ve hareket adamlarıyla olan tanıklıkları; Suudi müftü Abdülaziz b. Baz, Üsame b. Ladin ve Pakistan devlet başkanı Ziyaül Hak gibi siyasi kişilere ilişkin tahlil ve analizleri seviyeli.
Ziyauddin Serdar’ın entelektüel birikimi, sorgulayıcı ve aynı zamanda İslami mirası tanıyan kimliği ile birleşince, okuyucuyu İslam ümmetinin coşku ve hüzün dolu geçmişi peşinden kolayca sürüklüyor. Serdar’ın kalemi tasvir sahasında da hayli mahir. Bir dostlar meclisini veya bir ilmî toplantıyı tanıttığında siz de halkanın bir ucuna ilişiveriyor, toplantının bir ferdi oluyorsunuz. Mesela Çin’in, tıpkı Anadolu köylerini çağrıştıran, sobalı evlerden oluşan Müslüman köylerinden birinde beş-altı günlüğüne misafir olduğunda gölge gibi yanından ayrılmıyor, siz de misafirlikten payınıza düşeni alıyorsunuz. Yazarın mizahî yönü de güçlü. En hüzünlü olaylarda bile, küçük de olsa mizahi bir tema bulup okuyucu ile buluşturabiliyor. Tebliğ Cemaati’nin çat kapı kendisini ailesinden alıp, yıldırım hızıyla davetçi yapma teşebbüsünü anlatırken bunu tecrübe edebilirsiniz.
Ziyauddin Serdar’ın kalemi Müslüman mahallesine dair gözlem ve eleştiriler için harıl harıl çalışmış. İslam ümmetinin yuvarlandığı derin uçurumdan nasıl çıkacağına dair sorular soruyor, cevaplar bulmaya çabalıyor. Bulduğu cevapların hepsini beğenmesek de, okumadan geçemiyoruz. Ortada bir fikir işçiliği olduğundan kuşku duyulamaz. Serdar, sorunların çözümünde farklı önerileri olmakla beraber, ‘ümmetten istifa etmiyorum’ diyecek kadar kendisini ümmete bağlı hissetmektedir. Şöyle diyor:
“İran ve Suudi Arabistan eskiden olduğu gibi, şimdi de benim bir parçamdır; çünkü bana aittir. Benim kimliğim ne kadar bir yamalı bohça, çılgın ve karmaşık bir döşeme, karmaşık biçimler, kalıp ve renkler mozaiği olsa da; ne kadar zaferler ve açık mağlubiyetler, yanlış başlangıçlar ve hatalı çıkışlardan oluşan bir doku olsa da bileşik bir bütündür. Biz ümmetiz: Uluslararası Müslümanlar topluluğuyuz; asla istifa edemeyeceğimiz bir bileşik aidiyetin sahibiyiz. Peygamberimizin buyurduğu gibi; ümmet bir insan bedeni gibidir; bir organı hastalandığında, tüm beden acı çeker.” Şöyle devam ediyor: “Benliğimin en derin varlığıyla ben bir Müslümanım; ancak o benlik hiçbir zaman yalnız veya tekil değildir; tüm İslam ümmetinin çoğulluk ve çeşitlilik içeren bedeninin bir parçasıdır.”
Serdar’ın ümmet mefhumunu vurgularken İran ve Suud gibi iki uç örnek üzerinden hareket etmesi, İran ve Suudi krallığıyla olan ilişkileri bilindikten sonra daha iyi anlaşılacaktır. Kelim Sıddıki ile ‘kavga’ derecesinde tartıştıktan sonra kendisi bizzat giderek İran’ı tanıma kararı alır. (Biz Türkiyeli Müslümanlar 90’lı yıllarda Kelim Sıddıki’yi ilgiyle takip etmiştik. Sıddıkî’yi bir de en yakın dostundan; İslam Düşüncesi Enstitüsünü birlikte kurdukları, birlikte nice İslami faaliyette bulundukları kişinin tanıklıklarından dinlemek doğrusu oldukça öğreticidir). Devrimin henüz çiçeği burnunda olduğu günlerde (1980 yılı) gittiği İran’da çok kötü muamele görür. Mehrabad havaalanında gözaltına alınır, ajan olduğu suçlamasıyla tartaklanır, sert bir sorgulamadan sonra adeta paketlenerek yurtdışı edilir. Üstelik İslam Devrimi yetkilileri kendisini İslamabad uçağına bindireceklerini söyledikleri halde, bindiği uçağın Avrupa’ya gittiğini öğrenir.
Suudiler (arkadaşı Abdullah Nasıf vasıtasıyla) kendisine, -İslami entelektüel faaliyetlerde kullanmak üzere!-) beş milyon dolarlık bir çek vermeyi teklif ederler. Önce çeki almakta isteksizken, Nasıf’ın ısrarı ile ikna olur. Tam Suudi yetkililer çeki imzalayacakları esnada, bir ‘son dakika telkini’nde bulunurlar: ‘Her doğru her zaman ve her yerde söylenmez!’ Suudiler aslında Serdar’ı kendi politikaları lehinde ve kuvvetle muhtemeldir ki İran İslam Devrimi aleyhinde kullanmak istemişlerdir.
Z. Serdar’ın hayatının Malezya safahatı da ibret vesikalarıyla dolu. Mahathir Muhammed’in bizzat kendisinin siyasete kazandırdığı Enver İbrahim’le olan husumetleri çerçevesinde yaşananlar, Enver İbrahim’in başına gelenler, İslam coğrafyasının neresine gidilse, tanıdık gelecektir. İktidarı ele geçiren Mahathir, kendi postu için ‘tehdit’ olarak algıladığı en yakın adamını, akla gelebilecek her türlü iftira, dedi-kodu, gözden düşürme ve ayak oyunlarıyla etkisiz hale getirmiş, en sonunda da iktidar gücünü kullanarak kodese göndermiştir. Bu hadisenin, Serdar ve ‘İcmalciler’ adını verdiği entelektüel arkadaşlarının heyecanını bitirmiş görünmektedir.
Kısacası Ziyauddin Serdar’ın kitabı küçük bir ‘kırk ambar’ gibi. Okumaya değer bir eser.
sa hocam kitabı okumanız ve değerlendirmeniz için teşekkürler. yazarın hukuka olan bakış açısı ile ilgili değerlendirmenizi de yazsaydınız güzel olurdu düşüncesindeyim.
Aleykum selam Mehmet Ali kardeş. Yazarın sadece hukuk değil, değinilmesi gereken birçok konu var ama yazı uzuyor ve kitap tanıtımı olmaktan çıkıyor, kitap özetine dönüşüyor. Artık onu da, konuya/alana ilgi duyan insanlar bizzat kitaptan okusunlar