Türkiye 16 Nisan Pazar günü bir kere daha sandık başına gidiyor. Cümle belki eksik olmuş olabilir; Türkiye ile birlikte sanki bazı batı ülkeleri de sandık başına gidiyor. Bu bir referandum ama bir nevi ‘seçim’ oluyor. Bu ‘seçim’in de pek çok sevmeyeninin olmadığı anlaşılıyor.
Bu referandum da, bugüne kadar yapılmış seçimlerin hemen hemen bir benzeri. Farkı şu ki, bu sefer sistem içi saflar daha da keskin sınırlarla ayrışmış durumda. Kılıçlar çok iyi bilenmiş vaziyette. Herkes muhatabını tel’in ediyor.
Bu referandumu nasıl okumak gerekiyor?
2002 yılından beri siyasetin kaptan köşkünde oturan kadro, sistemde yeni ve ciddi değişiklikler yapmak istiyor. Sistemde böyle bir revizyonun yapılmasının lüzumuna inanmışlar. Yönetimde bir sistem değişikliği yapılırsa, rejimin daha eli-yüzü temiz hale geleceğine inanmışlar. Bu temizlikle 2023 ve 2071 gibi hedeflere daha güvenli gideceklerine itikad etmişler. Karşı kutuptaki cenah ise biraz siyasi kıskançlık ve kapristen, biraz da, iyi kötü bir yerlerinden tutuyor oldukları ipin, ellerinden tümden kaçtığını, ayaklarının altındaki halının çekilmekte olduğunu görüyor olmanın verdiği telaş ile ileri düzeyde bir dalaşma ve restleşme yaşanmaktadır. Tabi ki bu dalaşma, ülkedeki herkesi bir şekilde alakadar etsin; herkesin duyguları hop oturup hop kalksın isteniyor.
Fakat İslam gibi bir davası olan kişi ya da grupların, olaylara biraz daha sükûnetle yaklaşmaları, duygularını kontrol etmeleri gerekmez mi? Aksi takdirde bu gibi süreçlerdeki kontrolsüz tepkiler, kontrolden çıkan arabanın nasıl bir savrulmaya maruz kalacağının meçhuliyeti gibi, kestirilemez savrulmalara sebebiyet vermektedir.
Öncelikle, ülkedeki bir seçim ya da referandumun trajik bir kahırlanma edebiyatına sebep olmaması gerekir. Bir müslümanın asıl kahırlanması gereken iş, onun, davası/derdi olduğunu iddia ettiği İslam uğrunda, atması gereken adımları atamaması, yapması gerekenleri yapamaması, düşünmesi gerekenleri düşünememesi olsa gerektir. Bir müslümanın işi, referandumlara/seçimlere bağımlı değildir. Şayet Müslüman, seçimlerin/referandumların, ‘davam’ dediği şeye olumsuz katkıları olacağını farz ediyorsa, bunun aksinin de mümkün olduğunu kabul etmesi gerekir. Zaten akıbet tamamen Allah’a ait olduğu, gaybın anahtarları bütünüyle Allah’ın elinde bulunduğu için, geleceğe dair kestirimlerde bulunmak da pek isabetli değildir.
Müslüman ferd ya da gruplar, davalarına, içinde yaşadıkları ülkenin rejiminin yapısına göre mi koyulacaklar? Dava çalışmalarının mahiyet ve şeklini bu şartlar mı belirleyecek? Eğer böyle düşünülüyorsa, zaten ortada ‘dava’ diye bir şey kalmamış demektir.
Eğer ortada, İslam’ı tıpkı Rasullerin/Nebilerin durdukları noktadan göründüğü biçimde ’dert’ edinen birileri varsa, o kişi ya da kişiler bilirler ki, İslam davasını omuzlayan kimselerin ayakları altına hiç kimse kırmızı halılar sermeyecek, çiçeklerle, çelenklerle karşılamayacaktır. Tam tersine, müslümanın ne ile hangi nesnelerle karşılanacağı az çok bellidir.
Yukarıda özet şekilde değindiğimiz gibi, sistemin sahipleri, bazı değişiklikler yapılması gerektiğine inanmışlarsa, Müslümanlar olarak, “hayır, yapmayın, bu değişiklikler iyi değil!” dememiz mi gerekiyor? O zaman sistemin mevcut halini onaylamış, beğenmiş olmaz mıyız?
Sözün özü, 16 Nisan günü aslında sadece bir anayasa reform referandumu değil, aynı zamanda ülkenin hayat tarzı oylanmış olacaktır. Bu ‘hayat tarzı’na evet demekle hayır demenin, meselenin kökeni itibariyle birbirinden pek farkı yoktur.
Müslümanın neyi oylayacağı ise bellidir. Daha doğrusu Müslüman demek zaten oylamayı yapmış, oyunu, ‘müslüman’ adını aldığı günden itibaren kullanmış, yolunu-yordamını seçmiş kimse demektir. Müslümanda kafa karışıklığı olmamalıdır. Dolayısıyla, kendisine ait olmayan bir icraatta kimseye duralanmasına da gerek olmamalı diye düşünüyorum. Müslümanın işi zaten o kadar çok ki, duralanmaya vakti bile bulamaması gerekir…