Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaşın ardından İsveç ve Finlandiya, “Rusya tehdidine karşı” kendilerini güvence altına almak için, iki cihan harbi de dâhil olmak üzere, uzun zamandır sürdürdükleri “askerî tarafsızlık” siyasetini terk ederek NATO’ya üye olma adımlarını hızlandırdılar. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine başvurma kararları Transatlantik Topluluğu’nda büyük bir heyecan yarattı. Başta ABD olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya gibi önde gelen NATO ülkeleri İskandinav ülkelerinin ittifaka katılımını desteklediklerini açıkladılar. Çünkü savunma sanayileri hayli gelişkin bu iki ülkenin NATO üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda, Baltık Denizi âdeta bir NATO gölü hâline gelecek ve NATO’nun doğu kanadı güçlenecektir. Genel Sekreter Stoltenberg, iki ülkenin başvuruları durumunda katılımlarının “hızlı ve sorunsuz” olacağını belirtmişti.
Ancak bu iki Baltık ülkesinin başvurusu, “terör örgütlerine destek vermeleri “sebebiyle Türkiye tarafından olumsuz karşılandı. Türkiye her iki ülkenin de terör örgütleriyle mücadelede somut adımlar atmadan, terör örgütlerine karşı açık ve net bir tavır sergilemeden ve bize yönelik uyguladıkları silah ambargolarının kaldırılacağına dair yazılı taahhütler vermeden bir ilerleme sağlanamayacağını kararlı bir şekilde ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, zamanında Yunanistan’ın tekrar NATO’ya dönüşü konusunda yanlış yapıldığını dile getirerek, “Bu konuda ikinci bir yanlışı işlemek istemiyoruz!” ifadesini kullandı. Ayrıca, “İskandinav ülkeleri ne yazık ki terör örgütlerinin âdeta misafirhanesi gibidir. Bu örgütler parlamentolarında da yer alıyorlar. Bu noktada bizim olumlu bakmamız mümkün değil. Türkiye’ye yaptırım uygulayanların bu süreç içerisinde bir güvenlik örgütü olan NATO’ya girmelerine biz ‘evet’ demeyiz.” şeklinde konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın PKK’ya verdikleri destek nedeniyle İsveç ve Finlandiya’ya gösterdiği tepki toplumun geniş kesimi tarafından haklı bulundu, desteklendi.
NATO Genişleyerek Canlanıyor
Şimdi ABD, Varşova Paktı’nın dağılması sonrasında aslında varlık nedeni kalmamasına rağmen, kendi emperyal çıkarları için NATO’nun daha da güçlenmesine çalışmaktadır. ABD Başkanı Biden’ın 24 Kasım 2020’de, “Amerika geri döndü. Dünyaya liderlik etmeye hazır.” cümlesini hatırlayalım. Çoğu eski Doğu Bloku ülkesi olan ülkeleri NATO’ya katarak Rusya’yı yakından kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Ukrayna’yı NATO’ya alma girişimiyle, Rusya’yı tahrik ederek savaşa sebep olmuş, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali dengeleri bozmuş, Avrupa’yı korkutmuştur. ABD, NATO’yu olabildiği kadar hızlı genişletmeye, Rusya ile arasını iyice açıp Avrupa’yı ağır bir ipotek altına almaya çalışmaktadır. Bu korku NATO’nun geri gelmesine yol açtı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un deyimiyle “Beyin ölümü” gerçekleşen NATO yeniden canlanırken, herkes ABD’nin yanına koşmaya başladı. İskandinavya’nın tarafsız ülkeleri İsveç ve Finlandiya’nın can havliyle NATO’ya koşması bu sebeptendir.
NATO’nun genişlemesine başta ABD olmak üzere, birçok NATO üyesi de isteklidir. Çünkü fiilen emperyalist sermayenin önünü açmanın bir müdahale aracı olan NATO’nun genişlemesi demek emperyalizmin genişlemesi demektir. Liberal sermayenin serbestçe dolaşımı için ABD’nin egemenliğindeki NATO bir askerî aparat olarak önemli hizmet vermektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası NATO, eski Varşova Paktı üyeleriyle ilişkilerini geliştirmek için adımlar attı. 1994’te eski Varşova Paktı üyeleriyle “Barış İçin Ortaklık” adlı bir program oluşturularak, bilgi paylaşımı sürecine, ortak tatbikatlara ve barış gücü operasyonlarına katılım imkânı sağlandı.
12 ülkeyle kurulan NATO, genişleme politikası sonucunda 1990’da 16 üyeye; Varşova Paktı’nın yıkılması sonrası 1999’da Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’yle 19 üyeye; 2004’te 26 ülkeye; 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılımıyla 28 ülkeye ve 2017’de Karadağ’ın üye olmasıyla 29 üyeye çıktı. Makedonya’nın üyeliğiyle 2019 yılında NATO’nun üye sayısı 30 oldu. Böylece NATO, tarihinin en kapsamlı ve önemli genişlemesini gerçekleştirdi. NATO zayıflayan ya da güç kaybeden değil, üye sayısı yıldan yıla artan bir ittifak hâline geldi. Zaten gereğinden fazla genişlemiş olan NATO’nun ABD önderliğinde sürdürdüğü doğuya doğru daha fazla genişleme politikasına Rusya ve Çin karşı çıkmaktadır.
NATO’nun bundan önce 14 Haziran 2021’de Brüksel’de gerçekleştirdiği liderler zirvesinde NATO Genel Sekreteri’nin Asya-Pasifik’le iş birliğini derinleştirme açıklaması genişlemenin daha da devam ettirileceğinin bir işareti olarak küresel ilişkilerin dinamikleri açısından önem arz etmekteydi. Sonuçta bir Avrupa-Atlantik ittifakı olan NATO’nun Çin’e karşı konuşlandırılması ve Rusya’yı kışkırtması niyetinin, 2030’a kadar Asya-Pasifik’te yayılmak olduğunu göstermektedir. Anlaşılıyor ki, bir taraftan ASEAN üyesi Filipinler, Myanmar, Tayland, Endonezya, Singapur, Brunei, Vietnam, Laos ve Kamboçya’nın, diğer taraftan QUAD üyesi Avustralya, Hindistan ve Japonya’nın hepsinin NATO’ya katılması amaçlanmaktadır. Zirve sonrası yayınlanan bildiride NATO’nun ilgisinin Afrika kıtasından Ortadoğu’ya, oradan Latin Amerika’ya ve Asya-Pasifik havzasına kadar yerkürenin her bölgesine uzadığını görüyorsunuz. Normalde bir savunma ittifakı konumundaki NATO’nun ilgi alanlarındaki kapsamlı değişim ve dönüşümün sadece coğrafi anlamda değil, tehdit kategorileri anlamında da dikkat çekici bir çeşitlenmeye gittiğini görüyoruz.
NATO ve Dünya Güvenliği
Soğuk Savaş mirası NATO’nun genişleme ihtirası, Ukrayna’yı tahrik ederek sonunda Rusya-Ukrayna çatışmasının çıkmasına yol açtı. Genişleme politikasını yeniden gözden geçirme yerine, bölgesel ve küresel güvenliği ciddi şekilde tehdit eden askerî çatışmayı kışkırtmayı sürdürmekte, Ukrayna ise harap olmaktadır. Sadece kendi güvenliğini ve menfaatini düşünen ABD ve NATO savaşın uzamasını, bu sayede Rusya’nın yorulup, yıpranıp, yalnızlaşacağını düşünmektedir/hedeflemektedir. Böylece Avrupa üzerindeki nüfuzu pekişecektir. Beraberinde silah şirketlerine gün doğmuş, sipariş yağmaya başlamıştır.
İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini, NATO’yu Rusya sınırına taşıma ve bir kışkırtma hareketi olarak görmek gerekir. 1999’dan bu yana genişleyen NATO’nun üye sayısı 16’dan 30’a çıktı. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, Türkiye’nin tavrını umursamadan, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmak için başvuru yapması hâlinde NATO’nun bunu hızlı bir şekilde kabul edeceğini duyurdu. İsveç ve Finlandiya’nın üye olmasıyla bu sayı 32 olacaktır. NATO, örgütün doğu kanadındaki sınır bölgelerinde kalıcı askerî konuşlandırma planını açıklayarak olayı kaşımaya devam etmektedir. Daha savaş öncesi Rusya-Ukrayna müzakereleri sürerken NATO Ukrayna’ya tank, ağır silah ve teçhizat sağlamaya başlamış, krizi tırmandırmıştı. Örgütün bu kuşatma hareketine Rusya, bu adımın bölgede istikrara, güvenliğe katkı sağlamayacağını, gerilimi daha da tırmandıracağını vurgulayarak sert tepki vermişti.
Aynı Oyunu Türkiye Üzerinde de Oynamışlardı!
Müttefik devletler İkinci Dünya savaşını kazandıktan sonra 4-11 Şubat 1945’te Yalta’da düzenledikleri ve ABD Başkanı Roosevelt, İngiltere Başbakanı ve Sovyetler Birliği (SSCB) lideri katıldığı konferansta dünyayı parsellerken Doğu Avrupa Sovyet etki alanına, Türkiye ise ABD’nin ve dolayısıyla NATO’nun nüfuz alanına bırakılmıştır. Bu konferansta tarafların anlaşması üzerine, Moskova’nın Türkiye’ye tehditleri başladı. SSCB, Türkiye’ye 19 Mart’ta diplomatik bir nota vererek, Türk boğazlarının savunulması için Sovyetlere üs verilmesini istedi. Ayrıca Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i Dışişlerine çağıran SSCB Dış İlişkiler Bakanı Molotov, 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması’nda yapılacak değişiklikle Kars ve Ardahan’ın SSCB’ye bırakılmasını istedi. Tehditlerinin ciddi olduğunu 1925 tarihli sınır antlaşmasını tek taraflı olarak feshederek gösterdiler. Gürcüler ve Ermeniler de Türkiye’den istenen toprakların kendilerine ait olduğu yolunda Batı’da ve Birleşmiş Milletler’de kampanya başlatmışlardı. Sovyetler Temmuz 1946’da Ankara’daki elçisini geri çekti ve 7 Ağustos’ta Türkiye’ye Montrö Sözleşmesi’nin feshedilmesi ve boğazların Karadeniz’e komşu ülkelerin yönetimine verilmesini isteyen yeni ve sert bir nota daha verdi. Türkiye bu nota karşısında ne yapacağını düşünürken beklediği destek ABD’den geldi. Washington, Moskova’ya bir nota göndererek bu talebinin kabul edilemez olduğunu bildirdi.
Esasen bu talep, konferansta kararlaştırılmış olan Türkiye’yi ABD’nin kucağına itme oyunun bir parçasıydı. Türkiye için tek yol Rus saldırganlığını, İngiltere ve ABD’yle yakınlaşarak dengelemekti. Türkiye’yi NATO’ya üye olmaya iten gelişmeleri tetikleyen Molotov krizi de bir komplonun ürünüydü. İnönü hükûmeti manşetlerden köpürtülen bu komünizm korkusunu gayet iyi kullandı. Ölüm gösterilerek Türkiye sıtmaya razı edilecekti. Türkiye’nin Amerikancı Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’in özel çabasıyla Sovyet tehdidi yaygarası kopartılarak siyasi iklim oluşturuldu. İnönü’ye çektiği telgraf ve sonrasında yapılan açıklamalar bir panik havası oluşmasına yol açtı. Batı ve Türk basını aracılığıyla köpürtülen “Sovyet ve komünizm tehdidi” üzerinden yapılan psikolojik harp, ülkenin kaderini kayıtsız şartsız Batı’ya bağladı. En sonunda sadakatimizi sınamak için “Kore Savaşı’na gelin de anlayalım ne kadar sadıksınız!” diyorlardı. Kore’ye Mehmetçiği yollayarak, o evlatlarımızın kanı pahasına sadakat sınavından geçtik ve nihayet NATO’ya girdik. Savaşın başından Temmuz 1953’teki ateşkese kadar geçen sürede toplam 14 bin 936 Türk askeri Kore’de görev aldı. Bunların 721’i hayatını yitirdi, 175’i kayboldu, 234’ü esir düştü ve 2 bin 147’si yaralandı.
Türkiye’nin NATO üyeliğinin oylandığı 18 Şubat 1952’de Meclis’te DP’li ve CHP’li 404 milletvekili evet oyu vermiş sadece bir çekimser oyu kullanılmıştı. O antlaşmadan sonra ABD askerî heyetleri Türkiye’ye gelip, Türk ordusunun modernizasyonu için raporlar hazırlamaya başladılar. Akabinde Truman doktrini çerçevesinde Marshall yardımları başladı. Artık Türkiye, Amerikan yörüngesine girmişti. Nasıl olsa Amerika’dan bedava alıyoruz, diye savunma sanayimizin kapısına kilit vurulmuştu. Bu ülkenin körpecik çocukları Amerikan ordusunun raf ömrü dolmuş süt tozlarıyla, bozuk peynirleri ile beslenmeye başlamıştı. Daha sonra Soğuk Savaş bittiği hâlde Türkiye bu yörüngeden bir türlü kurtulamadı, devlet ve silahlı kuvvetler her daim NATO üzerinden Amerikan etkisi altında kaldı, her bağımsız davranma denemesinde müdahale ile karşılaştık. Tüm ihanetlerine, organize ettiği darbelere, beslediği terör örgütlerine rağmen bu örgüt hiçbir zaman doğru dürüst sorgulanmadı.
NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte NATO’nun kuruluş amacı ortadan kalkmıştı. İki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasının ardından, NATO ve ABD dünyada tek kutuplu kalmanın verdiği cesaretle kendine yeni bir hedef aradı ve öncelikli yeni hedef olarak; “terörizmle mücadeleyi” ve “enerji hatlarının güvenliğini” seçti. Terörizmle mücadeleden kastı, proje örgütler üzerinden İslâm’a saldırmaktı. Komünizm bittiğine göre tehlikenin rengi de değişmeli, kırmızıdan yeşile dönmeliydi. Nitekim “İslâmofobi” denilen şey ilk NATO toplantısında o zamanki İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher tarafından dile getirilmişti. Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabıyla başlayın, 28 Şubat’a, BÇG’ye, İkiz Kuleler’in vurulması sonucunda Irak ve Afganistan’a müdahaleye, DEAŞ/IŞİD, oradan FETÖ’ye kadar gelebilirsiniz. Bir “Müslüman terörist” imajı inşa ederek İslâm’a savaş açtılar. Oluşturulan hayali düşman algısı ile İslâm coğrafyası üzerindeki fiilî hâkimiyetlerini meşrulaştırma yoluna gittiler. NATO Afganistan, Irak, Libya operasyonlarında İslâm dünyasına kan kusturdu. Bosna-Hersek’te yaşanan katliama sessiz kaldı. NATO, hep Hıristiyan Batı’ya hizmet etti.
1948’de imzalanan kurucu Washington Antlaşması’na göre NATO’nun değişmeyen beş prensibinden biri olan “İttifak, savunma amaçlıdır.” prensibi Bosna-Hersek, Kosova, Afganistan ve Doğu Akdeniz müdahalelerinden sonra bu amacın yavaş yavaş ortadan kalktığını görüyoruz. Pakt’ın -1991’den itibaren- değişimi uzmanlar tarafından “savunmadan çıkıp doğrudan mücadeleye geçiş” şeklinde tanımlanmaktadır. NATO bu safhadan sonra “demokrasilerin korunması”, “aşırılıklarla mücadele”, “fundamentalist İslâmî akımlarla mücadele”, “kriz alanlarına müdahale”, “uluslararası terörle mücadele”, “siber savaşla mücadele”, “iklim değişikliği” gibi uygulamalara, asimetrik mücadelelere çok daha fazla yer ayıran bir konsepti benimsedi. Yani ABD’nin tekelinde, onun bir işgal ve saldırı aparatı olarak dünyanın jandarmalığına soyundu.
Terörizmle mücadele gerekçesiyle Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eden ABD, enerji kaynakları açısından büyük önem taşıyan Orta Asya ve Orta Doğu’da denetimi elinde tutmaya çalışarak, potansiyel rakiplerini bertaraf etmeyi ve hegemonyasını sarsacak bölgesel ittifakları önlemeyi hedeflemektedir. Enerji yollarının kontrolü için uluslararası bir mücadele söz konusu. ABD/NATO petrolün Körfez’deki çıkış sahalarını ve ticaretin fiyatını kontrol etmek istiyor. Bütün dünyada her enerji noktasında Batı’nın menfaatleri doğrultusunda hareket edilmesi, edilmezse asker kullanılması gündeme geliyor. ABD’nin enerji hatlarının güvenliğine el atması, NATO ülkelerinin en büyük doğalgaz sağlayıcısı Rusya’nın tepkisini çekiyor. NATO üyesi Türkiye’nin bile Doğu Akdeniz’de enerji merkezli çevreleme planlarına maruz kalması esasen NATO saldırganlığının bir tezahürüdür.
Yeni Küresel NATO’da Türkiye’nin Yeri ve ABD
Türkiye ittifakın üçüncü büyük silahlı gücü, İran’a yakınlığı, topraklarında barındırdığı çok sayıda üs ve radar sistemi barındırması, enerji güzergâhlarının kavşağında bulunması, enerji projelerinin neredeyse tamamının Anadolu toprakları üzerinden geçiyor olması ile önemli bir ülkedir. Eğer ileriki zamanlarda NATO bir “Karadeniz Görev Gücü’’ gücü bulundurmak isterse burada Türkiye’nin tutumu kilit önem taşıyacaktır. Bu istek 2004 yılında ABD‐NATO ortak çalışması ile hazırlanan “ABD‐NATO Bir Amaç İttifakı’’ adlı raporda da açıkça ortaya konuluyor. Karadeniz bizim için çok kritik bir konu. Karadeniz’e NATO donanmasının girmesi “Montrö Sözleşmesi’nin” yeniden tartışmaya açılması demektir.
Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin sıkıntı yaşayacağı konular arasında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) NATO’ya üyelik talebi yer alıyor. Özellikle ABD, Fransa ve İngiltere gibi bazı ülkeler “NATO artık genişledi, oy çokluğuna geçelim!” demeye başlamışlardır. Oy birliği sisteminden oy çokluğu sistemine geçilmesi hâlinde Türkiye’nin başı ağrıyacaktır. Bu konuda çok sayıda NATO‐AB ortak ülkesi Türkiye’ye baskı yapmakta ancak GKRY’nin başvurusunu Türkiye sürekli veto etmektedir. Eğer yeni sisteme geçilirse Türkiye veto hakkını kullanamayacaktır.
Dünyadaki güvenlik tehditlerine karşı NATO’nun alacağı önlemler ancak ABD’nin menfaatleriyle ölçülebiliyor. ABD istediği zaman NATO görev bölgesi dışında da görevlendirilebiliyor. NATO Antlaşması’nın beşinci maddesine göre; bir müttefike yapılan saldırı hâlinde diğer bütün müttefikler yardıma gelme taahhüdü altındalar. İttifakın nihai amacı müttefiklerin güvenliğiyse, buradaki taahhüt terör tehdidi karşısında da müttefiklerin birbirlerini desteklemeleri yükümlülüğünü içerir. 11 Eylül’den sonra ABD, 5. maddeyi işleterek Afganistan’a girmiştir. Ama Türkiye’nin PKK ile yaptığı mücadelede 5. madde işletilmemektedir. Demek ki ABD’nin oyuncağı hâline gelen NATO, sadece ABD’nin istediği çerçevede hareket etmektedir. Türkiye’nin mücadele yürüttüğü PKK-YPG’yi terör örgütü görmeyip, terörün kapsamını kendi çıkarlarına göre tanımlamaktadır. Sözde müttefik gördüğü ülkelerdeki terör örgütlerine silah yardımı dahi yapabilmektedir.
ABD kendi çıkarları doğrultusunda yaptırım kararları alan, NATO’yu kullanan, kendi çıkarı için dünyayı ateşe atmaktan çekinmeyen bir ülkedir. Esed için kılını kıpırdatmayan NATO’nun Kaddafi’yi nasıl vahşice öldürdüğünü hatırlayalım. Eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Nüzhet Kandemir: “NATO sadece ABD’nin memnuniyetini öngörür.” demişti. NATO demek ABD demektir. Özellikle Avrupa dışı operasyon kararlarını ABD vermektedir. Çünkü silah gücü onun elindedir. NATO’nun ABD’nin çok büyük etkisi altında olan bir kuruluş olduğunu unutmamak gerekiyor.
ABD, hegemonyasını sürdürebilmek amacıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, liberal ekonomiyi, serbest ticareti esas alan, doları dünya rezerv parası yapan ve kurallarını kendi koyduğu bir dünya düzen oluşturmuştur. Kurduğu dünya düzenini korumak için de BM, NATO, IMF, DTÖ gibi kurumları organize ederek ortaya sürmüştür.
NATO’nun Skandalları
• 8-17 Kasım 2017 tarihleri arasında NATO Harp Merkezi-Stavanger Norveç’de icra edilen Trident Javelin-2017 NATO Bilgisayar Destekli Komuta Yeri Tatbikatında, Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in fotoğrafı kullanılarak düşman liderler arasında gösterilmiş, diğer taraftaysa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ismi sahte bir hesap kullanılarak “düşman ile iş birliği içerisinde” gösterilmiştir.
• 3 Mayıs 2019 tarihinde NATO Genel Sekreteri Soltenberg’in katıldığı Belçika-Brüksel yakınlarındaki Mons’da bulunan NATO’nun tüm operasyonlarını kontrol ettiği Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı’ndaki komutanlık devir-teslim törenine, AB üyeleriyle beraber, NATO nezdinde herhangi bir statüsü bulunmayan GKRY de davet edilmiştir.
• Türkiye, 2014 yılından itibaren FETÖ’yü tasfiye etmeye başladı. NATO bu süreci durdurmak ve Türkiye’nin Rusya ile başlattığı bölgesel iş birliğini bozmak için, 15 Temmuz 2016 gecesi askerî darbeyi sahneye koydu. Zira darbenin NATO karargâhından da planlandığı ve buradan adım adım izlendiği ortaya çıktı. NATO karargâhında görev yapan 462 subaydan 237’sinin Gladyocu subay olduğu tespit edildi. Bunlar geri çağrıldı ama çoğu dönmedi. Türkiye’nin iade talepleri ise reddedildi. 251 vatan evladını katledenleri NATO koruma altına alarak sahip çıktı. Ayrıca bazı subaylar NATO üyesi Yunanistan’a sığındı. ABD, FETÖ’nün başını Türkiye’ye teslim etmeyip himayesine aldı. 15 Temmuz gecesi bu vatanın evlatlarını bombalayan F-16’ların yakıt ihtiyacının İncirlik’ten kalkan tanker uçaklar tarafından karşılandığı bilinmektedir.
• NATO’nun başat üyelerinin Kıbrıs, Ege ve adalar konusundaki tutumu her zaman Yunanistan lehine olmuştur. NATO, Ege adalarının Yunanistan tarafından silahsızlandırılmasına karşı girişimlerde bulunmadığı gibi NATO tatbikatlarının söz konusu adalarda planlanması için özel gayret sarf etmektedir.
• ABD kaynaklı belgelerde ve NATO karargâhlarında Türkiye’yi bölünmüş gösteren haritalar duvarlara asıldı. NATO tatbikatlarında Türkiye’nin bölünme haritaları kullanıldı.
• Akdeniz’deki ticaret gemilerimize NATO donanmaları saldırıda bulundu.
Madrid Zirvesi ve Ne İstediğini Bilen Ülke Olmak
Türkiye’nin NATO paktına dâhil olduğu tarihten bu yana başına gelmeyen kalmadı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbeleri, 12 Eylül öncesindeki kardeş kavgaları, 40 yıldır uğraştığımız PKK terörü, 28 Şubat ve 15 Temmuz darbe girişimi. Hepsi de ABD ve NATO’nun ürünü ihanet oyunları. 12 Eylül darbesi sonrası dönemin CIA Türkiye istasyon şefi olan Paul Henze’in, ABD Başkanı Jimmy Carter’ı arayarak “Bizim çocuklar başardı!” sözünü hatırlayalım. Bugüne kadar NATO bizim hangi yaramıza merhem olmuş, Türkiye gibi, NATO’daki üçüncü büyük orduyu besleyen bir ülkenin hangi talebi, Türkiye’nin hacmine, önemine, ağırlığına uygun olarak karşılanmıştır? Türkiye, NATO üyesi olduğu hâlde, başta ABD olmak üzere NATO müttefiklerinin, her türlü açık-gizli saldırısına muhatap olmaktadır. Bugüne kadar Yunanistan’a herhangi bir NATO ülkesinden “Bu kadar saldırganlık, bu kadar mızıkçılık artık yeter!” diyen oldu mu? “Bu kadar silahlanma ne için?” diye soran var mı? Aksine bu piyonu boyundan fazla laf ettirerek daha fazla şımartıyorlar.
Madrid Zirvesi’nde İsveç ve Finlandiya ile imzalanan “Üçlü Muhtıra” konusunda son derece dikkatli olunmalı, maddeler halinde taahhüd edilenler oluşturulacak izleme, takip mekanizmalarıyla denetlenmelidir! Sözünde durmayan Batı birçok defa Türkiye’yi kandırmıştır. Bugün istediklerini elde ettikten sonra Türkiye’nin haklı beklentileri konusunda ipe un serebilir, döneklik yapabilirler. Temel jeopolitik çıkarlarımızı elde etmeden Kenan Evren’in düştüğü Rogers Planı tuzağına düşmeyelim. Zira Türkiye, Yunanistan’ın, yeniden NATO’nun askerî kanadına dönüşünde herhangi bir talepte bulunmamıştı. Danimarka başbakanı olduğu sırada Peygamber Efendimiz (s.) karşıtı karikatürlere, PKK terör örgütünün televizyon kanalına (Roj TV) büyük hoşgörü gösteren Rasmussen, NATO genel sekreterliğine aday olunca, Türkiye önce karşı çıkmış, sonra evet demiştir. Türkiye, NATO’nun YPG’yi terör örgütü olarak nitelememesi hâlinde Baltık ülkeleri ve Polonya’yı kapsayan savunma planını veto etme tehdidinde bulunmuş ancak 2019’daki 70. Yıl Zirvesi’nde planı kabul etmiştir. Maalesef Türkiye, tek başına karşı çıkarak NATO’daki herhangi bir kararın alınmasına engel olamamıştır. Sonunda ABD ne demişse o olmuştur. Ne demişlerse, ne yapmak istemişlerse, el kaldırıp onaylamışız.
Türkiye’ye parasıyla verilmeyen silahlar, terör örgütlerine bedelsiz olarak on binlerce tırla aktarıldı. İnsanımızın canına, malına, hürriyetine kast eden teröristlere yönelik meşru sınır ötesi harekâtlar nedeniyle ülkemiz hedefe konuldu. Suriye’de binlerce masumu katleden terör elebaşları kırmızı halılar serilerek “General” hitabıyla karşılandı, başkanlık saraylarında ağırlandı. Türkiye çoğu zaman ambargolara, tehdit, baskı ve şantajlara maruz bırakıldı. Şimdi de içeride hayat pahalılığı, enflasyon, yükselen işsizlik ile, dışarıda terör, Yunanistan’la mücadele, dış politikada zorlu problemlerle yüz yüze olduğu bir dönemden geçiyor. Bu süreçte Türkiye ekonomide, siyasette, bürokraside, yargıda, medyada toplumsal ilişkileri sağlam bir adalet ve kardeşlik temelinde ayakta tutmaya mecburdur. İçeride ortaya çıkan zaafları örtmek, kusurları savunmak, yanlışları polemikle geçiştirmek zamanı değildir. Türkiye’nin kaderini ilgilendiren hayati meselelerde asgari müştereklerde buluşulması zarureti vardır.
Türkiye bütün ümmetin en güvenilir limanı, umutla baktığı bir ülkedir. Hem içerde hem dışarda ayrıştırıcı, faşizan milliyetçi söylemlerden uzak durmak ve kuşatıcı olmak mecburiyetindedir. Baskı ve zulüm altındaki Müslümanlara yardıma koşup davalarını savununca, kendisini jeopolitik rekabetin ve güçler mücadelesinin merkezinde bulacaktır. İçeride de yerli ve millî güçlerle yabancıların güdümündeki siyasi, ekonomik güçlerin mücadelesi devam etmektedir.
Küresel güçlerin elinde oyuncak olarak sömürülmeyi ve zilleti değil, içerde huzurlu, dışarıda onurlu bir ülke ve devlet olarak haysiyetiyle yaşamayı seçmek sorumluluğu vardır. Türkiye NATO olmadan da bereketli toprakları, genç nüfusu, muhteşem iklimi, yetişmiş insan potansiyeli ile sanayiini kuracak, teknolojisini geliştirecek, kendini savunacak potansiyele sahiptir. Bu ülkenin bir “imparatorluk” ve ümmete/İslâm dünyasına halifelik geçmişi vardır. Tabii olarak hayallerini de ideallerini de bu onurlu geçmişi besleyecektir. “Asırlık uyanış” denilen şey tam da budur!
Metin ALPASLAN/Umran Dergisi