“Sessizlik diye bir şey yok aslında” dedi hafifçe eğilerek yanındakine doğru, “dışarıdan sessizmiş gibi görünen her anı, içimizdeki uyumsuz orkestranın aslında bir gürültüden ibaret olan baş ağrıtıcı konseri dolduruyor”
İçimizde sürekli bize laf yetiştiren huysuz, ukala, çok bilmiş bir ses var. Her şeyin en doğrusunu bildiğini vehmediyor ve bizi sürekli yargılıyor. Ondan kaçamıyoruz, parmaklarımızla kulaklarımızı tıkamakla bu sesi duymaktan kendimizi kurtaramıyoruz. O ses, gittiğimiz her yere bizimle geliyor ve hiç susmuyor. İnsanlarla konuşurken alay ediyor söylediklerimizle, küçük masum yalanlarımızı yüzümüze vuruyor. Kendimizi ne zaman var olmayan şeylerin varlığına inandırmaya çalışsak araya girip gerçeği haykırıyor. Mutlu olmak için oynadığımız tatlı küçük oyunların oyunbozanı oluyor. Azıcık birilerine yakınlaşmaya başlasak, bunun bizi tehlikelere nasıl açık hale getirdiğinden dem vurup ürkütüyor, korkutuyor hemen. Biraz neşelenmeye görelim, hemen orada bitip hayatımızda canımızı sıkan ne var ne yoksa önümüze yığıyor. Bir nevi esiriz onun elinde, bırakmıyor yaşayalım, bırakmıyor unutalım, bırakmıyor tedbirsizce sevelim, şu soğuk dünyada azıcık ısınalım, bir şeylerle kendimizi azıcık oyalayalım!
Philip Roth, geride bırakamadıklarımızın iç kulağımızda çınlayıp duran inatçı fısıltılarına dair hepimize tanıdık gelecek şeyler söylüyor ‘Öfke’ isimli kitabında: “Geçmişimin daha ne kadarına dayanabilirim? Zamansız bir dünyada sürekli kendi hikayemi kendime anlatarak, bu hafıza mağarasında bedensiz halde pusuya yatmış haldeyken sanki milyon yıldır bunu yapıyormuş gibi hissediyorum.”
Bazen yürürken arkamızdan birinin geldiği hissiyle ürpeririz ya, belki de geçmişimizdir o!
Ne kadar çok yol almış olursak olalım, hiçbir şeyi tam olarak geride bırakamıyoruz aslında. Bizde derin izler bırakmış olsun ya da olmasın, yaşadığımız her şey farklı yoğunluklarla, farklı kılık kıyafetlerle peşimizden geliyor. Hatırladıklarımızın bir kısmı zaten doğrudan kederli şeyler… Kederlerini her hatırımıza geldiklerinde şimdiki zamanımıza taşıyorlar. Diğer bir kısmıysa, bizi heyecanlandıran, gülümseten kıvamda, tatlılıkta, güzellikte hatıralar… Onları hatırlamayı seviyoruz. Seviyoruz ve bizi bir parça savunmasız kılıyor onlara karşı. Çünkü ne kadar güzel ve tatlı olurlarsa olsunlar geçmişten gelen her izin, her hatıranın can acıtıcı bir tarafı oluyor. Yaşayıp giderken bir şeyleri de çaresizce geride bırakıyor olmanın verdiği hüzün bu! Ve aslında hiçbir şeyi tam olarak geride bırakamadığımızın da ispatı!
“Geceleri ön camdan dehşetli büyük gökyüzüne bakıp, kendi evrensel orantılarını anımsadı; küçücük ve köksüz olmanın ne demek olduğunu anladı. Yok olursa, dünyaya nasıl bir çentik atmış olacağını düşündü ve bu ona çok önemsiz, hesaplanamayacak kadar küçük göründü” diye yazmış Zadie Smith, ‘İnci Gibi Dişler’de.
Ahşabın üzerinde bıçağınızla bırakacağınız izler, biri o ahşabın yüzeyini değişime uğratacak bir şey yapmadıkça orada öylece kalıyor. Aramızdan ayrılan insanların hayatlarımızda bıraktıkları izlerse, sanki o kadar bile dayanamıyormuş gibi geliyor bana artık!
“Bir varmış bir yokmuş diyorlar ya…” dedi beyaz saçlı adam, “Lafı ne kadar uzatırsak uzatalım, insanın dünyadaki hikayesi işte ancak bu kadar!”
Gökhan Özcan/Yeni Şafak