Bu yazı hem bir ‘kitap tanıtım’ yazısı, hem de bahse konu edeceğimiz iki kitap ekseninde bir düşünce yazısı niteliğindedir. İki kitaptan biri, Slovenyalı yazar Viladimir Bartol’un “Fedaîlerin Kalesi Alamut” (Koridor yay. İst-2016); diğeri de, Bernard Lewıs’ın Haşhaşîler: İslam’da Radikal Bir Tarikat (Kapı yay. 4. Bsk. İst-2016) adlı kitabıdır. Bu iki kitabı tanıtmakla yetinmeyecek, “Haşhaşilikten günümüze ne kaldı?” sorusuna, bu yazının imkânları ölçüsünde cevap bulmayı deneyeceğiz.
Burada sözün daha ilk başında, konuyla ilgili bir meseleye değinmek istiyorum.
Hasan Sabbah ve fedaîlik, Haşhaşîler gibi hem tarihte Selçuklu iktidarına büyük gaileler açmış, hem de Sünni İslam’ın en büyük belası olmuş bir inanç ve terör örgütüne yönelik Türkçe doğru dürüst bir literatürün bulunmayışı,
[1]esef verici olması kadar da düşündürücü, ibret verici ve asıl önemli olan, öğreticidir! Öğreticidir, zira dokuz yüz yılı aşkın bir süredir böylesine önemli bir konuda dişe dokunur dokuz tane bile Türkçe kaynak sayılamamaktadır. Bu durum, Haşhaşîler gibi terör örgütünden yakınırken acaba ne kadar haklı gerekçelere dayanıyor olduğumuz üzerinde bizleri ciddi şekilde düşündürmelidir.
Bir topluma ve bir inanç sistemine yönelik ciddi bir çıkış varsa, bunun enine-boyuna, en ince detaylarına kadar incelenmesi gerekmez mi? Oysa sözü edilen örgütle ilgili olarak mezhepler tarihi kitaplarındaki birkaç kırık dökük bilgiden öte elle tutulur ciddi bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Maalesef bu alanda, güvenmekten başka çaremizin olmadığı en kayda değer bilgileri yine batılı yazarların kaleminden okumaktayız.
Acaba, ‘cihan hâkimiyeti’ gibi büyük davalardan dem vuran bir ümmet bilgiye neden bu şekilde bigâne kaldı, bilginin/bilgilendirmenin gücüne olan sağırlık, körlük ve kalp katılığı nedendir? Devletin en üst mercilerince sözü edilen bu Haşhaşîlere benzerliği terennüm edilen ve 15 Temmuz deyince akla gelen günümüzün ‘Haşhaşîleri’ ve bunların düşünce yapıları, ideolojileri, hedefleri, onları besleyen ana muharrik iddialar, Hasan Sabbah ve İsmailîlikle benzerlikleri v.b. üzerine doğru dürüst bir ilmi çalışmaya şahit olmuş değiliz. Bu ‘büyük mesele’ sadece polisiye ve hukuki müdahalelerle, hamasi nutuklarla halledilecek gibi görünmemektedir. Bürokratik mücadele bir yere kadardır ve ‘ân’ için bir çözümdür ama ileriye dönük ve kalıcı bir mücadele için tarihten alınması gereken çokça ibret bulunmaktadır.
Meramımı anlatmak için daha somut bir örnekleme yapabilirim. Adı ‘paralel’e çıkmış bugünkü yapıyla alakalı A’dan Z’ye bir tespit, tanıtım, tahlil ve analiz literatürü oluşturulmalıydı. Bu yapının bizatihi fikir yapısı, temel/ana referansları, Kur’an, sünnet, Peygamber, Şeriat, Kur’an algıları, siyasal hedefleri, tarikat-tasavvufa bakışları, laiklik ve demokrasiyle ilgili ne düşündükleri; siyasete nasıl baktıkları, takiyye anlayışları, taraftarlarını nasıl etkiledikleri, Allah’tan kuşku duysa bile, kalpleri mühürlenmişçesine liderinden kuşku duymayacak derecede, içi boş/batıl bir davaya nasıl kapıldıkları gibi hususlarda, lehlerinde ve aleyhlerinde yazılmış bütün -seviyeli- yayınlar derlenip toparlanarak bir bilgi havuzu oluşturma yoluna gidilmeliydi.
Bunlar yapılmadan, sadece idari-bürokratik, siyasi ve yargı mekanizmasını kullanarak böylesi ‘muzır’ örgütlerin üstesinden gelineceğini düşünmek, ölümcül bir yarayı pansumanla tedavi etmek gibi bir iştir.
GİRİŞ
Bu yazıda tanıtmak istediğim, dolayısıyla yazının önemli bir ayağını oluşturan Viladimir Bartol’un Alamut kitabının bir roman olduğunu öncelikle hatırlatmak isterim. Yazarın Hasan Sabbah’ın gerçek hayatı, fikirleri, Haşhaşîlik; sosyal, siyasi ve ideolojik boyutuyla Alamut; romanda yer verdiği Nizamul Mülk, Sultan Melikşah ve Selçuklu tarihine ne kadar vakıftır bunları bilmiyoruz. Bununla beraber bu temkin cümlesine bir not daha eklemek gerekirse, İsmailî mezhebi ve Hasan Sabbah üzerine yazılmış yazılara bakıldığında, aykırılık değil, bir uyum görülmektedir. Bu da Bartol’un, konusuna iyi çalışmışlığı göstermektedir.
Her şeye rağmen ‘Alamut’un nihayetinde bir roman olduğunu ve kurgusal metinler içerdiğini akıldan çıkartmamak gerekir.
Bernard Lewıs’ın kitabı ise bilimsel bir incelemedir.
Bartol’un kitabı, Alamut kalesine (kalenin yakınındaki bahçelere) civar bölgelerden bir şekilde gelmiş/getirilmiş genç kızların hikâyesi ile başlamaktadır. Kızlar, hadım edilmiş zencilerin hizmet ettikleri haremde bir eğitimden geçmektedirler. İçlerinden bazı kıdemliler Hasan Sabbah’la diğer kızlar arasında köprü vazifesi yapmakta olup, aynı zamanda Hasan’ın da özel haremini oluşturmaktadırlar. Diğer kızlar Hasan Sabbah’ı hiç görmemektedirler.
Erkek öğrenciler de keza, Hasan’ı görmemektedirler. Çünkü Alamut’un ‘Seyduna’sı, kalenin en tepe noktalarından birinde ikamet etmekte ve nice krallardan daha sıkı korunan odasından hiç çıkmamaktadır. Bu ‘görünmezliğin’ sağladığı bazı sosyal-psikolojik imkânlarından yararlanmaktadır. Bu haliyle, kalenin sakinleri üzerinde bir tanrı-kral gibi etki bırakmıştır. Hasan Sabbah’ın ünü, zatından daha tesirlidir…
Kızlarla erkeklerin eğitimlerinin farklı hedefleri bulunmaktadır. Kızların ‘eğitim’ paketi, daha ziyade kendilerini bir cennet hurisi gibi görmelerini sağlamaya matuftur. Bu eğitimin bir parçası olarak zaman zaman Kur’an’ın hurilerle ilgili ayetleri okunmaktadır. Haremde alkol yasaksa da, kızlar arasında ciddi ahlakî sapmalar mevcuttur.
ALAMUT’TA HAYAT
Alamut, İran’ın kuzeyindeki Huzistan bölgesinde, Elburz dağlarının eteklerinde, Deylem krallarından kalma bir kaledir. Alamut ‘kartal yuvası’ anlamına gelmektedir. Bernard Lewıs ise ‘kartalın öğretisi’ anlamına geldiğini ileri sürmektedir. (Deylemî dilinde: Aluh Amud). Alamut dendiğinde nihayet, 50 km. kadar uzunlukta, en geniş yeri ise beş km.yi geçmeyen bir alandan söz edilmektedir.
Hasan Sabbah Alamut’a 1090 yılında gizli-kapaklı yollarla girebilmiştir.
Alamut’un bir askerî kampı andıran, tıpkı kalenin ‘kartal yuvası’ oluşu misali, tamamen içine kapalı ve dışarıyla adeta bağlantısı kesik olan ‘sosyal’ düzeninde Hasan Sabbah piramidin tepe noktasında bulunmaktadır. Alamut’ta, deyim yerindeyse ‘kod adı’ ‘Seyduna’dır. (Seyyidunâ?). Seyduna’nın hemen altında, birkaç kişilik ‘Daî’ler grubu bulunmakta, onların da altında komutanlar yer almaktadır. Hasan Sabbah’ın korumasını, ellerindeki gürzlerle saatlerce hiç kıpırdamadan dikilerek nöbet tutan güçlü kuvvetli zenciler yapmaktadırlar.
Kale içerisindeki, 350 civarında olan toplam insan sayısının az bir kısmını askerler oluşturmaktadır.
Bunun dışında, yine az sayıda genç erkek talebe özel bir eğitimden geçirilmektedir. Bu, fedaî eğitimidir. Fedaî adayı bu genç öğrenciler, diğer kalelerden bir şekilde temin edilmişler, kimisi de, İsmailî fedaîsi olmak niyetiyle bizzat kendisi gelip katılmıştır. Talebelere farklı alanlardaki eğitimi daîler ve komutanlar vermektedir. Spor ve savaş sanatı eğitiminin önemli bir yeri vardır. Genç fedaî adaylarına öğretilen İsmailî inanç sistemi ise bundan da önemlidir. Öğrencilere, altı büyük Peygamber (Âdem-Nuh-İbrahim-Musâ-Îsa-Muhammed)’den sonra yedinci ve en büyük Peygamberin Mehdiolduğu öğretilmektedir; Mehdî bir gün gelecektir!
Alamut’ta, kaleden bağımsız olan bahçelerdeki harem, kale içindeki tamamen erkeklerden oluşan düzenle tanıştırılmamaktadır. Kalenin içindekiler haremi, harem de erkekleri görmemektedir.
Her ülkenin bir ‘düşmanları’ bir de ‘dostları’ olur ya; Alamut’un düşmanları da Selçuklu Türkleridir ve bunlar Ye’cüc-Me’cüc ülkesinden İran’a hükmetmeye gelmişlerdir! Bunlar yarı insan yarı şeytandırlar. Kötü ruhlar insan ırkından kadınlarla birleşmişler, ondan da Selçuklular doğmuştur! Selçuklular gerçek İslam’ı yok edip, dünya üzerinde şeytanların hâkimiyetini tesis etmek için mücadele etmektedirler. İsmailîlerin en azılı düşmanı, Selçuklu Veziri Nizam ül Mülk’tür!
Kalede çok sıkı bir disiplin ve katı bir ast-üst ilişkisi mevcuttur. Suçlar asla cezasız kalmamaktadır. Alt tabaka gereğinden fazla korkutulduğu için zaten kimse suç işleyememekte, herkes kurallara harfiyen uymaktadır. Hasan Sabbah, diğer kalelerden birinin komutanı olan ve en sevdiği daîlerden biri olan Hüseyin Kainî’yi öldüren (Lewıs’e göre ise öldürmeyip, azmettiren ama kendisinden sonra suçsuzluğu da anlaşılmış olan) oğlunu (ve yine Lewıs’a göre sırf içki içtiği için ikinci oğlunu) gözünü kırpmadan cellâda teslim etmiş olması, kaledeki ‘disiplin’den ne anlaşılması gerektiğini yeterince açıklamaktadır.
Genç öğrencilerin kadınlardan ve cinsellikten bahsetmeleri, bunları düşünmeleri, zihinlerinden geçirmeleri bile yasaktır. Çünkü bu gençler cennet bahçelerine girmeye aday kimselerdir; evlenmeleri kesin olarak memnudur. Evlenmeye yeltenenin cezası çok ağırdır: Cellât önce kızgın demirle gözlerini oyar, sonra kolları ve bacakları kesilir…
Seyduna
Hasan sabah Viladimir Bartol’a göre Tus şehrinde, B. Lewıs’a göre Kum şehrinde doğmuştur. (Nizam da Tus’ludur ve asıl adı da, tıpkı Hasan Sabbah gibi, Hasan bin Ali’dir. Hasan Sabbah’tan 8-10 yaş büyüktür). Hasan Sabbah Arap olarak biliniyordu. Meşhur Arap kabilesi Sabah soyundandı. Aslında babası Ali, gizli bir Ali taraftarıydı. Oğlunu, dikkat çekmemesi için Nişabur’daki Sünni alim Muvafık Edin’in medresesine göndermişti. Hasan’ın kendi ifadesine göre kendisi Sünni inanca mensuptu ve babası ile ailede sık sık tartışmalar yaşıyordu. Bilhassa “Ali soyundan gelecek mehdi” inancı dikkatini çekiyordu. Hasan, Nizam ül Mülk ve Ömer Hayyam ile sınıf arkadaşıydı. (Lewıs, Nizam’la sınıf arkadaşlığını kuşkulu bulmaktadır). B. Lewıs, küçük yaşta ailesiyle Rey şehrine geldiğini ve eğitimini orada aldığını söyler. Bu üç kafadar Sünni inancının yanlışlarını görmüşler ve İsmailî inancını benimsemişlerdir. Kendi aralarında şöyle bir yemin etmişler: İleride kim başarıya ulaşır, önemli yerlere gelir veya malî açıdan güçlenirse, diğerlerine yardım edecektir! Hasan Sabbah’a göre Nizam sözünde durmamış, hatta kendisine karşı kötü niyetler beslemiştir. Lewıs’ın notlarından öğrendiğimize göre Nizam ül Mülk Selçuklu veziri olunca Ömer Hayyam ondan, bilindik ‘Ömer Hayyam’ hayatını yaşamaya (para-eğlence) imkân tanıyacak bir maddi gelir temini istemiş ve bu isteğinine ulaşmıştır. Hasan Sabbah ise Selçuklu sarayındahatırı sayılır bir bürokratik iş istemiş, Nizam onu da temin etmiştir. Hasan sabah tam da vezir namzeti olmuşken Nizam Nizam ül Mülk onu sultanın gözünden düşürmüş ve görevinden uzaklaşmasını sağlamıştır.
İsmailî propagandası o ki, Allah Hasan Sabbah’a yardım etmiş, dünyayı karış karış gezdikten sonra ona Alamut’u kısmet etmiş, Hasan da oraya yerleşerek İsmailî inancını yaymıştır. Alamut’ta anlatılan hikâyeler Hasan Sabbah’ı “gerçek, kudretli bir Peygamber” tahtına oturtmuştur. O, İsmailîler topluluğuna yol göstermek üzere Allah tarafından seçilmiştir. Allah ona cennetin anahtarlarını vermiştir. Cennetin anahtarları ondadır. (Gerçek mucize!)
Hasan Sabbah, şu bildik ‘İran’ fiyakasını ustalıkla kullanmıştır: İranlıları şahların, Hüsrev’in, Rüstem’in, Ferhat’ın ve Firdevsî’nin torunları olarak büyük bir yerde görmekte, Türkleri ise at hırsızları olarak görüp küçümsemektedir.
Hasan, bölge insanının toplum psikolojisini çok iyi tanımakta, dolayısıyla toplumun nabzını tutmaktadır: İnsanların masallara, uydurulmuş hikâyelere bayıldıklarının farkındadır. Ve bu gerçeklikten istifade etmeyi kafasına koymuş, kendi büyük masalını kafasında bu gerçekliğe göre şekillendirmeye başlamıştır.
Hasan’ın ‘büyük masalı’ genel hatlarıyla şu şekilde özetlenebilir: Alamut’ta korku, disiplin, umut ve kurnazlıkla karışmış bir düzen kuracaktır. (Selçuklularla mücadele etmenin ve İsmailî davasını yaymanın ilk sağlam adımı bu şekilde atılmalıdır!). Bunun için de önce fedaîler yetiştirmesi gerekmektedir. Bu fedaîleri öncelikle en iyi şekilde eğitecek, beyinlerini yıkayacak, kendisinin yaşayan en büyük Peygamber (hatta Allah olmaya yakın bir şey!) olduğuna, mucizeler sahibi olduğuna, cennetin anahtarlarının kendisinde bulunduğuna, istediği kişileri cennete gönderebileceğine inandıracak ve bunu bizzat gerçekleştirerek, fedaîler ve diğer insanlar üzerinde tam hâkimiyet kuracaktır. O zaman fedaîler nezdinde Hasan’ın adeta ilah olduğu tartışma götürmez bir kesin inanca dönüşecektir. Bu kesin inançlılarla Selçuklu gibi düşmanlarına karşı kolay mücadele edecektir!
Hasan Sabbah Oyunu Sahneye Şu Şekilde Koyacaktır
Alamut kalesinin arka tarafında, Şahrud ırmağının bulunduğu bölgede Deylem krallarından kalma, tarihte belki eşi benzeri görülmemiş güzellikte bahçeler bulunmaktadır. Genç kızların bulunduğu harem bu bahçelerin içindedir. Hasan bu bahçelerden üçünü daha bir itina ile hazırlatır, rengârenk fenerlerle ışıklandırır. Her bahçe için kızlardan ‘ehil’ birini sorumlu tayin eder. O bahçenin sorumlu kızı, yanına sekiz kız daha alacak ve toplam dokuz kız olacaklar. Kızlar o geceye has çok özel giysilerle ve hiçbir şeyin esirgenmediği makyajlarıyla, kendilerini tam olarak ‘cennet hurisi’ hissetmeleri için gereken bütün telkin ve talimatlar verilmiş, gerekli hazırlıklar yapılmıştır. Her bir cennette havuzlar, hamamlar, koltuklar, yataklar, tül perdeler ve her türden ‘cennet yiyecekleri’ tedarik edilmiştir…
Alamut dâhilinde bu hazırlıklar yapılırken, hariçte de şunlar olmaktadır: Sultan Melikşah’ın Alamut üzerine göndereceği otuz bin civarındaki büyük ordunun öncü birlikleri gelmiş, Alamut dışında savaş düzeni almışlar, neticede Hasan Sabbah’ın askerleriyle çarpışmışlar ama onun bir avuç fedaîleri sultanın öncü birliklerini çil yavrusu gibi dağıtmışlardır. Hasan Sabbah bu küçük savaşta savaş yeteneği ile bilhassa öne çıkan (Daîlerin gözlerine kestirdikleri) üç fedaîyi yanına alır. [Seyduna ilk defa gençlerin/halkın karşısına çıkmıştır]. Onlara en etkili konuşmayı yapar. Bütün karizmatik yeteneğini kullandığı konuşmasında gençlere şunu telkin eder: Gösterdikleri yiğitlik ve cesaretin bir mükâfatı olarak genç fedaîleri cennete göndermek istemektedir! Fedaîler bunun ne anlama geldiğini kavramak için havsalalarını epey zorlarlar ve cennetin anahtarlarının Yüce Efendilerinin cebinde olduğuna inanmakta fazla güçlük çekmezler… Çünkü Yüce Efendi her şeye kadirdir. Onun bu kudretinden kuşku duymak müminin imanı ile bağdaşmaz!
Gündüzden bahçeler en ince ayrıntılara kadar hazırlanmış, mizansen kusursuz bir plan dâhilinde işlemeye hazır hale getirilmiştir.
Üç genç Hasan’ın yanına alınır, yataklara yatırılır. Her birine haşhaştan (Hint keneviri) yapılmış birer hap verir. Hapı yutan gençler kendilerinden geçerler. Bir süreliğine, kabuslarla ve hayallerle karışık bir uykuya dalarlar. Bu ‘uyku’ süresi, kaleden indirilip, kayıklarla Deylem bahçelerine intikal ettirilmeleri ve hurilerin ortasında cennet bahçelerinde gözlerini açmaları için gerekli ve de yeterlidir… Fedaîler, haşhaşın tesiri azalınca gözlerini açarlar ama yine de yarı sersem vaziyettedirler; her türlü ‘cennet’ telkinine açık haldedirler… İlk uyandıklarında etrafta gördükleri manzaranın güzelliği, çevrelerinde pervane gibi dönen, danslar eden açık-saçık kızların görüntüsü, cennette olduklarına inanmalarını kolaylaştırmıştır.
O gece üç genç, Hasan Sabbah’ın Deylem cennetinde, gerçekte ise cehenneme yaraşır bir şekilde kızlarla günaha teslim edilmişlerdir. Kızlar misafirlerine mütemadiyen içirdikleri şaraplarla, ayık olmamalarını sağlamışlardır. (Kur’an’da cennet tasvirleri yapılırken zikredilen ‘şarap’ kelimesinin, Kur’an’a gerçekte iman etmeyen birçok kesim tarafından Hasan Sabbah tarzında yorumlanmasının sebeb-i hikmeti böylece daha iyi anlaşılmaktadır).
Belirlenen sürenin sonunda kızlar, ilk başta içtikleri haşhaş tabletinden birer tane daha fincanlarına atarak içirecekler ve bir kere daha kendilerinden geçen gençler, geldikleri yoldan yine hiç fark ettirilmeden götürülüp, Kalede Hasan’ın yatırdığı yataklarında gözlerini açacaklardır.
Bu haliyle plan kusursuz işlemiştir.
Haşhaşın Asıl Etkisi
Genç fedaîler ayıkıp kendilerine geldikten sonra arkadaşlarının arasına, normal hayatlarına dönerler. Daha doğrusu ‘dönermiş gibi’ yaparlar. Çünkü asıl sıkıntı bundan sonra başlar. Müthiş bir kafa karışıklığı yaşamaktadırlar. Bütün duyguları alt üst olmuştur. Çok karmaşık duygular içerisinde ama bir o kadar da gurur ile arkadaşlarına, dün gece gittikleri cenneti ve orada tattıkları zevkleri anlatırlar. Arkadaşlarının, üzerlerine çevrilen büyük hayranlık-kıskançlık karışımı bakışlarını tarif etmeye hacet yoktur…
Hasan’ın planı her yönüyle semeresini vermektedir…
İlerleyen günlerde bu üç fedaî, çok ciddi psikolojik sorunlar yaşamaya başlarlar. Artık akıllarında hep o cennet vardır. Zaten Hasan’ın kurgusu da buydu: Gençler cennetten geldiklerinde tecrübelerini arkadaşlarına anlatacaklardı. Kendileri ise, vücutlarındaki haşhaşın etkisiyle aynı duyguları yeniden yaşamak isteyeceklerdi. Bunun sebebini, yeniden cennete kavuşma isteği olarak tasavvur edeceklerdi. Akılları hep o kızlarda olacak ve gerçek ölümü özlemle bekler olacaklardı. Kanları kaynayacak, sonunda da müthiş istekle dolu ama sağlıklı düşünemeyen insanlara dönüşeceklerdi. Ve işte o zaman Hasan Sabbah’ın tasarladığı birer ‘canlı bomba’ya, tam bir suikast unsuruna dönüşeceklerdi.
İbni Sabbah’ın planı tutmuştur… Fedaîler Yüce Efendi’nin kendilerini tekrar cennete göndermesini arzu etmektedirler. Gençler, unutamadıkları zevklerden dolayı adeta delirme noktasına gelmişlerdir. Kimisi, hemcinsine ilgi duymaya başlamıştır.
Hasan Sabbah daîler [imamlar] vasıtasıyla gençlerin durumunu adım adım takip etmektedir. Fedaîlerin zihin ve duygu durumları bu vaziyette iken, gençlerden en zeki ve yetenekli olanını çağırır ve tarihte bilinen o meşhur görevi verir: Eğer tekrar cennete gitmek istiyorsa, Nihavend şehrine gidecek, Başvezir Nizam ül Mülk’ü bulacak ve kendisine vereceği, ustura ebadındaki, zehirli küçük bir hançerle işini bitirecektir. Şayet bu saldırı esnasında öldürülürse, hiç endişe etmemelidir çünkü tekrar gitmek için yanıp tutuştuğu cennet ve bütün hayalini kuşatmış bulunan o huriler kendisini beklemektedir!
O günlerde Nizam ül Mülk’le Sultanın arası yeniden düzelmiş, mezarı olacak başvezirlik koltuğuna tekrar oturmuştur.
Hasan Sabbah’ın, fedaîsine verdiği talimat (suikast planı) son derece basittir: Fedaî, İsmailî inancının düşmanı kâfir Sünnîlerin kisvesine bürünmüştür, yanında İmam Gazalî’den getirdiği bir mektup bulunmaktadır; Bağdat’taki müderris İmam Gazalî, Nizam ül Mülk’e bir mesaj göndermiştir! Mektup elindedir ve üzerinde de, inandırıcı bir mühür bulunmaktadır.
Nitekim genç fedaî gider ve işini yapar; Nizam ül Mülk’ü yaralar. (1092). Kendisi Vezirin adamlarınca yakalanır ve bağlanır. Fakat Başvezir hemen ölmediği için, yaralı haliyle genç katiline, Hasan Sabbah’ın fitne ve fesadını anlatır. Fedaî çok daha büyük bir zihinsel karmaşa yaşamaktadır, Hasan Sabbah’ın gerçek yüzünü orada kavrar. Yaşatıldığı bütün sahtekârlıklar film şeridi gibi gözünün önünden akar. Artık ikna olmuştur… Bu sefer de aynı ‘fedaîliğini’ Hasan Sabbah’a karşı gösterecek; Nizam ül Mülk’e saldırmasının diyetini ödeyecektir. Nizam ül Mülk bu şekilde görevlendirdiği için bağları çözülür ve yeni vazifesine gönderilir. Fakat gerek Başvezir, gerekse fedaî, kiminle dans ettiklerini sanki bilmiyor gibidirler. Fedaî Alamut’a ulaşır; aynı zehirli hançeri Hasan’a saplamaya kesin kararlıdır ancak karşısındaki kişi, kendi oyuncağına yenik düşecek birisi değildir. Fedaî başarılı olamaz. [Çünkü o, Hasan Sabbah’ı öldürmek üzere kurgulanmamıştı!]
Artık Hasan’ın elinde, işkence ile öldürülmesi kaçınılmazken, Hasan da onu bağışlar ve büyüleyici etkisi ve ikna edici propaganda dilini bir kere kullanarak, fedaînin sarsılmış olan inancını tamir eder. Artık fedaî kesin olarak İsmailî mezhebine bağlanmış, bu yolun kutsiyetine ikna olmuştur. Yüce Efendisinin emri ile, gidip ilimde derinleşmek, İsmailî akidesini iyice öğrenmek üzere Alamut’tan ayrılır.
HASAN SABBAH’IN ÖNLENEMEYEN YÜKSELİŞİ
Nizam ül Mülk’ün Hasan Sabbah’ın fedaîlerince öldürüldüğü haberi bölgede hızla yayılır. Başvezirin öldürülmesi, bizatihi onun varlığının ortadan kaldırılmasından çok daha büyük, öldürücü bir etki yapar. Bölgede Hasan’ın nüfuzu zirve yapar.
Hasan Sabbah’ın, cennete gitmek için sabırsızlanan iki fedaîsi daha vardı…
Selçuklu Sultanı Melikşah’ın büyük ordusu Alamut’a ulaşmış (1092), kalenin dışında karargâhını kurmuştur. Ordu komutanı Arslantaş Hasan Sabbah’a iki elçi gönderir; özet olarak teslim olmalarını emretmektedir. Hasan Sabbah’ın yine, hiç kimsenin aklına gelmeyen, sadece kendisinin bildiği bir planı vardır. Önce elçileri uzun süre sebepsiz olarak bekletir ve ardından oldukça şaşalı bir mizansenle karşılarına çıkar. Kendi adamları da neler olduğunu bilmemektedirler. Herkes merakla, olacakları izlemektedirler. Cennete gitmek için sabırsızlanan iki fedaîyi çağırır. Birine, kalenin en yüksek kulesine çıkıp kendisini aşağıya atmasını emreder; sabırsızlıkla beklediği cennete yeniden gitme anı gelmiştir! Fedaî gözünü kırpmadan istenileni yerine getirir. Üçüncü ve son fedaîye de, cennette hurilerin kendisini beklediğini, belindeki hançerini kalbine saplamasını emreder, o da tereddütsüz emredileni yapar. Gerek Selçuklu elçilerinin, gerekse Alamut savaşçılarının adeta nutku tutulmuştur. Hasan Sabbah’ın planı bir kere daha kusursuzdur; Selçuklu ordusuna şu mesaj verilmiştir: Siz, böylesi fedaîlerden oluşan benim ordumla savaşamazsınız!
Nitekim Hasan Sabbah’ın bu mesajı en iyi şekilde yerini bulmuş, desisesi meyvesini tam vermiş ve Selçuklu ordusu içinde büyük bir zafiyet baş göstermiştir. Nizam ül Mülk’ün öldürüldüğü haberi bu zafiyetin tuzu biberi olmuş, ordu büsbütün çözülmüş ve komutan fiilen biten kuşatmayı kaldırmak durumunda kalmıştır. (Oysa Alamut’ta Hasan Sabbah’ın bütün savaşçılarının sayısı 60-70 kişiyi geçmemektedir!).
Hasan Sabbah’ın genç fedaîleri ‘cennete gönderme’ aldatmacasıyla göz göre göre ölüme göndermesinin iç yüzünü, onun en yakın adamları olan Daîler [İmamlar] artık fark etmişlerdir. Fakat Hasan Sabbah ve benzerlerinin örgütlerinde işte tam da şaşılası durum asıl bundan sonrası ile ilgilidir. Bu ‘fark ediş’e, yani Hasan’ın hiçbir şeye inanmayan bir nihilist ve kendi bencil hedefleri için, kendi elleriyle yetiştirdiği gençleri göz göre göre ölüme salan bir fırsatçı bir canavar olduğunu anlamalarına rağmen, biraz korku, biraz büyülenme, biraz da belki gidecek başka bir yerleri, yapacak bir işleri olmaması gibi faktörlerin hepsinin birden oluşturduğu halet-i ruhiye ile Hasan’ın yanında kalmaya, yaptığı bu akıl almaz işleri hazmetmeye, kendi akılları tarafından alır hale getirmeye, onu ululamaya devam etmişler, kurulu düzenin bozulmasına yönelik en küçük bir girişimde dahi bulunmamışlardır. Kısacası, sözü edilen bu daîlerin haşhaş yutmalarına gerek kalmamıştır; Yüce Efendilerini haşhaş masrafından kurtarmışlardır… Küçücük bir haşhaş tabletine bile değmemişlerdir kısacası.
Alamut’un ‘herif’ daîlerinin aksine, haremde olan bitenin farkına varan, dönen dolapları kavrayan, bir nevi ‘kamulaştırılmış’ bazı kızlar intihar yolunu seçmişler, Hasan’ın erkek daîlerinden farklarını ortaya koymuşlardır…
Alamut ve Selçuklu Sarayı
Hasan Sabbah’ın planı tutmuş, çark dönmeye başlamıştır. Artık ona yeni fedaîler gerekmektedir. Bir kere daha, özenle seçilmiş üç gencin cennete gönderilmesi, ‘haşhaşî’ yapılması gerekmektedir. Aynı mizansen, bazı küçük değişikliklerle yeniden sahneye konur. Bu sefer gençlerden biri -daha önce üç arkadaşından, yaşadıklarını iyice not ettiği için- çok merak etmiş ve ne olup biteceğini, sarhoş olmadan, ayık gözle görmek istemektedir. Bu sebeple, Hasan’ın verdiği haşhaş tabletini yutuyormuş gibi yapar ama yutmaz. Fakat onun bu ‘uyanıklığı’, başına belayı da satın alır; kızlar, baygın olduğundan ve her şeyin farkına vardığından kuşkulandıklarını vakit geçirmeden Hasan’a rapor ederler (aksi takdirde kendilerinin başına geleceği bilmektedirler) ve genç, hadım zenciler tarafından boğularak, telef edilir.
Hasan’ın şeytanın bile aklına gelmeyecek suikast planlarından biri de Sultan Melikşah’a yöneliktir. Melikşah Hasan’a bir elçi göndermiştir. Hasan’ın katında elçiye zeval olması vak’ay-i adiyedendir. Fakat bu hususta Sultan Melikşah da masum değildir. Önce o, Hasan’ın kendisine yolladığı elçisini öldürtmüştür. Elçisinin başına gelecekleri bile bile Hasan’a elçi göndermesi de, işin cabasıdır. Hasan Sabbah, Sultan’ın elçisini kıskıvrak bağlatır. Bir kere daha, o günkü dünyayı (belki en çok da şeytanı) şaşırtacak bir plan gelmiştir aklına: Elçiye çok benzeyen bir adamını, bir tür estetik ameliyatla ve makyajla, elçiye benzer hale getirir. İşin uzmanı, Yunanlı hekimdir. İbni Sabbah, elçi ile, ona benzettiği adamını huzuruna alır. Elçinin bütün hayatını, işini, nereden, niçin geldiğini v.b. öğrenmeye matuf sorular sorar; elçinin yerine kaim olacak kendi adamının, sultanın elçisinin rolünü oynaması için bu bilgilere ihtiyaç vardır! Sultanın elçisine her şeyiyle benzetilen fedaînin hedefi bellidir: Sultan Melikşah! Bu plan da kusursuz biçimde işler. Haşhaşî terörü Sultan Melikşah’ı vurur. (18 Kasım 1092). Katil fedaî hemen oracıkta sultanın adamlarınca öldürülür.
Cennet Vaadi
Öğreti şöyleydi: Mübarek dava uğruna şehit düşenler kristal berraklığında akan derelerde süslü bahçelere girecekler. Sırça köşklerde yumuşak yastıklara yaslanacaklar, yemyeşil bahçelerde dolaşacaklar. Nadide çiçeklerle dolu bu bahçeler mis gibi kokacak. Badem gözlü narin kızlar onların her türlü arzularını yerine getirecekler. Bu kızlar ebediyen genç ve bakire kalacak şekilde yaratılmışlardır. Genç fedaî adayları, eğitimleri biter bitmez bu zevkleri tatmaya hazır hale gelmiş olacaklardır. İşte bu bahçelere açılan kapıların anahtarlarını Tanrı Seyduna’ya vermiştir!
Hasan Sabbah, oldukça korunaklı Alamut’ta saklanıyor, açık arazide savaşmaktan kaçınıyordu; bir şekilde devşirdiği, birer ‘intihar saldırganı’na dönüştürülmeye müsait gençleri garip masallarla kandırarak ‘tehlikeli aptallar’ haline getiriyordu. “Kili bu sefer ben alıyorum elime. Ve o kilden yepyeni bir insan yaratacağım.” diyordu. İstediği türde mankafaları ‘yaratmıştı’ da gerçekten. Demek ki insan İbni Sabbah’ın inanç ve hırslarına sahip olunca, onun Haşhaşîleri kıvamında varlıkları bulması hiç de zor değilmiş!
İnsan şunu düşünmeden edemiyor: Cennet ideali Hasan Sabbah’ın fedaîleri üzerinde nasıl bu kadar büyük bir etkiye sahip olabilmiştir? Cennete bu kadar inanan ve onu elde etmek için Hasan Sabbah’a kayıtsız şartsız teslim olan kimseler, neden Allah’ın buyruklarına teslim olmamışlardır? Allah’ın iradesi nasıl olup da, rab edinilmiş bir beşerin iradesinin gölgesinde kalabilmektedir?
Bu soru sanırım bütün ‘Din’ tarihini kuşatan, insanın neden yine kendisi gibi bir beşeri ilahlaştırdığı sorusunun cevabıyla alakalıdır. Beşer rabler (tağut) insanı yalanlarla kandırmakta, insanın arzularına hitap etmekte ve ‘cennet’i ‘hemen, şimdi’ yaşatmaktadır. Yaşattığı bu cennet ise tamamen yalandır, insanın arzularını tatminden ibarettir. Onun cenneti, -deveyi yardan aşağı atan bir tutam ot meselinin ifade ettiği anlamda- insanın doyasıya günah işleme sapkınlığından ibarettir. İnsan, hesapların görüleceği gün Rabbinin huzurunda durduğunda, bu büyük aldanışı idrak edecek ama iş işten geçmiş olacaktır. Kendisine yaşatılanın, cilalanmış masiyetten başka bir şey olmadığını anlaması ona hiçbir hayır getirmeyecektir.
Allah ise insana hakikati söylemekte, hakiki cenneti vaat etmekte, bunun için bedeller ödemesini istemekte, bu uğurda sabretmesini öğütlemektedir. Üstelik Allah’ın cenneti, dünyadaki batakhaneler gibi bir eğlence mekânı değildir. Cennet, temiz insanların asil ruh ve beden dünyalarına layık, nezih bir mükâfat yeridir. Orada hiçbir günah işlenmez.
Şayet Hasan Sabbah’a atfedilen bu ‘cennet’ mizanseni gerçekse, bu bile onu cehennemin ‘Yüce Efendisi’ yapmaya yetecektir.
İsmailî Öğretisi: Bulunduğun Kaba Göre Şekil Almak
Hasan Sabbah’ın en büyük silahı cennet vaadi idiyse, bu silahın amacına ulaşmasını sağlayan en şeytani taktiği de, takiyye idi denebilir. Takiyye onun metodunun vazgeçilmezi idi. Hasan Sabah, gerek Alamut’taki, gerekse çevredeki diğer yerleşimlerde görev yapan daîlerine takiyye merkezli stratejisini öğretiyordu. İsmailî stratejinin özü şuydu:
Eğer (adam kazanmaya çalışırken karşınıza çıkan biri) Kur’an’a sıkı sıkıya bağlı biri olursa, sizin de aynı derecede inançlı biri olduğunuzu gösterin. Eğer kişi, Selçuklu sultanlarının elinde inancın zarar gördüğünden yakınan biriyse, siz de Bağdat’taki halifenin Selçuklu sultanlarının elinde oyuncak olduğunu anlatın. Şayet Kahire’deki halifenin [Şii Fatımî halifesi] bir sahtekâr olduğunu söylerse, ona tamamen katılın ve Bağdat halifesinin de ondan geri kalır yanının olmadığını söyleyin. Kişi Ali sempatizanıysa ve İranlı atalarıyla övünüyorsa, sizin hareketiniz arkasında Mısır halifesinin bulunmadığını bildirin. Ama kişi yerel halk (İranlı) tarafından haksızlığa uğratıldığından bahsediyorsa, siz de, Mısır Fatımîleri yönetime gelirse tüm haksızlıkların son bulacağından bahsedin. Şayet kişi alttan alta Kur’an’la ve dinî konularla alay ederse, siz de İsmailî öğretinin tamamen özgür düşünce temelleri üzerine bina edildiğini; yedi imam öğretisinin yalnızca cahil yığınlara uzatılan bir yem olduğunu anlatın. Zihinlerinde kurulu düzenin işleyişiyle ilgili kuşkular oluşturmaya çalışın. Aynı zamanda alçakgönüllü olup, azla yetinen biri olduğunuzu gösterin. O an hangi düşünce tarzını savunuyorsanız, ona uygun davranın. Karşınızdaki kişinin mertebesine dikkat edip, gelenek ve göreneklerine saygı gösterin. Kişi ne kadar görmüş-geçirmiş biri olursa olsun, üzerinde sizin onu tek hakikate götürecek (yegâne) kimse olduğunuza dair bir tesir bırakın.
Planın bu ilk aşamasını başarıyla tatbik ettiği farz edilen daîye, ikinci aşama öğretilmektedir:
Dünyada adaleti sağlamak ve yabancı hükümdarları görevlerinden uzaklaştırmak amacı güden bir tarikata mensup olduğunuzu açıklayın. Kafası iyice bulanıncaya kadar ateşli tartışmalara girin. Merakını körükleyin; gizemli, sırlara vakıf biri gibi görünün. Sonra da söyleyeceklerinizden kimseye bahsetmeyeceğine dair yemin ettirin ve yedi imam öğretisini açıklayın. Eğer Kur’an’a inanıyorsa inancını zedeleyin. Sonra İsmailî davasından ve Selçuklu sultanına saldırmak üzere bekleyen muhteşem ordumuzdan bahsedin. Alamut’ta, etrafında on binlerce müridi toplanmış bulunan büyük bir peygamberin varlığından bahsedin. Böylece iyice şaşkına dönsün. Bu arada kendini tamamen davaya katılmış hissetmesi için ondan yüksek meblağda bağış koparın. Alınan bu bağışlar da, fakirlere dağıtılacaktır çünkü onlar da bu bağışlarla orada kalmaya devam edeceklerdir. Bu bağışların Yüce Efendi’den bir ön mükâfat olduğu belirtilmelidir. Bu aşamadan sonra, yeminini bozanları bekleyen korkunç cezalardan bahsedilecek; Yüce Efendi’nin mübarek yaşamı ve gösterdiği mucizeler anlatılacaktır. (Bu şekilde ders bitince, sandık dolusu altın getirilip, İbni Sabbah’ın talimatına binaen daîlere dağıtılır. İbni Sabbah, kime ne kadar verileceğini önceden yazılı olarak tespit etmiştir. -Bu altınlar da meğer yukarıda değinildiği gibi zenginlerden alınmış olmayıp, kervan soygunculuğundan elde edilmişlermiş).
Hasan Sabbah’ın taktikleri kişinin konumuna, görev ve akıl seviyesine göre farklılaşmaktadır:
Sıradan müminler için: Dünyanın kökeni ve başlangıcı, cennet ve cehennem, peygamberler, Muhammed, Ali ve Mehdi hakkında bin bir türlü hikâye uydurmak gereklidir.
Savaşçı müminler için: Onlar için, emirler ve yasakların yazılı olduğu bir kanun kitabı hazırlamayı gerekli görüyor.
Fedaîler için: İlk büyük İsmailî sırrı açıklıyor: Kur’an karışık bir kitaptır, anlaşılması için özel bir anahtara ihtiyaç vardır.
Daha üst mertebedekiler için: Kur’an’ın aslında herhangi bir gizemi yoktur! Bu tür hikâyelere hemen her inançta rastlanabilir!
Bölge daîsi mertebesindekiler için: En korkunç İsmailî düsturu öğretilir: Hiçbir şey gerçek değil, her şey mubahtır!
Hasan Sabbah devam ediyor: Bu mekanizmanın iplerini ellerinde tutan bizler nihai düşüncelerimizi kendimize saklayacağız. [Bununla da gerçek nihilizmini kastediyor olmalıdır]. Hasan Sabbah’ın Allah hakkındaki gerçek kanaati neydi, bunu ortaya koyabilmek zor görünmektedir. Alamut romanında, hint kenevirinden yapılmış haşhaş hapını ilk kez Hindistan’da yuttuğunda, “Allah’tan neyim eksik!” tarzı düşüncelere kapıldığına yer verilmektedir. Belki kendisini Allah olarak görmese de, iyi ses getiren suikast eylemlerinden aldığı güven duygusuyla kendinde, insana, eşyaya, hükümdarlara, ülkelere kısacası bütün hayata hükmedebilecek bir güç bulunduğu vehmine kapılmış olabilirdi.
Hasan henüz 20’li yaşlarda bile değilken, kasabalarına gelen İsmailî daîlerden İsmailî felsefenin temelini almış; bu felsefenin ateist-sofist karışımı bir şey olduğunu fark etmiştir. O daîlerden biri Hasan’a şu sırrı vermişti: Ali ve mehdi hakkında anlatılanlar Bağdat(taki Sünni hilafet)ten nefret edip, Ali’ye saygı duyan kimseler için uydurulmuş hikâyelerden ibarettir! Ancak anlayabilecek seviyede olanlara bu durum daîler tarafından izah edilmektedir. Daî demiştir ki, Kur’an’ın bulanık zihinlerin ürünü olduğunu anlatıyoruz; hakikat bilinemez. Bu yüzden de hiçbir şeye inanmıyoruz. Dolayısıyla da yapabileceklerimizin sınırı yoktur…
Aslında, gerçekte Peygamber ve Ali’ye hakaretler yapılmaktadır, Ali adı sırf Selçuklu sultanına ve halifeye karşı olanları birleştirmek için kullanılmaktadır.
İşte Hasan Sabbah Sünni düşünceden, böyle bir İsmailî propagandanın etkisiyle uzaklaşmış ve yeni dinin karanlık dehlizlerine itilmiştir.
Hasan Sabbah ve Sonrası
İsmailîliğin ilk yüz elli yılının gizlilik içinde geçtiği bildirilmektedir.
Bu şekilde Hasan Sabbah’ın terör saldırıları uzayıp gitmiştir. Kara listeye alınan hedeflerin başında Selçuklu sultan ve vezirleri bulunmaktadır. Valiler, şehir müftüleri, ulema onları takip etmiştir. Hasan Sabbah döneminde başta Nizam ül Mülk olmak üzere, 50 kadar suikast kaydı tutulmuştur. Sultan Sencer gibi nice devlet adamlarını, tehdit ve şantaj zoruyla, istedikleri politikaya ‘evet’ demeye mecbur etmişlerdir.
Allah’ın, hiç kimseye ebedilik vermeyen yasası Hasan Sabbah’ı 1124 yılının Mayıs ayında, 35 sene ikamet ettiği Alamut’ta yakalamıştır.
Hasan Sabbah ölmeden önce yerine, Buzurg Ümid’i tayin etmiştir. (1124). O günden itibaren Alamut İsmailî yönetimi adeta Buzurg Ümid saltanatına dönüşmüştür. Çünkü 1138 yılında ölümünden sonra Alamut’u hep onun zürriyeti yönetmiştir.
Neticede İsmailî iktidarı devam etmiş, Sünni Müslümanlara ve Selçuklu yönetimine karşı terör saldırıları da sürmüştür. Buzurg Ümid’den sonra yerine, oğlu Muhammed geçmiştir. Denebilir ki Muhammed’in ilk icraatı, Abbasî Halifesi Raşid’in, Haşhaşî suikastçıları tarafından katledilmesidir. (6 Temmuz 1138).
Muhammed’den sonra, oğlu (Buzurg Ümid’in torunu) Hasan iktidar koltuğuna oturmuştur. Hasan’ın dönemi çok daha farklıdır. Hasan 1164 yılında Alamut’ta ‘kıyamet’i ilan eder. Bunun anlamı şudur: Artık Şeriat miadını doldurmuştur! Şeriatı kendince lağvetmiştir. Adeta İslam’a meydan okur. Ramazanın ortasında aleni olarak yemek sofrası kurdurur; sel gibi içki tüketilir. Hasan’ın ölümü, kayın biraderinin elinden olur. (1166).
Hasan’ın ‘Yeni Nizam’ının Suriye’deki izdüşümü, Suriye’nin hâkimi Sinan tarafından tatbik edilir. Sinan erkekli-kadınlı toplantılar düzenletir, türlü rezaletler işletir. İçlerinden, Sinan’ı Allah ilan edenler de çıkar.
(İsmailîler arasında buna benzer ibahiyeci veya mülhidane çıkışlar zaman zaman nüksetmiştir. 8. yy.ın başlarında Kûfe’li Ebul Mansur el-Iclî adında biri kendini imam ilan eder ve şeriatın emir ve yasaklarının sadece birer simge olduğunu, bunlara ille de harfi harfine uymak gerekmediğini; cennet ve cehennemin birbirinden ayrı varlıklar olmayıp, bu dünyanın mutluluklarından ve talihsizliklerinden ibaret olduğunu iddia eder).
Hasan’ın yerine geçmiş olan oğlu Muhammed’in zamanı nispeten sönük geçmiştir. Ne kadar sönük de olsa, bu dönemde Haşhaşî terörü, meşhur müfessir FahreddinRazî’yi bulmuştur. B. Lıwes’ın belirttiğine göre Razi derslerinde, İsmailî akidesi aleyhinde çok sert açıklamalarda bulunmaktadır. Bir fedaî Rey şehrine gelerek, Razî’nin ders halkasına dahil olur ve derslere katılımı yedi ay sürer. En sonunda bir gün bir ilmî meselede tartışmayı kasten uzatarak, Razî ile aynı mekânda baş başa kalır. Zehirli hançerini çekerek Razi’ye saldırır. Tam öldürecekken, Razi yılda 365 altın dînar vermeyi kabul eder ve böylece öldürülmekten kurtulur. Ertesi sene de aynı parayı verecektir. B. Lewıs’ın kaynaklarına göre Razî, o tarihten sonra dikkat çekici bir şekilde, İsmailîler aleyhinde konuşmaktan sarfı nazar etmiştir. Razi 1210 yılında vefat etmiştir. [İsmail Cerrahoğlu, müfessiri Karmatîlerin zehirlediğine dair bir rivayete yer vermektedir].
1210 yılında Alamut’ta İsmailî iktidarı, Muhammed’in oğlu Celaleddin Hasan’a intikal eder. Rivayetlere bakılırsa, Celaleddin Hasan adeta İsmailîler’in köküne ayran suyu dökmüştür. Onun dönemi bir dönüm noktasıdır. Din anlayışı ve siyaseti adeta bütün İsmailî tarihinin tevbesi gibidir. Celaleddin Hasan, kendisini dini bütün bir Müslüman olarak tanıtır. Sünnî âleme, Bağdat Halifesine, Muhammed Harzemşah’a ve pek çok melik ve emire mektuplar yazar, tüm bu değişikliklerden haberdar eder. Sünni Geylân emirlerine, kızları ile evlenmek talebini iletir; bu muradına da nail olur. Bağdat Hilafet merkezi Celaleddin Hasan’a tam destek olunmasını emreden fermanlar yayınlar.
Celaleddin Hasan, dedesi Hasan’ın ilga ettiği şeriatı yeniden ilan eder. Hasan, suikastçı katiller yerine, bazı kaleleri fethetmek için ordular göndermiş, hanlar-hamamlar yaptırmıştır.
Kazvin halkı haklı olarak Celaleddin Hasan’a nasıl güveneceklerine dair endişelerini dile getirirler. Celaleddin Hasan, Alamut’a âlimler göndermelerini, kütüphanede İslam inancına aykırı ne kadar kitap varsa bizzat kendilerinin tespit etmesini talep eder. Tespit edilen kitapları onların huzurunda imha edeceğini vaat eder ve vaadini de gerçekleştirir.
Cüveynî, Celaleddin Hasan’ın bizzat kendi eliyle yazdığı bir mektubu gördüğünü bildirmiştir; mektubun ön yüzüne bir şeyler yazmış, arkasına da, babasının, büyük babalarının ve atalarının isimlerini sayarken, “Allah mezarlarını ateşe boğsun!” diye bir lanet cümlesi eklemiştir. Yani geçmişi ile arasını bu şekilde kesmiş görünmektedir. Bernard Lewıs ise -Joseph Von Hammer’e de atıf yaparak- Celaleddin Hasan’ın politikasını güvenilir bulmamakta, takiyye yaptığına olan kanaatini belirtmektedir. Hammer, Celaleddin Hasan’ın icraatının bir tezgâh olduğu kanaatindeymiş.
Celaleddin Hasan 1221’de ölür.
Celaleddin Hasan’ın yerine, tek oğlu, dokuz yaşındaki Alaaddin Muhammed geçer. Alaaddin Muhammed çocuk olduğu için bir süreliğine Alamut’ta idareyi vezir yürütür. Vezir de, tıpkı Celaleddin Hasan gibi Sünni dünya ile iyi ilişkiler kurar.
Alaaddin Muhammed Kazvin’deki bir şeyhin mürididir ve şeyhe her sene beş yüz altın dinar yardım gönderir. Çevredekiler şeyhi kınarlar. Şeyhin savunması şu şekildedir: İmamlar kâfirlerin parasını almanın cevazına dair fetva vermişlerdir. Alaaddin’in, sırf bu şeyhin hatırına, Kavzvinlilere dokunmadığı ileri sürülmektedir.
Alaaddin Muhammed içkiden baygın düştüğü bir günde meçhul kişilerce öldürülmüştür. (Aralık 1255). Lewıs’ın deyimiyle, suikastçıların piri kendi evinde suikasta kurban gitmiştir. Boşalan iktidar koltuğuna, Alaaddin’in oğlu Rükneddin oturmuştur. Rükneddin, Müslüman komşularıyla arayı düzeltme politikasını sürdürmüştür.
İsmailîler bir süre daha faaliyetlerini devam ettirmişler, Alamut’u 1275 yılında bir süreliğine zapt etmeyi bile başarmışlardır. Fakat zaman içerisinde erimişler; Doğu İran’a, Afganistan’a ve bazı Türk bölgelerine dağılmışlar, silik bir tarikat olarak mevcudiyetlerini korumaya çalışmışlarsa da, Rudbar bölgesinde tamamen sahneden silinmişlerdir.
İsmailîlerin gerçek foyaları gibi, paralarındaki entrikaları da ortaya çıkmış, altınlarının kalp kurşun olduğu anlaşılmıştır.
Suriye Haşhaşîleri
Selahaddin Eyyubi’nin Haşhaşîler’in düşman listesinin başına yerleşmesinden daha doğal bir şey olamazdı… Selahaddin’e ilk suikast girişimi, Halep’i kuşattığı 1174 yılının Aralık ayında gelmiştir. Bu ilk teşebbüste ajanlar yakalanıp, öldürülürler. Suriye’nin hâkimi Sinan 1176 yılının Mayıs ayında bir suikast timi daha gönderir. Selahaddin bu ikinci saldırıyı da küçük sıyrıklarla atlatır. Bu iki olaydan sonra Selahaddin Haşhaşî liderine çok ağır bir tehdit mektubu gönderir. Bunun üzerine Sinan’ın Selahaddin’e ‘cevabı’ ise çok daha farklıdır: Selahaddin’e bir elçi yollar. Selehaddin elçinin şeceresini araştırır ve ‘temiz’ olduğunu görür. Elçi, Sinan’ın mektubunu, ancak Selahaaddin’le baş başa kalmaları halinde vereceğini beyan eder. Selahaddin birkaç kişi dışında, maiyetini dışarı çıkartır. Elçi, tamamen baş başa kalmazlarsa mektubu vermeme emrini aldığını yineler. Selahaddin, iki memluk haricinde kimseyi bırakmaz, elçi aynı sözü yine tekrarlayınca Selahaddin, mektubu veriyorsan ver, vermiyorsan defol mealinde bir şeyler söyler. Elçi, neden bu iki kişiyi de dışarı çıkartmadığını sorar. Selahaddin, “bu ikisi benim oğlum gibidir, ayrımız-gayrımız yoktur” cevabını verir. Elçi memluklere döner ve şöyle söyler:
“Efendim namına sizlere bu sultanı öldürmenizi emretsem, dediğimi yapar mısınız?” Memluk’ların cevabı “evet!” olmuştur ve kılıçlarını çekip, “Emriniz başımız üstüne” derler. Bu olay üzerine Selahaddin’in Sinan’la barış yapmaya ve dostane ilişkiler kurmaya meylettiği bildirilmektedir.
İsmailî merkezleri, Moğol saldırılarından muaf tutulmuş gibiydi fakat bu mutabakat durumu çok uzun sürmemiştir. 1256 yılının son günlerinde Moğol ordusu Alamut’u kuşatmış, kaleyi yağmalamış ve yerle bir etmiştir. Alamut’un bütün talebeleri malları ve mülkleriyle teslim bayrağını çekmişlerdir. Rükneddin de İran’a dönüş yolunda, Hangay sıradağlarında bir ziyafete davetli olduğu gerekçesiyle yolundan çevrilerek öldürülmüş, su testisi suyolunda kırılmıştır. Cüveynî, Rükneddin’in kendisinden ve ailesinden geriye tek bir iz bile kalmadı demişse de, Bernard Lewıs, yanıldığını belirtmektedir; çünkü Rükneddin’in küçük oğlu babasının yerine İmam olmuş ve 19. yüzyılda içinden Ağa Han’ların çıkacağı bir imamlar nesline babalık etmiştir.
İsmailî Terörünün Bazı Hususiyetleri
B. Lewıs’ın tanımıyla, terörü uzun vadede planlı ve sistematik politik bir silah olarak kullanmaları bakımından Haşhaşî tarikatının tarihte eşi ve benzeri yoktur.
İsmailî lider ve hocaların çoğunluğu, eğitimli şehirlilerden çıkmıştır.
Haşhaşîler, önlerine “gerçek imamlığın tesisi” gibi bir hedef koymuşlar ve ne müritleri, ne de liderleri, başkasının siyasi ihtirasına alet olmamışlardır. Nihai hedeflerinin, Sünni İslam’ın önünü kesip yok etmek olduğu üzerinde durulmaktadır.
B. Lewıs’ın tabiriyle İsmailîler esas mücadelelerini İslam’ın düşmanlarına değil, İslam’ın egemenlerine karşı vermişlerdir. O anki hedefleri, kimin elinden olursa olsun, bir üs elde etmekti. Daha uzun vadeli amaçları ise, Selçuklu güçlerini gördükleri yerde vurmaktı. Kurbanları hep Sünni Müslümanlar olmuştur.
Hasan, en yakın dailerine şu hususun altını çizerek siyasi bir değerlendirme yapıyordu: “Düsturumuz: İran’da hiçbir hükümdar sınırsız güce sahip olmamalı biçiminde şekillenecek.”
B. Lewıs, “Evet, fedaîlerin hançerlerine hedef olmuş tek bir Frank kurbanı yoktur.” demektedir. Bunun belki bir iki istisnası vardır; Haşhaşî kuvvetleri iki kere Haçlı ordularıyla çatışmaya girmişlerdir. 1192 yılında da, Kudüs kralı Montferrat’lı Marki Conrad’ı öldürmüşlerdir.
Suriye gibi, İslam’ın düşmanlarının at oynattığı bir yerde, birkaç Hristiyan dışında tek bir suikasta girişilmemiş oluşu son derece dikkat çekicidir. 12 İmam Şiilerine ya da diğer şii gruplara saldırmadıkları gibi, Yahudi ya da Hristiyanlardan kimse de onların hançerlerine hedef olmamıştır.
Haşhaşîler, Sünni Selçuklu iktidarına kan kustururken, mesela tapınak şövalyelerine vergi vermiş olmaları calib-i dikkattir. Tapınakçılara bir tek cinayet bile düzenlememişlerdir. Çünkü değerlendirmelerine göre, tapınağın efendisinin öldürülmesinin bir getirisi olmayacaktı. Lider öldürülse, yerinin hemen doldurulacağını biliyorlardı. Hasan Sabbah, İslamî monarşilerin yumuşak karnını iyi keşfetmişti.
Haşhaşiler işledikleri cinayetlerde hançerden başka bir silah kullanmamışlardır. Tüm suikastlarda suikastçı ölü ya da diri ele geçirilmiş, kaçıp kurtulmak için herhangi bir çaba göstermemiştir.
13. yy.dan sonra Suriyeli Haşhaşîlerin tarikat hesabına işlemiş oldukları bir suikast bilinmemektedir. Haşişilerin, 19. yy.ın başlarına kadar izlerine rastlanmamaktadır.
İsmailîlerle Mücadele ve Zaaflar
İsmailî/Haşhaşî örgütünün görece ‘başarısı’nın sebepleri üzerinde iyi durulmalıdır. Örgütün başarısı, iyi teşkilatlanmış ve kendilerini davaya tam adamış olmaları, ölüme seve seve koşmaları gibi etkenlerin yanında, hiç atlanmaması gereken ikinci önemli husus da, mücadele ettikleri güçlerin (genelde Sünni âlem, özelde Selçuklu hükümdarlığı) barındırdıkları zafiyetler olarak karşımızda durmaktadır. Aksi takdirde bir örgütün -ne kadar sıkı disiplinli bir örgüt olursa olsun-, halktan büyük desteği olan güçlü bir yönetimle bu kadar ‘kolay’ başa çıkması mümkün olmamalıydı. Selçuklu sultanlığı çok daha sıkı bir mücadele azim ve kararlılığı gösterseydi, Moğol ordusunun 1256 yılında aldığı neticeyi, 1090’lı yıllarda Selçuklu yönetiminin almaması için bir neden bulunmamalıydı. Nitekim mevzii olarak bunun örnekleri de görülmüştür.
Gerek Viladimir Bartol’un, gerekse Bernard Lewıs’ın anlatımlarından, Selçuklu devletinin bazı ciddi zaafları tespit edilebilmektedir. Bu zaafların başında, Selçuklu Devletinin, rakibini yeterince ciddiye almaması gelmektedir. İkinci olarak, “Devlette sürekliliğin” pek de “esas” ittihaz edinilmediği anlaşılmaktadır.
Sultan Melikşah’ın orduları Alamut’u kuşattığında, ordu komutanının gönderdiği iki elçinin huzurunda Hasan Sabbah’ın, iki fedaîsini, verdiği bir emirle kendi kendilerini nasıl feda ettiklerine yukarıda değinmiştik. Elçiler kendi karargâhlarına dönüp de gördükleri hadiseyi olduğu gibi anlattıklarında, ordunun bu hadisenin büyüsüne kapıldığı ve bunun ordu içinde zafiyete sebebiyet verdiği fark edilmektedir. Sultanın ordusu içinde şu gibi cümleler terennüm edilmeye başlamıştır:
“Alamut’un efendisi gerçek bir Peygamber olabilir! Baksanıza tıpkı Muhammed gibi, bir avuç adamla işe başladı ama şimdi emri altında binlerce insan var.” “İsmailîler Ali taraftarı değil mi? Bizim babalarımız da öyleydi. Neden babalarımızın inançlarına bağlı insanlara karşı savaşıyoruz ki?”
İsmailîler, sıkıştıkları, dara düştükleri anda kendilerinin Allah’a ve peygambere inanan, şeriatın izinden giden dini bütün Müslümanlar oldukları, Sünnilerden tek farklılıklarının imamet meselesi olduğu propagandasını yaymışlardır.
Selçuklu sultanının ilahiyat danışmanlarının ekserisi de onların bu iddialarının doğru kabul edilmesinden yana tavır koymuşlardır.
Başvezir Nizam ül Mülk’ün birtakım saray entrikaları sonucunda görevden azledilmesinin Alamut’ta nasıl bir olumlu tesir icra edeceği sanki hesap edilmemiş gibidir. Üstelik de yerine tayin edilen Tac ül Mülk adındaki, hanım sultanın kâtibesi kadın vezir de işin cabası olmuştur…
Melikşah’ın ordusu Alamut’u kuşatmışken, Nizam ül Mülk’ün öldürüldüğü haberinin orduya ulaşması bir kez daha orduyu zaafa uğratmış ve komutan kuşatmayı kaldırmıştır.
Nizam ül Mülk’ten sonra Sultan Melikşah’ın öldürülmesi Haşhaşîlere büyük bir moral üstünlük kazandırmıştır. Sultan’dan sonra oğulları, kardeşleri, amcaları ve yeğenleri arasında baş gösteren taht kavgaları, Haşhaşîlerin ekmeğine yağ sürmekteydi. Onlar her bir olayda daha da güçlenmekteydiler.
Berkyaruk (1092-1104), İsmailî odaklara saldırmada ciddi bir gayret göstermemiştir. Bununla beraber, halkın sempatisi adına, Isfahan’da İsmailîlerin katledilmesine izin vermiştir. Bu da bir başka sıkıntıyı doğurmuş, Haşhaşilerle devlet yerine sanki halk hesaplaşmaya girişmiştir. Isfahan halkı adeta İsmailî avına çıkmış, bu esnada pek çok masum insan da bu öfkenin kurbanı olmuştur. Öfke Isfahan’dan Bağdat’a sıçramış, orada da pek çok İsmailî öldürülmüş, kitapları ateşe verilmiştir.
O yıllarda yaşananlar, günümüzdeki Haşhaşilerle mücadeleye birçok benzerlikler içermektedir. İsmailîlerin önde gelenlerinden Ebu İbrahim Esadabadî bizzat sultan tarafından resmi bir görevle Bağdat’a gönderilmiş, son gelişmelerin ardından bu sefer de sultan Bağdat’a, Ebu İbrahim’in tutuklanması emrini göndermiştir. Haşhaşîlerin kendilerini gizlemekteki maharetleri demek ki, kadim bir gelenektir…
Sultan Muhammed (1105-1118) Şirgir komutasındaki ordusunu 1118 yılında Alamut üzerine göndermiş, tam da ordu zafere bir adım kalmışken, Sultan Muhammed’in ölüm haberi zaferi akamete uğratmış, ordu geri çekilmiştir. Bu çekilmede, Sultan Muhammed’in vezirlerinden Kıvamuddin’in gizli bir İsmailî olduğu ve yeni seçilen sultan üzerindeki nüfuzunu kullandığı mütalaası yapılmaktadır.
Bernard Lewıs’ın derlediği bilgilere bakılırsa, Haşhaşîlerle en ciddi mücadeleyi, dönemin Abbasî Halifesi el-Me’mun yürütmüştür. Halife Askalân şehrine giderek, valiyi kovmuş, yeni bir vali atamış ve ona şu [‘olağanüstü hal’] talimatlarını vermiş: Vali Askalân’ı baştanbaşa tarayacak, halkın bilip itimat ettiği, tanınanların dışında her iş sahibinin işyeri kapatılacak, Askalân’a dışarıdan gelmiş tüm tüccarlar en ince ayrıntısına kadar soruşturulacak; birinci ağızdan olsa bile, kimlik bildirimlerine tek başına itibar edilmeyecek, herkes tek tek çapraz sorguya alınacak; o güne kadar şehre adımını atmamış olanlar varsa, daha şehrin sınırlarında iken durdurulacak, geliş sebepleri ve yanlarında getirdikleri mallar soruşturulacak; halkın tanıdığı, şehre sürekli girip çıkanlar dışındakilere giriş hakkı tanınmayacaktır.
Bilbays şehrinde ve sınır kapılarında kontrol edilecek olan tacirlerin adlarını, hizmetlilerinin ve deve sürücülerinin adlarını ve mallarının listesini divana yazılı olarak bildirmeyen kervanlara yol verilmeyecektir. Bütün bu işlemler yapılırken tacirlere de hürmette kusur edilmeyecek, kendilerini gücendirecek hareketlerden kaçınılacaktır.
Ardından el-Me’mun, eski ve yeni Kahire valilerine gönderdiği emirle, şehir sakinlerinin adlarını sokak sokak, ev ev kaydetmelerini ve izin almadan kimsenin başka bir eve taşınmasına müsaade edilmemesini emretmiştir. El-Me’mun, sicil kayıtları eline ulaştıktan sonra eski ve yeni Kahire’ye kadınlar göndererek, evleri dolaştırmış, şehir sakinlerinin kendilerini ziyarete gelen yabancıların kimin nesi olduklarını öğrenmelerini ve İsmailîler hakkında daha detaylı bilgiler edinmelerini, izini kaybettirenler varsa öğrenmelerini istemiştir. Peşleri sıra bir grup asker göndererek, kuşkulu olanları tutuklatmıştır. Yakalanan kuşkulu casuslar arasında halifenin çocuklarının hocası da bulunmaktadır. el-Me’mun’un bu sıkı takibi o kadar netice vermişti ki, bir İsmailî casus daha Alamut’tan çıkar çıkmaz ağa takılır olmuştu. (Lewıs).
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Bir roman ve bir tarihî eser bağlamında Haşhaşîlik adıyla maruf İsmailî Batınî bir örgüte ilişkin bilgileri özetlemeye çalıştık. Hasan Sabbah’ın İsmailî teşkilatı ve öğretilerinin günümüze ışık tutması bakımından fevkalade önemli olduğu ortadadır.
Yazıyı bitirmeden önce, bugünkü bazı yapılarla selefleri arasındaki benzerliklere dikkat çekmek, bazı hususların altını çizmek istiyorum.
1.Hasan Sabbah fedaîlerine gerçekten haşhaş içirdi mi; fedaîlerin, bu uğurda öldürülmeyi tam olarak göze alarak, gönderildikleri hedefi kesin olarak ortadan kaldırma azim ve kararlılıklarını acaba haşhaşın etkisine mi bağlamalı, yoksa başka faktörler mi söz konusudur? Fedaîlerin haşhaş içtiklerini yadsımak için bir gerekçe yoktur. Fakat kanaatimce fedaîlerin, kendilerini Hasan Sabbah’a ve öğretisine adamalarını sadece haşhaşla açıklamanın da imkânı yoktur. Çünkü haşhaş muhtemelen, suikastçının, eylemi gerçekleştirme anında aldığı bir tür ‘cesaret hapı’ idi, sadece bir ‘araç’ idi. Haşhaş, bir fedaîyi ‘fedaî’ yapmak için yeterli bir gerekçe olamaz. Kişinin, ölümüne bir davaya inanması için başka faktörler gerekir. Haşhaş bir sonuç olabilir ama sebep olması imkânsız gibi görünmektedir.
Zaten Haşhaşî terörünü sırf haşhaşla açıklamaya kalkarsak, bugünkü benzer örgütleri izah etmekte zorlanırız.
O halde fedaîleri haşhaştan önce zehirleyen, Hasan Sabbah’a ölümüne bağlanmalarını sağlayan neden neydi? Öyle görünüyor ki bu, ‘kapalı devre’ bir örgütsel (tarikatvari) yapının elemanlarını tam bir beyin yıkama ile etkileme yöntemiydi. Müritler yoğun bir İsmailî propaganda ile eğitiliyorlardı. Öncelikle karşılarında Selçuklu adında bir ‘şeytan’ bulunduğuna ikna ediliyorlardı. Bu şeytanî düşmandan hem Alamut/İsmailîler, hem de bütün dünya kurtulmalıydı!
2.Fedaîlerin İmamlarına/liderlerine sorgusuz sualsiz teslimiyetleri gerekiyordu. Seyduna her şeyi bilen, her konuda en doğru kararı veren, yanılmaz bir imamdı. O, bilgileri doğrudan Allah’tan almaktaydı. Bu uğurda Hasan Sabbah’ın, geleneksel şii (ve sünnî) kültürdeki mehdî/Mesih/kurtarıcı figürünü sonuna kadar kullandığı anlaşılmaktadır. Geleceğe dönük bir kurtarıcı/Mesih bekleme telakkisi, bunun tamamen uydurma boş bir söylenti olduğunu bilen insanlar için oldukça abes, insanın havsalası almayan bir inanış ise de, bir kez olabilirliğini kabul edenler açısından, haşhaştan beter bir uyuşturucu olduğunda kuşku yoktur. Dolayısıyla haşhaştan önce mehdi/Mesih/müceddid ve bunların karşı kutbunda yer alan deccal gibi kavramların asılsız ve uydurma olduğunu anlatmak, haşhaşîliğin önünü almak için önerilebilecek en somut adımlardan biridir.
Günümüzde modern haşhaşîler olarak anılan kimselerin haşhaş içmedikleri bilinen bir gerçektir. Ama Hasan Sabbah’ın zeka düzeyinin yanına bile yaklaşamayacak liderlerinin değil mehdi, kainat imamı olduğuna inanmış olmaları, meseleyi çok net biçimde açıklamaktadır.
Şu halde bu “çok net biçimdeki açıklık” bizi, aziz İslam’ın aziz kaynağına, Kur’an’a götürmeli ve İslam’ın, hiçbir insanı Allah’a eş koşmama yolundaki o tavizsiz ve çok keskin uyarılarına bir kere daha kulak vermeli ve böyle bir Din’den bizi haberdar ettiği için Allah’a derhal secdeye kapanmalıyız. Allah’ın biz kullardan istediği şudur: Hiçbir insan, diğer insanların bütününden farklı, özel/ilahî yeteneklerle donatılmış değildir. Allah’tan vahiy aldığı halde Rasulleri bile yüceltmeyen, onları da aynen bizim gibi beşer ve kul olarak tanımlayan Allah, onların dışında herhangi bir kimseye ilahi nitelikler vermiş olabilir mi?
Bütün sapmalar, bizim gibi bir kul olan herhangi bir beşeri yüceltmek, tazîz etmek, ululamakla başlamakta, onda, başka kimsede olmayan olağanüstü yeteneklerin bulunduğu takıntısı ile devam etmektedir. Öyle ise bütün çocuklara, bilhassa ilk yedi yaşı içerisinde, hiçbir insanı ululamamayı, tanrılaştırmamayı öğretmeliyiz. Çocuk bilmelidir ki, insan ne kadar ‘büyük’, saygıya değer olsa da sonuçta insandır ve kurtarıcı, Mesih, mehdi gibi bir şey olması mümkün değildir.
Bugünkü haşhaşîlerin işte yegâne haşhaşları budur. Kafasına konan sineği bile kovmaktan aciz bir varlığı, tıpkı Alamut’un Hasan Sabbah’ı gibi tanrılaştırmışlardır. Cennetin anahtarı efendilerinin cebinde sanmaktadırlar. Elbette insanları tanrılaştırmak sadece bu ‘paralel’ örgütle sınırlı değildir. En az yüz yıldır bu toplum, beşerden tanrılar yontma girişimine tanık olmaktadır. On yılda on beş milyon genç yarattığına, hatta hiç yoktan bir ulus yarattığına ve ulusa yine hiç yoktan bir vatan bağışladığına inanılan ezeli ve ebedi lider kültü, okul sıralarında körpe dimağlara zerk edilmektedir. Anlaşılacağı üzere genç nesiller henüz okul sıralarında iken, insanın insanı putlaştırmasına elverişli bir algıya elverişli halde formatlanmaktadırlar.
Dahası, pek çok cemaat ve tarikatın, siyasi partilerin de birer beşer-tanrıları bulunmaktadır.
Klasik veya modern haşhaşîlikte liderin, tapınacak kıvamda olabilmesi için onun, çok gizemli sırlara vakıf biri olduğuna inanmak şarttır. Bu gizemli liderin/imamın, peygamberle, sahabe ile her an iletişim halinde olması çık sıradandır; bilakis Allah’la her daim görüşen biri olmalıdır!
3.Haşhaşîlik türü örgütlerde önemeli olan, insanların düşünme melekelerini tamamen dumura uğratmak olmalıdır. Viladimir Bartol’un romanında, Hasan Sabbah’ı koruma görevini ve haremin bazı işlerini gören hadım köleler misali, haşhaşînin de düşünme/tefekkür ve akletme kabiliyetinin hadım edilmesi gerekir. Aksi takdirde, proje başarılı olmayacaktır.
Kişinin bir lidere tapması için, liderini her şeyi bilen, kendisini ise hiçbir şey bilmeyen ‘aciz’, ‘sıradan varlıklar’ olarak görmesi gerekir. Hemen herkes şahit olmuştur ki, çağdaş haşhaşîler olarak adlandırılan örgütün mensupları, tanrı yerine koydukları liderlerinin ve sadece onun hezeyanlarının tefsiri sadedindeki birtakım ‘ara tanrıcıkların’ hikâyeleri dışında başkalarını okumamakta, dinlememekte ve anlamamaktadırlar. Bir dünya dolusu kitap ve yayınlardan bir şeyler okurlarsa büyü bozulacak, Hasan Sabbah’ın yalancı cennetinden dışarı atılacaklardır…
Fedaî olarak adlandırabileceğimiz alt tabakanın dışında ‘abî’ diye hitap edilen ve Hasan Sabbah’ın daîlerine tekabül eden bir üst kesim ise, tamamen davar olarak tasarlanan alt tabakadan farklı olarak, aslında neler olup bittiğini bilmektedirler fakat bunlar, daha üst akıllara hizmet edilebilmesi için bu deveranın böyle sürüp gitmesi gerektiğinin farkındadırlar. Bu ‘abî-daî’ler, piramidin en üst noktasına iliştirilmiş (embeded) bulunan sözde lidere mütemadiyen, kendisinin elbette kâinat imamı olduğu yönünde evhamlar fısıldamalıdırlar. Piramidin tepe noktasında aslında ‘üst akıl’ oturmaktadır ve daha az sayıdaki ‘baş daî-büyük abî’ler, iliştirilmiş hocaefendi [bu tabiri kendisinden ödünç aldığım Atasoy ağabeyi hayırla anıyorum] ile üst akıl arasındaki ilişkileri tanzim etmektedirler.
Bu çizdiğim tabloda, fedaî konumundaki (sayısal olarak en büyük kesimi oluşturan) alt tabaka işte düşünme-tefekkür-tezekkür-taakkul melekelerinden tamamen yalıtılmış durumdadır. Diğerlerinin hesapları daha farklı olup, asıl haşhaşîliği onlar kotarmaktadır.
5.Geleneksel ve çağdaş haşhaşîliğin en göze batan hususiyetlerinden birinin içe kapalılık, takiyye ve karda yürüyüp izini belli etmeme siyaseti olduğuna yukarıda değinmiştim. Oysa normal/haysiyetli bir insanın veya sosyal bir grubun söyleyecek sözü varsa bunu açıkça söylemeli, gizli kapaklı işi olmamalı, içinden pazarlık yapmamalıdır. Bir insan kendi mahremlerine bir şey, davarlaştırdığı kimselere başka bir şey ve halka tamamen başka bir şey söylüyorsa, orada bir münafıklık söz konusudur. İslam bu gibi münafıklıklardan tamamen münezzeh ve beridir.
6.Hasan Sabbah’ın haşhaşileri Selçuklu Türklerine ve ehli sünnet Müslümanlığına karşı savaşmıştır. Bu anlamda ehli kitabın ve haçlı ordularının niyetleriyle bütünleşmişlerdir. Ehli Sünnet ve Selçuklu zihniyetinin eleştirisi ayrı bir bahistir ama bir batınî terör örgütünün onlara savaş açması kabul edilebilir bir iş değildir.
Bugün Selçuklulardan daha farklı olarak laik-demokratik (gayri İslamî) bir sistem egemen olsa da yine bugünkü çağdaş haşhaşîlerin savaş açmalarını haklı çıkartacak hiçbir gerekçeleri olamaz. Çünkü toplumu ve ülkeyi nereye götürecekleri, kimlere peşkeş çekecekleri tamamen karanlık bir noktadır. Batının siyonist-haçlı üst akıllarının maşası olarak kendi toplumuna savaş açmak, ancak satılmış nifak örgütlerinin işi olabilir.
Öyle görünüyor ki, çağdaş haşhaşîler, bir şekilde darbe yapmayı kafalarına koymuş bulunmaktadırlar. Çünkü hala, Peygamber ve sahabe adına düzenledikleri hezeyanlarla kendi davarlarını kandırma çabalarını sürdürmektedirler. Bu hezeyanlar, sürüye sabır telkin etmektedir. Demek ki sabrın sonunda ulaşılması umulan bir mehdeviyet ve Mesihlik günleri olacaktır…(!)
7.Çağdaş haşhaşî örgütü, İslam’ın bütün kavram ve değerlerini sulandırma, içini boşaltma, tahrif etmede, kendilerini besleyen küresel efendilerine çok büyük hizmetler yaptılar. Fakat bu hizmette onlar yalnız değiller. Bugün Türkiye’ye vaziyet etmekte olan pek çok siyasetçi, diyanet teşkilatı, birçok vakıf, dernek ve tarikat da bu hizmete katkı sağladılar, sağlamaya da devam etmektedirler. Bunların katkısı daha ayrı bir bahis olduğu için şimdilik sadece bu kadar değinmekle yetiniyoruz.
Çağdaş haşhaşîlerin en büyük nifakları Kur’an ve Rasulullah algısı bağlamında oldu. Tıpkı Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, Kur’an’ı sıradanlaştırdılar, İslam karşıtı bir kültürü ve kendi liderlerinin hezeyanlarını Kur’an’ın önüne geçirdiler.
Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki, biz müminlerin, bu tür fitne ve nifak olaylarından bir endişemiz yoktur çünkü bizim, kendisi hakkında beynimizin yıkandığı değil: İman ettiğimiz Allah, haşhaşîlerin ve benzerlerinin bütün çaba ve girişimlerini örümceğin ağı kadar zayıf bulmaktadır. Örümceğin ağı, üfleyince uçacak kadar çürüktür. Kur’an dışı bütün paralelcilikler böyledir. Allah’ın nuru ebedidir, muzaffer olacak olan da odur. Ne haşhaşîlik, ne de laik-demokratik ideoloji, muzaffer olması beklenecek yapılar değildir.
Son olarak, B. Lewıs’ın şu tespitlerini dikkatlere sunmak istiyorum. Lewıs, kitabını bitirirken şu tespitleri yapmaktadır:
“İsmailîlerin İslam tarihi içerisindeki yeri bağlamında, temkinli bir rahatlıkla dört şey söylenebilir: Birincisi, hareketleri, itici gücü her ne olursa olsun mevcut siyasi, sosyal ve dini nizama esaslı bir tehdit teşkil etmiştir. İkincisi, münferit bir vakadan ibaret olmayıp, bir kez halka mal olup izini kaybettirdiğinde, derinlerde kök salmış kuruntuların tetiklediği ve zaman içinde devrimci şiddet patlamalarıyla su yüzüne vurmuş, uzunca bir mehdilik hareketleri silsilesidir. Üçüncüsü, Hasan Sabbah ve müritleri, hoşnutsuz yığınların içindeki belli belirsiz arzuları, başıbozuk inanışları ve dizginsiz öfkeyi yeniden şekillendirip yeni bir mecraya sokarak, bu hengâmeden bir ideoloji, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir uyum, disiplin ve maksatlı bir şiddet içeren bir örgütlenme çıkarmakta muvaffak olmuşlardır. Değinilmesi gereken dördüncü ve belki de en önemli noktaysa, nihai ve topyekûn başarısızlıklarıdır. Mevcut düzeni yıkamamışlardır; en ufak bir şehri dahi ellerinde tutamamışlardır. …”
“Lakin alttan alta kendilerini ateşlemiş olan mesihî umut ve devrimci şiddet cereyanı, kendine akacak mecra bulmuş ve ideallerinin ve usullerinin pek çok taklitçisi türemiştir. Bu kimseler için günümüzdeki muazzam değişimler, öfkelerini ateşleyecek yeni hedefler, yeni zafer hayalleri ve yeni saldırı araçları sunmaktadır.”
Son söz Allah’a aittir. Bütün işler Allah’a döner. Allah, bir toplumun iradesi yönünde onlara layık oldukları hayat koşullarını yaratır. Kafirler şeytanın yolunda, müminler de Allah yolunda cehd eder.
[1] Türkçede İmam Gazali, Fezaihu’l-Batıniyye adlı risalesi ile; İsmail Hatip Erzen’in Tercüme ettiği Batınilerin ve Karmatîlerin İçyüzü adlı kitap (şu an baskısı bulunmamakta) ve Ali Avcu’nun Karmatilerin Doğuşu ve Gelişim Süreci adlı doktora tezi (Ank-2009), akla gelebilecek belli başlı eserlerdir. Bilhassa Ali Avcu’nun tezi, kaynak bilgileri bakımından başvurulacak bir çalışma niteliğindedir.