-Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notları-
BERNARD LEWİS Çeviri: Çağdaş Sümer
Arkadaş Yayınları
“Kafamda bir beyaz saç teli belirdi,
Tutup kopardım elimle;
“Peki,” dedi, “beni tek başıma yendin de”
“Ne yapacaksın, tüm ordum ardımdan gelince?”
—Yehuda Halevi
“Tanrım, tek lütuf şudur senden umduğum:
Bereketlendir haz dünyamı
Kov benden saflık belasını
Uzak tut pişmanlık faciasını”
— ‘Ubeyd-i Zakani
Music of a Distarıt Drunidan Seçmeler
Uzun hayatım boyunca, esas olarak Orta Doğu çalışmalarıyla ilgilendim. Bu ilgim bir okul çocuğuyken başlamıştı. O zamandan bugüne arttı ve önce bir hobiye, sonra bir takıntıya ve nihayetinde de bir mesleğe dönüştü. En başından itibaren toplumu, dillerini öğrenerek, eserlerini okuyarak, yaşadığı yerleri gezerek ve insanlarıyla konuşup onları dinleyerek, içinden anlamaya çalıştım.
Bunu yapabilmek için, doğduğum zaman, yer ve koşullardan ve dolayısıyla ilk eğitimimin sunduğu fırsatlardan hatırı sayılır ölçüde yararlandım. O günlerde İngiltere’de tarih, eğitimin önemli bir parçasıydı ve bizden yalnızca yakın geçmişteki ya da o günkü olaylar hakkında değil, aynı zamanda klasik antikiteden günümüze Batı uygarlığının kayıt altına alınmış ve hatırlanan tarihinin tümüne dair de, anahatlarıyla bile olsa, bilgi sahibi olmamız bekleniyordu. Yalnızca bu da değil; bu tarihin en azından bir kısmını orijinal dillerinde, özellikle de Latince ve Fransızca olarak çalışmamız da bekleniyordu ki, bir kısmımız buna daha sonra Almanca ve Yunanca da ekleyecekti.
İlk çalışmalarımda esas olarak İslami Orta Doğu’nun Batı’dan en farklı olduğu, en az etkilendiği ve pek çok açıdan çok ileride olduğu ortaçağ tarihi ile ilgileniyordum. Ortaçağ İslam tarihine yönelik ilgimi hiç kaybetmedim; ama artık esas ilgi alanım bu değil. Daha önce kapalı olan Osmanlı arşivlerine girme fırsatı kaçırılmayacak kadar değerliydi ve bana hâlihazırda derin bir ilgi beslediğim bir konunun peşinden gitme imkânını sundu. Bunun üzerine yayımlanan çalışmalarımın büyük bir kısmı Osmanlı dönemi ya da modern dönem veya bu ikisinin bir bileşimi üzerine oldu.
Fakat hiçbir Orta Doğu uzmanı, hatta bir Asurbilimci ya da Mısırbilimci bile, çağdaş gelişmeleri bütünüyle göz ardı edemez. Savaşta üstlendiğim görev, modern Orta Doğu yaşamı ve siyasetinin kimi veçhelerine dair doğrudan bilgi edinmemi mümkün kıldı. Orta Doğu ülkelerine gerçekleştirdiğim ziyaretler, Orta Doğu liderleriyle yaptığım tartışmalar, Orta Doğulu meslektaşlarla buluşmalarım ve belki de hepsinden çok, Orta Doğulu öğrencilerle ilişkilerim, nelerin olup bittiğinden haberdar kalmamı sağladı. Zaman zaman Orta Doğu’daki gelişmelerle ilgili, genellikle bir mülakat ya da bir dergi veya arada sırada da bir gazetede makale biçimini alan kamusal açıklamalarda bulunmanın cazibesine yenik düştüm. Nadiren de, güncel ya da yakın tarihli gelişmeler hakkında daha uzun yazılar kaleme aldım.
Orta Doğu çalışmaları açısından ki, bugün buna dünya tarihi de eklenebilir,
İslam’ın kökenleri ve kutsal metinleri hakkında bilgi sahibi olmak zorunludur. Henüz öğrenciyken bile, Kur’an’ı, peygamberin yaşam öyküsünü ve bunlarla ilgili geniş yazını okuyordum. Fakat hiçbir zaman bu konularda uzmanlaşmadım. Teoloji ya da kutsal metinler konusunda bir uzman değilim ve eğer bunlarla ilgilendiysem, bu sadece bir tarihçi gözüyle oldu. Uğraşım ve mesleğim açısından, özellikle uygarlık tarihi ile ilgilenen bir tarihçiyim.
Geriye dönüp baktığımda, bu tercihi yaparak kendimi pek çok sıkıntıdan kurtarmış olduğumu görüyorum. Bu, söz konusu tercihi yaptığım sırada amaçladığım bir şey değildi; fakat zamanla, mesleğimizin en zor ve tehlikeli konularından birinden nasıl şans eseri ve ucu ucuna uzak durabildiğimin farkına vardım.
Müslümanlar için bile ve tabii ki gayrimüslimler için daha fazla olmak üzere, kutsal tarih ve kutsal metinler üzerinde çalışmak giderek mayınlı bir araziyi araştırma alanı olarak seçmek kadar hassas bir hâl aldı. Bu hassas durum, beni eleştirenleri, İslam’ın kutsal tarihine ve kitabına yaklaşımım nedeniyle bana saldırmaktan alıkoymadı. Diğer meselelerde olduğu gibi bu konuda da saldırılar her iki taraftan da geldi. Bir yandan İslam’ı ve onun kutsallıklarını karalamakla, diğer yandan onun kusurlarını savunmak ve hatta örtbas etmekle suçlandım. Bense, saldırılar her iki taraftan da gelmeye devam ettikçe, bilimsel nesnelliğime güven duymayı sürdüreceğim.
Bir defasında, Suriye’de seyahat ederken, bir akşam boyunca bir din âlimiyle teoloji, hukuk ve İslam’ın diğer birincil ilgi alanlarını tartışarak uzun uzun sohbet etme fırsatı bulmuştum. Bir noktada sohbeti keserek hayretler içinde feryat etti:
“Anlamıyorum! İslam hakkında bu kadar çok sev biliyorsun! Neden Müslüman olmadın?”
Hem soru hem de muhtemel cevabı, İslam dünyasının bugününe dair pek çok şeyi gözler önüne serebilir.
Tarihin çarpıtılmasına -dalkavukluk etmeye, göz boyamaya ya da başka bir kısmi amaca vönelik- büyük enerjilerin sarf edildiği bir dönemde yasıyoruz. Bencil olmayan saiklerden ilham aldıklarında bile, bu tür çarpıtmalardan hiçbir yarar sağlanamaz.
Tarih, kolektif hafızadır ve eğer toplumsal bedeni, insan bedeni gibi düşünürsek; tarihsizlik, amnezi anlamına gelir, çarpıtılmış tarih ise nevroz.
Geçmişle yüzleşmek konusunda isteksiz olanlar, ne bugünü anlamayı ne de geleceğe bakmayı başarabilirler. Bu nedenle, ahlaki ve mesleki görevleri geçmişle ilgili gerçeği ortaya çıkarmak ve onu gördükleri gibi sunmak ve açıklamak olan tarihçilerin üzerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğu yerine getirmek için elimden geleni yapmış bulunuyorum.
1. Bölüm
Hayatımın neredeyse bir yüzyılına dönüp baktığımda, ne kadar olağanüstü bir şansa sahip olduğumu fark ediyorum:
–
İkinci Dünya Savaşı’nda bir askerdim ve ölmedim; hatta yaralanmadım bile.
–
Yirminci yüzyıl Avrupa’sında bir Yahudi’ydim; öldürülmedim ya da zulüm görmedim.
Bunlardan ilkini yalnızca savaştaki talihime bağlayabilirim. Fakat İkincisi için, İngiltere’de yaşamayı seçmiş olan atalarıma teşekkür borçluyum. İngiltere’de doğdum ve yaşamımın büyük bir kısmını İngiltere ve Birleşik Devletler’de geçirdim; yani özgürlüğün tadını çıkaran ve özgürleştirilmeye ihtiyaç duymayan ülkelerde. Her zaman görüşlerimi istediğim gibi, herhangi bir hükümet emri ya da hukuki kararla kısıtlanmadan dile getirebileceğimi ve onları kibirli ve zor beğenen filologların kural ve sınırlamalarıyla engellenmeden ifade edebileceğimi biliyordum. Anglo-Amerikan toplumunun açıklığı, özgürlüğü ve İngiliz dilinin olağanüstü anarşisi, olaylar dikkatimi başka yerlerde bu özgürlüklerin olmadığı gerçeğine çekene kadar, doğal kabul ettiğim şeylerdi.
1916 yılında Londra’da doğdum ve bu, her ne kadar Birleşik Devletler’e gelene dek farkına varamamış olsam da, büyük bir şanstı. Ebeveynim, Hary ve Jenny Lewis, Thames Nehri’nin yukarısında Londra’dan çok da uzak olmayan Maidenhead isimli olmasının kesinlikle bana büyük faydası dokunmuştu. Ona
“Gidip çocuklarla oynamam mümkün mü?” diye sorduğumu ve onun da
“Evet mümkün, ama gidemezsin” diye yanıt verdiğini hatırlıyorum.
Siyasete dair hatırladığım ilk şey 1920’lerin başlarında, okula yeni başladığım sırada İngiltere’de gerçekleşen genel seçimlere ilişkin. O dönemin iki büyük partisi, İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti’ydi. Onların yanındaysa, bir zamanlar Muhafazakârların karşısındaki tek ciddi seçenekten geriye kalan ve artık işlevini kaybetmiş Liberal Parti bulunuyordu. Okuldaki çocukların bana ve birbirlerine “ebeveynlerinin hangi partiye oy vereceklerini” sorduklarını hatırlıyorum. Babama sormuştum ve “Biz Liberallere veriyoruz.” demişti. Sonra okula gidip diğer çocuklara Liberallere oy verdiğimizi anlatmıştım. Ezici çoğunluk ya Muhafazakârlara ya da İşçi Partisi’ne oy verdiğinden, bizimkilerin oyu bir miktar kafa karışıklığına yol açmıştı. “Neden Liberaller?” diye sordular ve ben de eve gidince bu soruyu babama ilettim, “Neden Liberaliz?” Babam bir an bile duraksamadan yanıtladı,
–
“Çünkü İşçi Partisi’ni desteklemeyecek kadar çok ve Muhafazakâr olamayacak kadar az paramız var.”
Hem annem, hem de babam düzenli okurlardı; ama farklı biçimlerde. Annem roman, özellikle de polisiye okur, fakat nadiren gazete okuma zahmetine katlanırdı. Babamsa bazen günde birkaç tane olmak üzere gazete okur, fakat nadiren kitap okuma zahmetine girerdi. Savaştan kısa bir süre sonra bir sabah, yine kısa bir süreliğine ailemle birlikte yaşarken, babamdan daha erken kalkmıştım ve o kahvaltıya geldiğinde gazete okuyordum. Babam,
–
“Ne okuyorsun?” diye sordu.
–
“UNESCO hakkında bir makale” dedim.
Bu, UNESCO’nun kuruluşundan hemen sonraydı ve ne babam ne de başka biri ne olduğuna dair bir fikir sahibiydi. Babam.
–
“Hımm, kim ki o? Zannederim yolsuz bir Romanyalı politikacıdır” diye karşılık verdi. UNESCO kulağa Romanyalı ismi gibi geldiğinden ve bir İngiliz gazetesine konu olmuş bir Romanyalı’nın, neredeyse kesin olarak bir siyasetçi ve muhtemelen de yolsuzluğa bulaşmış bir siyasetçi olacağından bu, mantıklı bir karşılıktı.
Ölüm döşeğindeyken onu görmeye gittiğimde ve vefat etmeden birkaç dakika önce konuştuğumuzda bile, çok sinirli -fakat hemfikir- bir şekilde az önce The Daily Telegraph’da okuduğu bir makaleden söz ediyordu.
Babam, İngiliz Viktoryen ekolünden tablolar toplardı. Bazen bunu neden yaptığını düşünürdüm. Kısa bir telefon görüşmesi, bu merakımı gidermeye yetmişti. Telefonda babamla sohbet ediyordum ve bana,
–
“Yeni bir tablo aldım” dedi.
–
“Kimin?” diye sorduğumda bir isimden söz etti. Ben de,
–
“Onu hiç duymadım” dedim. Babamsa,
–
“Duymuş olduğun bir kişiye param yetmez zaten” diye yanıtladı.
Annem ve babam öldüğünde tablolar bana miras kaldı. Bu tarzla özel olarak ilgilenmediğimden sadece iki tanesini sakladım, diğerleriniyse sattım.
Babam aynı zamanda bir futbol fanatiğiydi;
sanki bir ayinmiş gibi, her hafta maçları izlemeğe gider ve beni de spora olan ilgimi arttırmak için yanında götürürdü. İnanılmaz bir şekilde sıkılırdım ve maçlar bende hiçbir ilgi uyandırmazdı.
Edebi zevk ve kapasitemi fark etmem ve geliştirmem konusunda son derece yardımcı olan Politeknikteki İngilizce öğretmeni Bay C. E. Eckersley’e şükran duyuyorum; özellikle bir olayın hatırası zihnimde hâlâ çok canlı. O zamanlar öğrencilerin
“aylık deneme” yazmak zorunda olmaları yaygın bir uygulamaydı. İki ya da üç konu verilir ve her öğrencinin birini seçmesi beklenirdi. Daha sonra bu denemeler incelenir, notlanır, eleştirilir ve İngilizcenin nasıl anlaşılıp, nasıl yazılacağına yönelik bir alıştırma olarak sınıfta tartışılırdı.
Kitap toplamaya hayli gençken başladım. Benimki gibi ailelerin ikamet ettikleri Londra mahallelerinde pek çok ikinci el kitapçının bulunduğu o günlerde, kitaplar fiyatlarına göre dizildikleri vitrinlerdeki kutularda sergilenirdi: Bir penilik, iki penilik ve normalde az olan cep harçlığımın özel bir nedenle arttırıldığı nadir anlarda altı penilik kutular. Kitapların birçoğu, aslında çoğunluğu, çok kötü durumda olurdu; sırtları kırılmış, köşeleri kıvrılmış, üzerlerine bir şeyler dökülmüş, bazen altları çizilmiş ya da kenarlarına anlaşılmaz notlar alınmış, bazen de sayfaları dağılmış kitaplar. Ama her zaman tam olurlardı. Bir kitabı elime aldığım ve birkaç sayfasının kayıp olduğunu fark ettiğim birkaç nadir anda, şok geçiren kitap satıcısı hemen kitabı kutusundan çıkarır ve başka bir yere kaldırırdı,
“Eğer bir tek sayfası bile kayıpsa” derdi;
“o bir kitap değildir ve biz burada sadece kitap satarız.”
Pek çok Yahudi çocuğu gibi, ben de on üç yaşımda İbraniceye, ya da daha dürüst olmak gerekirse İbrani alfabesine giriş eğitimi aldım. Bu eğitimin amacı Yahudi cemaatinin tam üyesi olmaya hak kazanan erkek çocuklar için on üç yasına geldiklerinde sinagogda düzenlenen bir tören olan
Bar Mitzvah’ımda Leviticus kitabımdan birkaç satır okumamı sağlamaktı. Ailemin bana Eski Ahit’in
Bar Mitzvah bölümünü ve nasıl ilahi söyleneceğini öğretmesi için bulduğu kişi, sıradan bir öğretmen değil, gerçek bir âlimdi. Leon Shalom Creditor uzun bir süre önce Dvinsk kentinden Londra’ya yerleşmiş olan bir Letonya’lıydı. Hem İbranice hem de Yidiş dillerine hâkim bir gazeteci olan ve öğretmenliği sadece ek iş olarak yapan bu kişi, Tevrat ve hahamlık İbranicesinin yanı sıra ortaçağ İbranicesi ile modem İbraniceyle tanışmamı da sağladı ve beni, İbranicenin bir papağan gibi ezberlenip tekrar edilecek bir tür şifrelenmiş dua ve ritüeller yığınından ibaret olmadığını, aksine yazılıp konuşulan -Fransızca ya da Latince ile aynı yöntemle öğrenilebilecek ve cazibesi benim için her ikisinden de daha fazla olan- hem klasik ve hem de modem bir dil olduğunu keşfedeceğim eğlenceli bir yolculuğa çıkardı.
Bar Mitzvah törenimde, âdet olduğu üzere, benim için ailem ve öğretmenim tarafından sıkıca gözden geçirilmiş kısa bir konuşma yapmam gerekiyordu. Buna rağmen konuşmama şöyle başlayan bir doğaçlama da kattım:
Aileme hiçbir zaman geri ödeyemem,
Bu yolda bana yaptıkları yardımların karşılığını.
Ne söylersem söyleyeyim hayli çiğ kalacak.
Karşılaştırıldığında gerçek minnettarlığımla.
İbranice çalışmalarım kaçınılmaz bir biçimde
Eski Ahit’e ve kuşkusuz İbrani İncili’nin yerleşmiş İngilizce çevirilerine doğru ilerledi.
“Resmi Versiyon” olarak bilinen İngiliz İncili, bazıları düzeltilmiş diğerlerine dokunulmamış bir dizi yanlış çeviri içeriyordu. Tüm İbrani İncili’nin en çok bilinen bölümünden, yani
On Emir’den iki örnek vermeme izin verin.
“Öldürmeyeceksin” emrindeki,
“öldürmek” şeklinde tercüme edilen kelime, aslında öldürmek değil; çok daha belirli ve sınırlı bir anlam taşıyan
“cinayet işlemek”fiilidir. Bu gözden geçirilmiş birçok versiyonda düzeltilmişti.
On Emir’deki bir diğer yanlış tercüme olan
“Zina yapmayacaksın” ise; aksi duruma örnektir. Emir’de kullanılan
“zina” şeklinde çevrilen İbranice kelime, çok daha geniş bir anlama sahiptir. İngilizcede
“zina”, sınırlı ve belirli bir anlam taşır; evli bir kişiyle karısı ya da kocası olmayan bir insan arasındaki cinsel ilişki anlamına gelir. İbranice kelime
na’af ise
“eşcinsellik” de dâhil olmak üzere; tüm cinsel suçlan kapsayan, daha geniş ve genel bir terimdir. Bu hata, görebildiğim kadarıyla, gözden geçirilmiş baskıların hiçbirinde düzeltilmemiştir.
Başka bir yanlış tercümeyse, çevirmenin önyargılarına atfedilebilir:
“Süleyman’ın Şarkısı l:5”de,
Resmi Versiyon şöyle der:
“Siyahım, ama alımlıyım.” İbranicesi ise
“siyahım ve alımlıyım” şeklindedir.
On altı yaşıma geldiğimde, hem yazı hem de konuşma İbranicesine epey hâkim duruma gelmiştim. Üniversiteye girdiğimde, İbranicede hem geniş hem de derin bir okuma yapmış ve hatta her ne kadar pek başarılı olmasa da, bu dilde hem nesir hem de manzum yazı yazma konusunda şansımı denemiştim. Tüm bunlar dile karşı duyduğum iştahı arttırmıştı. Daha sonraki kariyerime giden yollardan birine girmiştim, yani egzotik dillere yönelik büyük merakım başlamıştı.
1920’lerin ortalarında, İngiltere’de bir okul çocuğuyken, öğretmenlerimiz bize nasıl tercüme yapılacağım öğretmek için büyük çaba ve zaman harcıyorlardı.Bugünün perspektifini göz önüne alırsak, şaşırtıcı bir şekilde sadece öğrendiğimiz dillerden kendi dilimize değil, o diller arasında da tercüme yapmamız bekleniyordu. Aynı şekilde sadece yaşayan dillerden ya da o dillere değil, klasik dillerde de, yani Latince ve Yunanca çeviri de yapabilmeliydik. Bazen sınavlarda daha da ileri gidilir ve yabancı dillerde genellikle nesir, fakat bazen de manzum olarak “serbest kompozisyon”lar yazmamız beklenirdi. Daha sonra Arapça, Farsça ve Türkçe öğrendiğimde, bu dillerden de pek çok şiir çevirdim ve bugüne kadar da çeviriye devam ettim. Tercüme işini hiçbir zaman sistematik bir biçimde yapmadığım gibi, asla çevirilerimi sistematik bir biçimde yayımlamayı da düşünmedim; ancak koşullar kendiliğinden oluştuğunda yayımlandılar.
Politeknik’teki akademik durumum gayet iyiydi ve
rehber öğretmenim bir Oxford bursuna başvurmam konusunda çok hevesliydi. Fakat bu fikir babamın pek de hoşuna gitmedi ve buna şiddetle karşı çıktı. Öğrencilerin bütün zamanlarını sadece içerek ve parti yaparak geçirdiklerini düşündüğü Oxford’a gitmem fikrinden hoşlanmamıştı. Bu nedenle 1933 yılında Londra Üniversitesi’ne başladım. Londra Üniversitesi her biri kendi kendisini yöneten okul ve kolejlerden müteşekkil zayıf bir federasyondu. İlk yılımda
University College’a. kayıt yaptırdım; ama kolejlerarası sistem sayesinde diğer kolejlerdeki dersleri de takip etmem mümkündü.
University College’daki ilk yılımda İbranice, Latince, tarih ve biraz da Yunanca çalıştım ve aynı zamanda Arapça öğrenmek için
School of Oriental Studies’egittim. Lisans derecem tarih ve diller alanında olacaktı ve Orta Doğu tarihi seçmiş olduğumdan, Arapça zorunluydu.
Bir Orta Doğu tarihçisi olarak ilgilendiğim şeyler, pek çok halefim, öğretmenim ve çağdaşımınkiler gibi filolojik ve edebi olmaktan ziyade esas olarak tarihseldi. Fakat yine de bu alanlarda da kısa bir çıraklığım oldu ve böyle olmasından dolayı derin bir minnettarlık duyuyorum.
Tarihçinin yetkinliğinin ilk ve en temel sınavı, kaynaklarını okuyabiliyor durumda olmasıdır. Bu, her zaman kolay değildir; örneğin dil klasik Arapça ya da yazı kargacık burgacık bir Osmanlı bürokratik el yazısı olduğunda. Üstelik hepsi bu da değil; bir bölge, bir dönem, bir insan topluluğu yahut da bir konu üzerine yoğunlaşan tarihçi, onun kültürel bağlamına dair de bir şeyler bilmek zorundadır ve bunun için de edebiyat vazgeçilmez bir rehberdir.
Yakın ya da Orta Doğu tarihi hocaları genellikle profesyonel tarihçiler değildir ve bazıları, artık söyleyebileceğime inanıyorum, hiçbir şekilde tarihçi sayılmazlar. Onlar bu konularda eski moda filolojik, metinsel yaklaşımları takip eden filologlardır. Tarih üzerine dersler verirler; çünkü öyle yapmaları gerekir. Daha sonra öğrendim ki, önceden almış olduğum kimi dersler sadece genç bir baş belası gelip de o dersleri almak istediğini söylediği için konulmuştu. Eğer müfredatta bir ders yer alıyorsa, tek bir öğrenci seçmiş olsa bile o dersin verilmesi gerekiyordu.
Orta Doğu tarihi hocalarımdan beni etkileyenler arasında en önemli kişi hiç kuşkusuz, Sir Hamilton A. R. Gibb idi. Doktora derecesine sahip değildi ve o günlerde Britanya üniversite dünyasında buna çok da önem atfedilmezdi. Doktora tercihe bağlıydı ve genellikle de hayli geç verilirdi. Gibb, sadece yüksek lisans yapmıştı. Gibb, tarih okuduğu, öğrettiği ve nadiren de olsa yazığı halde; aslında gerçek bir tarihçi olmadığının farkındaydı. Sohbetleri sırasında ve hatta arada sırada yazılarında da tekrar tekrar belirttiği bir şeydi bu. Gibb, bir metin âlimi, bir filolojik bilim adamı, bir edebiyat araştırmacısı ve bir düşünce tarihçisiydi; fakat çalıştığı konuya profesyonel bir tarihçi gibi yaklaştığını düşünmezdi.
O zamanlar Londra Üniversitesi’ndeki bir diğer profesör, Bizans tarihi kürsüsünden Norman H. Baynes idi.
Londra Üniversitesi kurallarına göre Bizans tarihi öğrenmeden Orta Doğu tarihi öğrenemezdiniz. Bizans ve İslam dersleri aynı programın parçalarıydı ki, ben bunun mükemmel bir fikir olduğunu düşünüyorum ve iki yıl Bizans tarihi çalışıp, aksi takdirde hiçbir zaman öğrenmiş olamayacağım Yunancadan sorumlu tutulmuş olmamdan ötürü minnettarım. Bu, ortaçağ tarihini ve uygarlığını daha iyi anlamam açısından çok yararlı olmuştu.
Londra Üniversitesi’nde eğer ana dal olarak tarihi seçmişseniz, üniversite kurallarına göre özel bir konu bulmanız gerekiyordu: Özgün belgeleri incelemeniz gereken, belki de elli yıllık bir dönemi kapsayan, hayli sınırlı bir konu. Ben, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve sonunda da çökmesinden ve pek çok vilayetinin, özellikle de Doğu Avrupa’dakilerin elinden çıkmasından kaynaklanan sorunları; yani o zamanlar adlandırıldığı şekliyle
“Doğu Sorunu”nu seçmiştim. Londra Üniversitesi’nde büyük bir hoca olan R. W. Seton-Watson tarafından verilen bir
“özel alan” dersine gönderildim. Bana orijinal belgeleri, yani Britanya, Alman, Fransız, Avusturya ve Rus belgelerini incelemem gerektiğini söyledi. Ve olanca gençliğim ve masumiyetimle,
“Peki ya Türk belgeleri?” diye sordum. Onların önemli olmadığını, hem olsa bile ortada hiç Türk belgesi bulunmadığını anlattı. Bu cevabı pek de tatmin edici bulmadım. Mutlaka kimi Türk belgeleri olmalıydı. Doğu Sorunu üzerine okuduğum kitaplarda, Türkiye bir sahne ya da perde arkasıydı ve tüm aktörler de Avrupalılardı. Bunun daha fazla araştırılması gerektiğini düşündüm. Böylece en azından kimi belgeleri okuyabilecek kadar Türkçe öğrendim.
Hem Baynes hem de Seton-Watson kelimenin en gerçek ve derin anlamıyla tarihçilerdi ve bana tarihsel yöntem konusunda temel eğitim ve kavrayışımı kazandırdılar. Birbirilerini tamamlıyorlardı.
Baynes’ten kronik ve yazmalara dayanarak ortaçağ tarihiyle; Seton-Watson’dan ise büyükelçilik ve arşivlerdeki belgelere dayanarak modem siyasi tarihle nasıl başa çıkılacağını öğrendim. Her ikisi de harika öğretmenlerdi ve mesleki eğitimime büyük katkılarda bulundular.
Lisansüstü çalışmalarım sırasında, oldukça ilginç şekilde bir Bizans saray ayaklanmasını tasvir eden Arapça bir metne rastladım. Metni İngilizce’ye çevirdim ve ilgi çekici olup olmadığını sormak için Profesör Baynes’e gösterdim. Öyle olduğunu söyledi ve yayına hazırlamam konusunda ısrarcı oldu. Onun hatırı sayılır yardımlarıyla bunu yaptım ve makale, üçüncü yayınım olarak 1939 yılında yayımlandı.
Hukuk Çalışmaları
Her ne kadar Orta Doğu’yla ilgileniyor olsam da, diplomamı almaya çalışırken, hiç kimsenin bu tür bir ilgiden hayatını kazanabileceği ya da bir kariyer yapabileceği aklıma gelmemişti. Asıl niyetim, daha doğrusu kendi tercihimden ziyade aileminki; üniversiteden mezun olduktan sonra hukuk alanında devam etmekti. İngiltere’de hukukla ilgili iki meslek vardı,
hukuk müşavirliği (solicitor) ve
dava vekilliği (barrister). Hukuk müşavirleri esas olarak büro işi yaparlardı; sözleşme ya da arzuhal kaleme almak, şirket işleriyle ilgilenmek ve bunun gibi şeyler… Dava vekilleriyse esasen hukuk davalarıyla ilgilenirlerdi. Ailem benim hukuk müşavirliğinden ziyade dava vekilliğini daha iyi yapabileceğimi düşünüyordu. Konuşmayı her zaman sevmiştim ne de olsa.
Baroya davet edilmek için yerine getirilmesi gereken iki koşul vardı. İlki, yüzyıllarca önceye dayanan eski bir geleneğe uygun olarak
“şartları taşımak”tı. Bunun için dört
Inns of Courftan ya da dava vekili cemiyetlerinden birisine bir öğrenci üye olarak kaydolmanız ve
“salonda akşam yemeği yemeniz” gerekiyordu. Bir yılda dört dönem vardı ve adayın on iki dönem boyunca bir dönemde üniversite diploması olanlar için en az üç, olmayanlar içinse altı kere cemiyetin büyük salonunda yemek yemesi gerekliydi. Yemekler, beş servisten oluşan, öncesinde sherry sonrasında brendi, yemek sırasındaysa iki şarapla ıslatılan ve hepsi için 5 şilin ödediğiniz mükellef sofralardı. Bu geleneğin arkasında yatan fikir, yargıçların, dava vekillerinin ve öğrencilerin birlikte centilmenler gibi (ve daha sonra hanımefendiler gibi de) akşam yemeği yemeleri halinde, mesleğin geleneklerinin ve etiğinin ve belki de biraz da hukuk bilgisinin, bir tür toplumsal ve biraz da gastronomik bir osmoz yoluyla öğrencilere geçebileceğiydi.
On dokuzuncu yüzyılda bir ara, buna ikinci bir koşul daha eklenmişti: Dersleri takip etmek ve sınavları geçmek. Fakat ilk koşul, yani akşam yemeği de varlığını sürdürdü. Bu koşulu özenli ve başarılı bir şekilde yerine getirdim. İkinci koşulla ilgili olarak da çalışmalara başladım. İngiliz anayasa hukuku ve tarihinin yanı sıra, o zamanlar bir gereklilik olan Roma hukuku da çalıştım. Roma hukuku özgün Roma kaynaklarından çalışılmak zorundaydı. Dolayısıyla Justinian’m Institutes eserini ve bazı diğer Latince metinleri okudum. Roma hukukundan hoşlanmıştım. Demek istediğim, Roma hukuku tam da bana göreydi. Daha sonra İslami siyasi düşünce ve pratiği daha iyi anlamam hususunda da bana yardımcı oldu. Ondan sonra ceza hukuku çalışmam gerekiyordu ve o da eğlenceliydi. Bunun da, daha sonra müptelası olacağım polisiye hikâyeleri anlamamda büyük faydası dokundu.
Bir hukuk öğrencisi olarak verdiğim kısa arada o zamana kadar hiç görmediğim, hatta bir daha da hiç görmeyeceğim iki kelime öğrendim. Bunlar
baratarya ve
champerty idi. Her ikisi de o dönemin İngiliz hukukunda bir avukatın barodan atılmasına neden olacak, hukuki görevi suiistimal etmesi anlamına geliyordu. Barataryanın anlamı ciddiyetsiz davalarla mahkemenin zamanını çalmaktı.
Champertyise bir davayı, eğer dava kaybedilirse herhangi bir bedeli alınmaması; ama başarılı bir sonuç elde edilirse avukatın, davayı kaybeden tarafından davacıya ödenecek paranın daha önceden üzerinde anlaşılmış bir yüzdesini alacağı hususunda bir anlaşma yaparak alması demekti. Bu hayli profesyonellik dışı bir davranış olarak görülüyordu ve barodan atılmakla sonuçlanabilirdi. Dolayısıyla Birleşik Devletler’de bunun çok yaygın bir hukuki uygulama olduğunu ve Britanya hukukuna göre bir başka suç olan reklamlar yoluyla teşvik edildiğini gördüğümde yaşadığım şey, küçük bir şaşkınlıktan daha fazlası olacaktı.
Champerty’nin, o isimle olmasa da Britanya’da da artık kabul gören bir hukuki uygulama olduğunu duydum. Okuduğum kimi hukuki davalar bana gençliğimde başımdan geçen,
champerty’den yarar sağlayabileceğim bir olayı hatırlattı. Halen İngiltere’de yaşadığım sırada doktorum gırtlağımda polip olduğunu tespit etti ve beni polipin temizlenmesi için bir uzman doktora yönlendirdi. Uzman, bunun basit bir iş olduğunu söyledi. Beni koltuğuna oturttu, anestezi verdi ve çalışmaya başladı. Bir müddet sonra bilincim açıldığında, ağzımın kötü bir şekilde hırpalanmış ve ön dişlerimden bazılarının kırılmış olduğunu fark ettim. Büyük bir acı içinde olduğumu söylemeye gerek bile yok. Acı, cerrah polipe ulaşmayı başaramadığını söylediğinde daha da arttı. Hâlâ orada durmuyor ve çıkarılmayı bekliyordu. Zamanla, ağzımın içindeki şişler ve acı kayboldu; fakat kırılan dişlerim halledilmesi daha zor bir meseleydi ve hem kapsamlı hem de pahalı bir diş tedavisi gerektirecekti. Cerrahtan, diş doktorumun faturasını ödemesini istemenin hiç de haksız bir talep olmayacağını düşündüm. Bunu cerraha yazdığımda ise kabul etmedi. Bir avukata danıştım ve cerraha bir mektup yazdı. Bunun üzerine derhal ödeme yapmayı kabul etti. O zaman ne benim de ne de avukatımın aklına faturadan daha fazlasını talep etmek gelmişti. Birleşik Devletler’de yaşarken, başıma bunlar orada gelseydi bir milyoner olabileceğimi fark ettim.
Paris’te Çıraklık
1936’da yüzden fazla başka öğrenciyle birlikte, tarih alanında lisans (Şeref) bitirme sınavına girdim. Mezun olanların listesi açıklandığında yalnız Birinci Sınıf Şerefe layık görülmekle kalmadığımı, tarihin tüm dallarında Birinci Sınıf Şerefe hak kazanan az sayıda öğrenci arasında da birinci sırada olduğumu gördüm. Babam afallamıştı. Çalışmalarım hakkında endişe duyuyordu ve kız arkadaşımla çok fazla vakit geçirdiğimi düşündüğünden, tahmin ettiği üzere kötü bir sonuç alacağıma kanaat getirmişti. “Birinci olmak” tadına doyulmaz bir andı. Birincilerin birincisi olmak, bana 100 poundluk bir ödül kazandırmıştı ki; bu, 1936’da hatırı sayılır bir meblağdı. Ödülü almanın tek koşulu, lisansüstü çalışmalara devam etmekti; ben de, böyle yapacak olmaktan hayli hoşnuttum.
O zamanlar, lisansüstü çalışmalarıma başlamak üzereyken, pek çok genç insan gibi radikal muhalefet hareketleriyle ilgileniyordum ve İsmaililer ortaçağ İslam’ının en önemli radikal muhalefet hareketiydi. İsmaililer, o zamanlar liderliğini usulen tevarüs eden hilafet uyarınca Ağa Han’ın yaptığı, mezhepsel bir Müslüman gruptu. Bu 1930’lardaydı ve o dönemdeki ya da başka herhangi bir dönemdeki herkes gibi, olup bitenlerden etkileniyordum; Fransız Halk Cephesi, İspanya İç Savaşı, Almanya’da Nazizm’in yükselişi. İnsanlar geçmişi bugünün koşullarıyla okumaya eğilimlidirler. Her ne kadar günümüzden kaynaklanan soruları geçmişe sormanın tamamen meşru olduğunu düşünsem de, geçmişten edinilen cevapları bugüne ilişkin olarak okurken, dikkatli olunması gerektiğine inanıyorum.
Gibb’e İsmailileri çalışmak istediğimi anlattığımda bana bu konuyla ilgili bir teze danışmanlık yapacak ehliyete sahip olmadığını söyledi. Geriye dönüp baktığımda, ona minnettar olmam gerektiğini düşünüyorum; çünkü profesörler için,
“Ben kendimi bunu yapmaya ehil hissetmiyorum, bunu başka bir yerlerde çalışsan senin için daha iyi olur” demek, pek de alışıldık bir şey değildi. Gibb bunu yaptı ve bana Paris’e gidip büyük Fransız âlimi Louis Massignon ile çalışmamı önerdi. Hem Gibb hem de Massignon, kelimenin klasik anlamıyla Şarkiyatçıydılar; yani ilgi alanları, linguistik, edebi, kültürel ve diniydi. Her ikisi de, tarih yazıyorlardı; ama sadece denk geldiğinde ve her ikisi de kendilerini tarihçi olarak görmüyorlardı.
1936-37 akademik yılını, Massignon ile çalışarak ve çeşitli akademik kurumlarda dersler takip ederek Fransa’da geçirdim.
Louis Massignon, zamanının ünlü bir âlimi olarak parlak; ama aynı zamanda tartışmalı bir figürdü.
Uzmanlık alanı, İslam dünyasının dini ve mezhepsel tarihiydi. Aksi bir kişiydi ve farklı zamanlarda farklı şekillerde tepki verirdi. Kimliğimin iki veçhesine bağlı olarak bana karşı iki önyargısı vardı:
Kimi zaman suçumun ne olduğundan pek de emin olamazdım; bir Yahudi olarak İsa’yı çarmıha germek mi, yoksa bir İngiliz olarak Joan d’Arc’ı yakmak mı?
Fransızcam çarpıcı bir biçimde ilerledi tabii ve artık benim için Fransızca üzerinden Farsça ve Türkçe çalışmaya başlamak mümkün hale geldi.
Paris’teki en sevdiğim hocalardan biri, bir Türk olan Adnan (Adıvar) Bey’di. Modern Türkiye’nin ilk büyük kadın yazarı ve kendisinden daha ünlü bir kişi olan
Halide Edib’in kocasıydı. Çok hoş bir insan ve muazzam bir hocaydı ve ikimiz gayet iyi anlaşmıştık. Adnan Bey Türk devriminde önemli bir rol oynamıştı; ama daha sonra o ve karısı Atatürk’ün gözünden düşmüş ve sürgüne gitmek zorunda kalmışlardı. Diğer Türkler gibi o günlerde bir soyadları yoktu ve sürgünde olduklarından, Türkiye’de soyadı kanunu çıktığında bir soyadı edinmek zorunda değildiler. Batı’da o, Adnan Bey olarak bilinirdi. Türkiye’ye döndüklerinde ise bir soyadı almaları gerekti ve Adnan da,
“Onun bir adı var”anlamına gelen Adıvar’ı tercih etti.
Diğer lisans öğrencisi Şarkiyatçılar gibi, kısa zaman sonra aldığım farklı derslerin hocalarının verdiği okuma listelerinin Fransızca, Almanca ve bazen de diğer dillerde kitap ve makaleler içerdiklerini ve benden bunları okuyup anlamamın beklendiğinin farkına vardım. Fransızca ve Almanca ile ilgili bir sorunum yoktu; her iki dili de lisedeyken çalışmıştım ve ailemle hem Fransızca hem de Almanca konuşulan ülkelere seyahat etmiştim. Babamın operaya duyduğu ilgi bunlara İtalyancayı da eklememi sağlamış ve bu da beraberinde bir avantaj olarak ilkel bir İspanyolca okuma bilgisi getirmişti.
Fakat karşımda bir diğer büyük ve önemli bilinmez, yani
Rusça duruyordu. Çok erken bir aşamada, Rus Şarkiyatçılarının İslam dünyası ile ilgili araştırmaların hemen her alanına kayda değer katkılarda bulunduklarını fark etmiştim. Kimi zaman bir Batı Avrupa dilinde yazacak kadar naziktiler; kimi zamansa çalışmalarından yapılmış alıntı ya da özetler, tercüme edilmiş halde bulunabiliyordu. Ama ürettikleri materyalin esas gövdesi sadece özgün Rusçalarında erişime açıktı. Er ya da geç bu sorunla ilgilenmek zorunda kalacağım ve bu ek dili de öğrenmek için çalışmaya koyulacağım aşikârdı.
İlk ciddi denememde, Paris’te bir lisansüstü öğrencisiyken bulundum ve kısa bir süre devam edeceğim bir Rusça dersine kayıt yaptırdım. Maalesef, bu çok uzun sürmedi. Ders programındaki bir değişiklik Rusça dersimin Türkçe dersimle çakışmasına neden olmuştu ve bakış açıma göre ikincisi, benim için çok daha önemliydi. Ama yine de Rusça çalışmaya devam ettim ve kan ter içinde ve sözlük yardımıyla Rusça metinleri okuyabilecek noktaya geldim. Âdetim olduğu üzere, büyük Rus şairi Puşkin’i İngilizce’ye çevirmek konusunda da şansımı denedim. Rusça dergilere, konferans raporlarına ve benzeri materyallere bakmaya başladım ve kimi kitapları okumayı denedim.
Okumalarım sırasında ilginç bir keşifte bulundum: Sovyetler Birliği’nde İslam üzerine yapılan tartışmaların büyük bir kısmı,
Militan Tanrısızlar Birliği isimli bir örgüt tarafından yönetiliyor ve koordine ediliyordu. Bu tabii ki, Sovyet hükümetinin bir koluydu ve görevi de Sovyetler Birliği’ndeki farklı halklara yönelik din karşıtı ve daha spesifik olarak da ateist propaganda yürütmekti. Birliğin, Sovyetler Birliği’nde hatırı sayılır takipçiye sahip dinlerle; öncelikle Hıristiyanlıkla, ikinci olaraksa İslam’la ilgilenen bölümleri vardı. Musevilik ve diğer dinlerse görece önemsizdiler.
Benim ilgilendiğim şey kuşkusuz, büyük bir oranda temas etme fırsatı bulabildiğim İslami ya da daha ziyade İslam karşıtı literatürdü. Bunun bir kısmı açıkça propagandaydı; dini inançların saçmalığına, dini metin ya da geleneklerin yanlış olduklarına ve her ikisinin de ne kadar zehirli olduğuna dikkat çeken tiradlardan oluşuyordu. Diğer yayınlarsa bilimsel bir biçim -tekrar ediyorum
“biçim”- altında atıflarla, dipnotlarla vs. yapılıyordu. Her iki tür de Muhammed Peygambere, onun misyonuna, etkisine, otantikliğine ve hatta tarihselliğine yönelik saldırılara merkezi bir önem atfediyordu. Bir sunuma göre asla böyle bir kişi yaşamamıştı; Muhammed, üretilmiş bir mitti. Bu örgüt, yirmilerin sonları ve otuzlar boyunca çok faaldi ve hatırı sayılır bir literatür üretti. Şaşırtıcı olmayacak şekilde, Sovyetler Birliği’nde ne bir yanıta ne de eleştiriye konu oldu. Beklenen buydu tabii. Daha da dikkat çekici olan şeyse bu yayınların, Müslüman âlimler ve siyasetçiler neler olup bittiğine dair az da olsa bir şeyler bilmelerine rağmen, İslam dünyasında da herhangi bir yanıt verilmesine ya da protestoya sebebiyet vermemiş olmasıydı.
Bu, Batı emperyalizmini ve onun Şarkiyatçı ideologlarını kınamaya her zaman hazır olanların, Sovyetler Birliği’ne gösterdikleri müsamahanın bir örneğiydi. Aynı şey, Sovyetler’de İslam üzerine kaleme alınan yıkıcı eleştiriler ya da Sovyetler Birliği’nin idaresi altındaki Müslüman halklara yönelik acımasız baskısı hakkında söyleyecek hiçbir şeyi olmayan Edward Said ve çömezleri için de geçerlidir. Sovyetlerin bu imtiyazlı ve eleştiriden muaf statüsü, Sovyet hükümetinin açık ve tartışmaya yer bırakmayacak bir saldırganlıkla Afganistan’a girip, işgal ettiği 1979’da daha da dramatik hale geldi.
Orta Doğu’ya İlk Seyahat
1937 yılında Paris’ten döndükten sonra, Profesör Gibb, bir sohbetimiz sırasında bana,
–
“Dört yıldır Orta Doğu çalışıyorsun; sence de artık orayı görmenin zamanı gelmedi mi?” diye sordu.
–
“Evet, ama…” diyerek söz başladım ve ona, Bunalım ve ailem de dâhil olmak üzere herkesin durumunun kötüleşmesi nedeniyle, Orta Doğu’ya gitmenin benim için aya gitmekten daha kolay olmadığını anlattım. Bunu anlayışla karşıladı ve bu konuyla ilgili yapılabilecek bir şeyler düşündüğünü söyledi. Daha sonra,
RoyalAsiatic Society’nin 150 pound sterlinlik cömert bir seyahat bursuna uygun görüldüğümü öğrendim. Bu para, benim Orta Doğu’ya gerçekleştirdiğim ilk seyahati ve orada altı ay geçirmemi mümkün kıldı.
İlk durağım Mısır’dı.
İskenderiye’ye vardığımda, kendimi daha çok düğünden sonra hayatının geri kalanını birlikte geçireceği gelini ilk kez gören bir Müslüman damat gibi hissediyordum. Mısır’da geçirdiğim üç ay içerisinde Kahire Amerikan Üniversitesi’nden Arapça dersleri aldım, biraz günlük Arapça öğrendim ve bir
“dinleyici” olarak Kahire Mısır Üniversitesi’ne devam ettim. Öğrencilerin genellikle yaptığı şeyleri yaptım; derslere ve toplantılara katıldım, kitap ve gazete okudum, konuştum ve dinledim. Hatta bir keresinde, bir öğrenci gösterisine katıldım, ya da daha doğru bir deyişle gözlemcilik yaptım. İlk başlarda iletişim kurmak kolay değildi. Birkaç Orta Doğu dili öğrenmeye başlamıştım; fakat bu dillerin konuşulduklarını, nadiren karşılaştığım öğrenci arkadaşlarım dışında hiç duymamıştım. Mısır’a vardığımda bildiğim tek Arapça, klasik Arapça idi. Günlük Arapça Klasik Arapçadan, İtalyancanın Latinceden farklı olduğu kadar farklıydı. Günümüzde de,
her Arap ülkesinde iki dil vardır; yazı dili ve konuşma dili. Yazı dili tüm Arap dünyasında, çok ufak değişiklikler bulunsa da aynıdır; fakat konuşulan Arapçalar, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Portekizce kadar birbirinden farklıdır. Mısır Arapçasıyla başa çıkmayı epey iyi bir şekilde öğrendim. Sonra Lübnan’a ve Suriye’ye gittiğimdeyse herkes bana gülüyordu. Bu yabancının Mısır diyalektiyle konuşmasını hayli gülünç bulmuşlardı.
Kahire Amerikan Üniversitesi’nde kendi döneminde Batı dünyasındaki en önde gelen Arapça âlimlerinden biri olan Profesör Arthur Jeffery ile tanışma fırsatını yakaladım. Aslen Avustralyalı olan Jeffery, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir kürsüye geçmeden önce Kahire’de birkaç yıl geçiriyordu. Kahire’deki ikameti sırasında onu derinden etkileyen bir olay yaşanmıştı.
Kur’an’la her zaman ilgilenmişti ve özellikle de
Kur’an’ın en eski el yazmaları üzerinde çalışmıştı. Bunlardan birinin metninde,
Eski Ahit ve Yeni Ahit’lerin ilk el yazmaları arasında var olanlardan çok da farklı olmayan kimi ufak farklılıkların bulunduğunu keşfetti. Bunun üzerine çalışmaya koyuldu ve bu ilk dönemlere ait farklı okumalar üzerine bir eser kaleme aldı.
Arthur Jeffery’nin 1937 tarihli kitabı,
Materials for the History of the Text of the Qur’an: The Old Codices(Kur’an Metninin Tarihi İçin Materyaller: Eski Elyazmaları) başlığını taşıyordu. Jeffery, kısa bir süre içinde kitabının suçlanması ve El-Ezher Üniversitesi ve Camisi’nin en önde gelen Müslüman dini otoritelerinden birinin emriyle halkın önünde yakılması karşısında dehşete düştü. İslami değerlere her zaman saygılı olan Profesör Jeffery, El-Ezher’deki insanlarla daha önce hep mükemmel ilişkilere sahip olagelmişti ve onların kitabına yönelik tepkileri karşısında daha da ürküp korkuya kapıldı. Yaptığı şeyin en dindar Hıristiyan ve Yahudilerin
Eski Ahit ve Yeni Ahitmetinleri üzerinde yaptıklarından hiçbir farkı olmadığına dikkat çekti. Fakat aldığı cevap: “
Ama bu farklı, Kur’an Incil’e benzemez; Kur’an, Allah’ın kelamıdır” şeklinde oldu. Bunu söylerken yalnızca Yahudi ya da Hıristiyan kutsal metinlerinin otantikliği ya da doğruluğuna kuşku düşürmüyorlardı. Aynı zamanda, kutsal metinlerin doğasına ilişkin Müslüman ve Yahudi-Hıristiyan algısı arasındaki derin farklılığı da gösteriyorlardı. Hıristiyanlar ve Yahudiler için, İncil farklı zamanlarda ve farklı mekânlarda yazılan, ilahi olarak ilham alınmış ama çoğunlukla insanlar tarafından yazılmış bir dizi kitaptan oluşur. Müslümanlar içinse, Kur’an tek, ilahi, ebedi ve birileri tarafından üretilmemiş bir kitaptır. Basitçe ilahi olarak ilham alınmamıştır, kelimenin tam anlamıyla ilahidir ve nasıl olursa olsun onu sorgulamak küfürdür.
Kur’an’ın ilahi mükemmeliyeti nedeniyle, özgün Arapça metninden diğer bir dile tercüme edilemez ve aslında edilmemelidir de. Yüzyıllar boyunca Müslümanların büyük bir çoğunluğu Arap olmadığından ya da hiç Arapça bilmediklerinden, Kur’an’ın Farsça, Türkçe, Urduca ya da diğer İslam dillerine yapılmış Latin Vulgate’si ya da İngilizce Kral James’in İncili’ne benzer resmi tercümeleri yoktur. Tercüme açık bir şekilde yasaklanmıştır. Tabii ki, Arapça dışındaki dillerde tercüme olarak adlandırılabilecek kimi versiyonlar bulunmaktadır; fakat bunlar meal ya da tefsir olarak sunulurlar ve hiçbirinin resmi bir statüsü yoktur.
Hayatta kalan en eski
Kur’an metinlerinin ilk biçimlerini toplayıp sunarak Profesör Jeffery sadece, haham ve papazların uzun bir süreden beri İncil için yaptıkları şeyi İslam kutsal metinleri için yapmaya, daha doğru ve anlaşılabilir bir metne ulaşmaya çalışıyordu. Müslümanların gözündeyse kutsal metinlerinin ilahiliğine ve ebediliğine dil uzatıyordu.
Benzer bir sorun, kimi adı çıkmış Şarkiyatçılar da dâhil olmak üzere; Batılı araştırmacılar, Kur’an’da geçen kimi İncil hikâyelerinin yanlış bir şekilde alıntılandığına dikkat çektiklerinde ve Peygamberin ya da bilgi kaynaklarının hikâyeyi yanlış anladıklarını varsaydıklarında da ortaya çıkmaktadır. Müslümanların buna cevabı, kendilerine göre hiç de yersiz olmayan bir infialdir; “Allah yanlış anlamaz, Resulü yanlış bilgilendirilmemiştir.” İncil’deki hikâyelerle Kur’an’dakiler arasında farklılıklar bulunmaktadır; çünkü Hıristiyanlar ve Yahudiler kendilerine emanet edilen kutsal metinlerin güvenilmez muhafızları olduklarını göstermiş ve onları ya kaybetmiş ya da tahrif etmişlerdir.
Filistin, Suriye ve Türkiye’ye
Mısır’da geçirdiğim üç ayın ardından, o zamanlar bir Britanya mandası olan Filistin’de birkaç hafta kaldım. Oradan bir Suriye ve Lübnan turuna çıktım. O zamanlar İsmaililer ile ilgili tezim üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştım ve Suriye’deki İsmaili köylerini ziyaret etmenin faydalı olacağını düşünmüştüm. Bu köyler, ülkenin merkezinde, Hama şehrinin hem doğusunda hem de batısında yer alıyorlardı. Haçlılar döneminde, esas olarak Müslüman; ama bazen de Hıristiyan hedeflerine saldırılar düzenleyen korkunç Haşhaşilere yataklık etmişlerdi. Haşhaşilerin gücü on üçüncü yüzyılda sona ermişti; ama bazı İsmaili toplulukları günümüze kadar varlığını sürdürmüştü. Doktora tezimde kullanacağım ek materyal bulabilme umuduyla gittiğim İsmaili köyleri işte bunlardı.
İlk kitabım olan
The Origins of Isma’ilism (İsmaililiğin Kökenleri) 1940 yılında Cambridge’de Heffer şirketi tarafından yayımlandı. Geçmişe dönüp baktığımda bu çalışmamdan çok da gurur duymuyorum. Normalde bir doktora tezi, geniş okur kitlesi pek de dikkate alınmadan, ince eleyip sık dokuyacak kişiler gözetilerek yazılır. En iyi tezler bile genellikle bir kitap halinde yayına hazır hale getirilmeden önce gözden geçirilmeye ve genişletilmeye ihtiyaç duyar. Fakat benimki farklı bir durumdu. Savaş çıkmıştı ve akademik yaşamı belirsiz ve hatta sıkıntılı sonuçları olabilecek bir savaş görevi için terk etmek üzereydim. Tezimin yayına hazır hale getirilebilmesi için gereken gözden geçirme ve editörlüğü yapabilmemin hiçbir yolu yoktu. Londra Üniversitesi yayın fonu, hiç kuşkusuz bu durumun farkında olarak, tezin yayımlanabilmesini kolaylaştırmak için bana bir hibe verdi ve bu sayede, bir yayıncı bulmam hiç de zor olmadı. Sübvanse edilen beş yüz kopyalık bir baskıydı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, savaş yıllarında yarattığı ilk etki çok zayıftı ve bu beş yüz kopyalık baskının tükenmesi on yıldan uzun sürdü. Ama yine de bir şey keyfimi biraz yerine getirmişti. Tez Arap dünyasında Arap bilim insanları tarafından iyi karşılandı ve beni son derece şaşırtacak bir biçimde Irak’ta bir Arapça tercümesi yayımlandı.
1945 yılının sonunda akademik hayata geri döndüğümde, ilgim hayli farklı konulara yönelmişti ve İsmaililiğin kökenlerini oldukları yerde bırakmaktan hoşnuttum. İsmaililik çalışmalarına geri dönüşüm parlak bir Amerikan ortaçağ uzmanı olan Profesör John L. LaMonte’nin, meslektaşlarıyla birlikte derleyip yayımlamayı planladıkları, çok ciltli ve yazarlı bir Haçlı tarihine Haşhaşilerle ilgili bir bölümle katkıda bulunmamı istemesi üzerine gerçekleşti. Seve seve kabul ettim ve 1955 yılında
“İsmaililer ve Haşhaşiler”başlığıyla yer alacak bir bölüm kaleme aldım. Bu bölümün yayınlanmasının ardından, Suriye Haşhaşilerinin tarihiyle ilgili Arapça ve diğer kaynaklar, Selahattin ve Haşhaşiler arasındaki ilişkilerin tuhaf hikâyesi, Haşhaşi liderlerinden birinin kısa ve yayınlanmamış bir biyografisinin tercümesi ve edisyonu gibi konunun çeşitli veçhelerine ilişkin kimi kısa çalışmalar yaptım.
Bunların tümü, tabii ki, Suriye’deki Haşhaşilerle ilgiliydi. Fakat bunların tarihlerinin İran’daki Haşhaşi karargâhından bağımsız olarak bütünüyle anlaşılması mümkün değildi. Bu nedenle Haşhaşiler üzerine, Avrupa folklörü ve bilimindeki yerlerini, Orta Doğu’daki kökenlerini ve Haçlılarla ilişkileri de dâhil olmak üzere hem İran hem de Suriye’deki faaliyetlerini inceleyen ve
“Araçlar ve Amaçlar”başlığını taşıyan, Haşhaşilerin terörist taktiklerini ve önderliklerinin devrimci stratejilerini ele alan bir sonuç bölümü de içeren bir kitap yazmaya karar verdim. Kitap, bir İslami terör dalgasının kitaba yeni bir anlam; hatta aciliyet kazandırmasından bir yıl önce, 1967 yılında Londra’da yayımlandı. Bu kitabın daha sonraki bibliyografik tarihi ilginçtir. İngilizce edisyonu pek çok yeni baskı yaptı ve Fransızca çevirisi, 1982 yılında Paris’te çıktı.
Bu konuya yönelik ilginin değişen doğası en iyi, çevirmenimin tercih ettikleri başlıklarda görülebilir. Özgün İngilizce metin sadece “
Haşhaşiler: İslam’da Radikal bir Mezhep” adını taşıyordu. Yabancı bir dildeki ilk baskısı olan Fransızca çevirisinde isim, “
Haşhaşiler, Ortaçağ İslam’ında Terör ve Siyaset”e,İtalyanca çevirisinde “
Haşhaşiler: Radikal Bir İslami Mezhep, Tarihteki İlk Teröristle”e,Almanca çevirisindeyse
“Radikal İslam ’da Dini Cinayet Geleneği”ne dönüşmüştü. Tüm bunların amacı açıktı:
Kitapta anlatılan hareket ve eylemlerle, o dönem Orta Doğu’yu kasıp kavuran ve dünyanın büyük bir kısmını tehdit edenler arasında benzerlik kurmak.
İran’da ortaya çıkan ve Suriye ve Lübnan dağlarına yayılarak on birinci ve on üçüncü yüzyıllar arasında serpilen Haşhaşilerin hikâyesi öğretici olabilir. Ana akım İslami geleneği ya da oydaşmayı (konsensüsü) temsil etmiyorlardı; bizatihi ana akım Sünni İslam’dan ayrılan Şii hareketin içinde aşırı bir dal, sapkınlık içinde sapkınlıktılar. Uygulama ve inanışları ana akım Sünnilik ve Şiilik tarafından benzer şekilde reddediliyordu ve sonunda ayrıksı inanışlarını muhafaza eden küçük azınlık tarafından bile terk edildiler. Ortaçağdan bu yana Batı’da yaygın olan, Haşhaşilerin öfke ve silahlarının Haçlılara yöneltildiğine ilişkin yanlış bir algı vardır. Bu doğru değildi. Kurbanları arasında görece az Haçlı bulunuyordu ve bunlar da Müslümanlar arasındaki bir takım hesaplaşmalar sonucunda öldürülmüştü. Kurbanlarının büyük bir çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu; çünkü saldırıları yabancı bir güce değil, hâkim seçkinlere ve İslam’ın hâkim fikirlerine karşıydı.
Ortaçağ Haşhaşilerinin seçtikleri kurbanlar, İslam hükümdarları, idareciler, nazırlar, komutanlar ve önemli dini görevlilerdi. Kullanılan silah neredeyse her zaman aynıydı, görevlendirilmiş Haşhaşi tarafından bizzat kullanılan bir hançer. O zamanlar mevcut olan yay, arbalet ve zehir gibi daha güvenli silahlara neredeyse hiç başvurmadıkları kaydedilmeye değer. En zor ve ulaşılmaz hedefleri seçiyor ve kurbanlarını öldürdükten sonra kaçmak için hiçbir çaba sarf etmiyor, kimse de onları kurtarmaya çalışmıyordu. Bilakis, bir görevin ardından hayatta kalmak utanç vericiydi. Bu açıdan, Haşhaşiler aslında günümüz intihar bombacılarının habercileriydiler. Her ikisi de modern terör pratiklerinin işaretleri haline gelen kaçırarak şantaj yapmak ve ayrım gözetmeden uzaktan kumandalı patlayıcı kullanarak cinayet işlemekle dikkat çekici bir zıtlık sergiliyordu.
İslam; Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi etik bir dindir ve cinayet ve şantajın inanç ya da pratiklerinde hiçbir şekilde yeri yoktur. Yine de, bugün olduğu gibi o zaman da, dinleri adına cinayet işleyen topluluklar vardı ve bu nedenle ortaçağ Haşhaşi mezhebinin incelenmesi, -suikasta yönelik İslami tutumlara ilişkin bir rehber değil, bazı grupların din ve siyaset arasındaki temel İslami bağa nasıl radikal ve kanlı bir yön verdiklerine ve bunu kendi amaçlarına ulaşmak için nasıl kullanmaya çalıştıklarına bir örnek olarak- yararlı bir amaca hizmet edebilir. Haşhaşilerden çıkarılabilecek tüm dersler içinde belki de en önemlisi nihai ve topyekûn başarısızlıklarıdır.
Ortaçağ Haşhaşileriyle modern muadilleri arasındaki benzerlikler -Suriye-İran bağlantısı, terörün sonuçlarının hesaplanarak kullanılması, Haşhaşi ajanının, ebedi saadet beklentisiyle kendisini kurban edecek kadar davasına tamamen adanmış olması- gerçekten de çarpıcıdır. Fakat dikkat çekici farklılıklar da bulunmaktadır. Ortaçağ Haşhaşileri saldırılarını sadece hedef aldıkları kurbanla sınırlar ve etraftaki masumların zarar görmemesi için özen gösterirlerdi. Haşhaşiler kaçmaya kalkışmazlardı, çünkü görevi başarıyla tamamladıktan sonra yakalanmak bir şeref olarak görülürdü. Bu gelenek de, ne yazık ki, kaybolmuştur.
Haşhaşilerle ilgili bulabildiklerim, beni hayal kırıklığına uğratmıştı, fakat diğer açılardan Suriye’ye yaptığım seyahat ilginç ve hatta faydalı olmuş, hem bir konuşma dili olarak Arapçaya hem de Suriye kırsalındaki yaşam tarzına dair bilgimi arttırmıştı. Tek yerel bağlantım, rehberim Profesör Gibb’in bir tanıdığı olan Danimarka arkeoloji heyetinin başkanıydı. Kendimi ona tanıttım ve çeşitli şekillerde bana yardımcı oldu; ama yardımlarından biri özellikle önemliydi. O zamanlar Suriye Fransız mandası altındaydı ve geleneksel İngiliz-Fransız rekabeti ve karşılıklı şüpheler Levant’ta hâlâ canlı ve güçlüydü. Öyle görünüyordu ki, Fransız siyasi subayı ziyaretimi duymuş; fakat ortaçağ İsmailileri üzerine bir tez yazmanın oradaki varlığımın gerçek sebebi olduğuna inanmamıştı. Benim Fransız karşıtı menfur faaliyetlere karışan gizli bir İngiliz ajanı olduğumdan şüphelenmişti. Seyahat masraflarımın
Royal Asiatic Society tarafından karşılanıyor olması, sadece kuşkularını doğrulamaya yaramıştı. Neyse ki, Danimarka arkeoloji heyetinin başkanı onu akademik ve bilimsel iyi niyetim konusunda ikna edebildi. Ziyaretimi rahatsız edilmeden sonlandırmayı başardım.
Orada bulunduğum süre içinde kuzey Suriye’deki bir tepeye kurulmuş muhteşem bir Haçlı kalesi olan ünlü Crac des Chevaliers’i ziyaret ettim. Yerel köyden bir rehber vermişlerdi. Bir ara ihtiyacımı gidermem gerekti ve rehberimden beni en yakın tuvalete götürmesini istedim. Hayretler içinde o tür bir şey olmadığını söyledi.
“İhtiyacınızı nerede gideriyorsunuz?” diye sordum. Elini tarlalara doğru sallayarak cevap verdi. Bunu duymaktan görünür şekilde mutsuz olmuştum ve o an rehberin aklına bir fikir geldi. Kaleyi gösterdi ve
“Bu yeri inşa edenler de ‘Frenkler’di ve muhtemelen bir W.C. de koymuşlardır. Hadi gidip bakalım.” (Frenk Avrupalılar için kullanılan genel terimdi.) Aslında haklıydı. Haçlılar hayatı kolaylaştıran bu temel şeyi unutmamışlardı ve bunun için onlara minnettardım. (Ya da belki de böyle yaptıkları için rahatlamıştım demeliyim.)
Türkiye’ye ilk ayak bastığımda, pek çok Batılı ziyaretçinin yaptığı gibi Batı’dan değil, tezim üzerine çalıştığım Suriye’den geliyordum. Akademik eğitimimde bir tarihçi ve bir Şarkiyatçı olarak, klasik İslam uygarlığı üzerinde uzmanlaşmıştım. Yaklaşımımın kaynağını günümüzden ve batıdan değil de, geçmişten ve güneyden alması, beraberinde ülkeye, kültürüne ve sorunlarına ilişkin farklı -ve daha iyi olduğunu iddia edeceğim- bir anlayış getirmişti. Pek çok hüküm ve değerlendirme, karşılaştırmaya dayanır ve kaçınılmaz bir şekilde kıyaslanan unsurlar tarafından şekillendirilir. Benimkiler alışıldık olanlardan belirgin bir şekilde farklıydı.
İlk İşim
1938 yılında neredeyse iki yıldır lisansüstü öğrencisiydim ve sonunda tezim üzerinde ciddi bir şekilde çalışmaya başlamıştım. Aynı zamanda, arada sıra
“gerçek bir meslek” edinmek için hukuk sınavlarıma da çalışıyordum. O yıl hemen hemen aynı günlerde hayatımın akışını değiştirecek iki şey vuku buldu. İlk olarak,
hukuk çalışmalarımda ele almam gereken bir sonraki konu, gayrimenkul ve devir hukukuydu ve hukuk eğitimi alan herkes bilir ki; bu, son derece sıkıcı ve yorucu bir konudur. İkincisi, Londra Üniversitesi bana, İngiliz üniversitelerindeki en düşük pozisyon olan yardımcı öğretim görevliliği önerdi. Bir tercihle karşı karşıyaydım ve bir an bile tereddüt etmedim.
O zamana kadar, hiçbir zaman bir avukat olamayacağımın farkına varmıştım. Hukuka dayalı bir medeniyeti anlamama yetecek kadar hukuk öğrenmiştim, ama beni bir avukata dönüştürmeye yetecek kadar değil.
İngiliz üniversitelerinde, o zamanlar doktora sınavı Amerikan sisteminde olduğundan çok farklıydı. Amerikan üniversitelerinde, en önemli mesele tezinizin danışmanınız tarafından kabul edilmesidir; danışman onun bir jüriye gönderilmesini önerir ve gerisi formalite icabıdır. Britanya üniversitelerinde durum böyle değildi. Doktora tezi; tez danışmanınızın, aynı üniversiten bir profesörün ve farklı bir üniversiten bir profesörün yer aldığı bir jüriye sunulmalıydı. Jürinin üç seçeneği vardı; Tezi kabul etmek ki, bu durumda adaya doktorası verilirdi; tezi reddetmek ki, bu durumda aday eli boş dönerdi ya da “tezin iadesi” olarak bilinen şeyi yapmak ki, bu
“Git, şunu, bunu ya da ötekini yeniden yaz, yeniden sun ve sonra, eğer beğenirsek sana doktoranı veririz” anlamına geliyordu.
Londra Üniversitesi’ne bağlı
School of Oriental and African Studies’de Yakın ve Orta Doğu tarihine yardımcı öğretim görevlisi olarak yıllık 250 poundluk kayda değer bir maaşla atandım (sanırım bunu Gibb ayarlamıştı). Tarih bölümünde görevlendirilmiştim. Verdiğim ilk ders,
“İslami Yakın ve Orta Doğu Tarihi” üzerine bir deneme dersi oldu.
Sadece dört öğrenci dersi almıştı: Bir Mısırlı, bir Filistinli Arap, bir Iraklı ve bir İranlı. Babam bunu duyunca şaşırmıştı:
–
“Orta Doğu tarihi mi öğretiyorsun?”
–
“Evet.” Afallamış bir sesle devam etmişti,
– “Anlamıyorum. Neden Londra Üniversitesi Araplara, Arap tarihi öğretmen için sana maaş ödesin ki?” Bir başka soru daha vardı:
– “Neden Araplar, kendi tarihlerini çalışmak için İngiltere’ye gelmek istiyorlardı?” Bu, daha sonra yeniden karşıma çıkacak bir soruydu.
2. Bölüm
1939 Baharında Naziler Çekoslovakya’nın geri kalanını da işgal ederek, Münih siyasetinin başarısız ve savaşın da kaçınılmaz olduğunu gösterdiklerinde, çeşitli kurum ve bireyler savaş hazırlıklarına başladılar. Genellikle yerleşmiş bulunduğu
Chatham House adlı binanın adıyla anılan
The Royal Institute for International Affairs (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü), genç mensuplarına yönelik, benim de katıldığım bir dizi yoğunlaştırılmış eğitim programı başlattı. Savaş patladıktan sonra, kimilerimiz yardımcı sıfatıyla bir işe yaramak ve uluslararası ilişkilerin gerçeklerine dair bazı şeyler öğrenmek üzere Dış İşleri Bakanlığı’na gönderildik. Ekim ayındaki akademik yıl açılışına kadar, yaklaşık bir ay boyunca orada kaldık. Daha sonra da, artık pek de normal bir biçim altında olmasa da kendi normal uğraşlarımıza döndük.
Şaşırtıcı bir şekilde bakanlıkta bir Türkiye uzmanı yerine konmuştum. O zamana kadar Türkiye’de, birkaç günü Ankara’da geri kalanı ise İstanbul’da olmak üzere iki buçuk hafta geçirmiştim. Bu ülkeye dair doğrudan bilgim bu ziyaretten ibaretti. Bununla birlikte, biraz Türkçe biliyordum ve tabii ki çoğu yakın geçmişle ilgili olmasa da, Türk tarihi çalışarak epey zaman geçirmiştim.
Dış İşleri’ndeki bir aylık çıraklığıma dair canlı tek bir hatıram var. Bir gün yanına verildiğim memur, Türk büyükelçisiyle bir randevusu olduğunu söylemiş ve onunla gelmek isteyip istemeyeceğimi sormuştu. Çok sevinmiştim. Bu benim uluslararası ilişkilerin bu düzeyine attığım ilk adımdı. Daha da iyisi, o zamanlar
Londra’daki Türk büyükelçisi, kısa bir zaman öncesine kadar Dışişleri bakanı ve Kemal Atatürk’ün yakın bir çalışma arkadaşı olan Tevfik Rüştü Aras’tı.
Sohbetin konusu tabii ki yeni başlamış olan savaş ve özellikle de Büyük Britanya ve Fransa ile bir ittifak antlaşması üzerine müzakere sürecinde bulunan Türkiye’nin oynayacağı roldü. 12 Mayıs 1939’da, ekim ayında imzalanacak resmi bir İngiliz-Fransız-Türk İttifak antlaşmasının yolunu açacak, ortak bir İngiliz-Türk deklarasyonu yayınlanmıştı bile. Fakat 1 Eylül’de savaşın başlaması, durumu önemli ölçüde değiştirdi. Büyükelçi iki noktaya değindi.
“Biz Türkler” dedi,
“güçlü bir tarih algısına sahibiz. Polonya’nın parçalanmasının Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturduğunu biliyoruz. Ama…”
Ve Türkiye’nin, İngiltere ve Fransa ile imzalanan ittifakın gereği olarak Mihver güçlerine neden savaş ilan etmeye hazır olmadığını açıklamaya başladı.
“Yerine getirilmesi için başkalarının yardımına bağımlı olacağımız yükümlülüklerin altına girmek bizim politikamız değildir” dedi. Daha sonra antlaşmanın
“Türkiye tarafından üstlenilen yükümlülükler bu ülkeyi, SSCB ile silahlı bir çatışmaya girmesine yol açacak ya da bu sonucu doğuracak eylemlere zorlayamaz” diyen ikinci protokolünü gündeme getirdi.
Bu o zamanlar, Moskova ile Berlin arasındaki yakın ilişkiler düşünüldüğünde, makul bir mazeretti. Türkiye’nin tarafsızlığına dair aynı meşrulaştırma, bu yakın ilişki Rusya’nın Almanya tarafından işgali edilmesiyle sona erdiğinde bile devam etti.
1939 yazı itibariyle savaşın kaçınılmaz olduğu artık belli olmuştu. Orta Doğu’daki çeşitli sorunlar üzerine raporlar hazırlamak için Dış İşleri’ne danışmanlık yapacak bir komitede yer almam istendi. Fakat bunun çok geçici bir şey olacağı açıktı. Hizmetlerimi sunmak üzere Savaş Bakanlığı’na yazdım…
Kısa bir süre sonra, ikinci bir mülakat için gelmem istendi ve beni kabul etmeye karar verdiklerini ve ocak ayında süvari olarak bir OCTUya. (officer cadet training un it: aday subay eğitim birliği) gönderileceğimi bildirdiler. Pat diye,
“Süvari mi, yani atları mı kastediyorsunuz?” deyiverdim. Başını
“evet” anlamında salladı ve
“Ama 1939’dayız. Bugünlerde kim süvari kullanıyor ki artık?” diye sordum. Bir bakış atarak,
“Arabistanlı Lawrence’i hiç duydun mu?” diye sordu.
“Tabii ki” dedim.
“Pekiyi, eğer at binmeyi bilmeseydi yaptıklarını başarabilir miydi? Doğru düzgün at binmeyi öğrenmeni istiyoruz.”dedi. Hayatımda hiç at binmediğimi söyleyerek karşı çıktım.
“Bu daha da iyi. O zaman kurtulman gereken kötü alışkanlıkların da yoktur” dedi. Bu, 1939 Eylül’ünde yaşanmıştı ve silah altına alınma tarihim, Ocak 1940’tı.
İstihbarat tarafından kabul edilebilmek için, iki koşulu yerine getirmeniz gerekiyordu. En azından iki kuşaktır Britanya doğumlu olmak ve bir yabancı dile hâkim olmak zorundaydınız. Bu koşullar genellikle nadiren bir kişide bir araya geliyordu ve koşullan taşıyan insanlar kimi tanımlanabilir kategorilere denk düşüyorlardı.
Savaştaki son görevim Londra’daydı ve hava saldırısı yıllarının büyük bir kısmını Londra’da yaşayarak, çalışarak ve daha da önemlisi uyuyarak geçirdim. Hava saldırısının ilk aşamalarında yer altı istasyonlarındaki sığınaklara iniyordum; ama kısa zamanda bundan yoruldum ve yatağımda kalarak şansımı denemeye karar verdim. İnsan her şeye alışabiliyor!
Neler Yaptıklarını Ortaya Çıkarmak
1939’da savaş patladığında tamamen bağımsız olan ve herhangi bir emperyal denetim, hâkimiyet ya da varlıktan azade bulunan tek Arap devleti Suudi Arabistan’dı. Suudilerin o dönemde, biri Londra, diğeri de Paris’te olmak üzere yurtdışında yalnızca iki büyükelçilikleri vardı. Gariptir ki, büyükelçilerin ikisi de Suudi değildi. Londra büyükelçisi Hafız Wahba bir Mısırlı; Paris büyükelçisi Fuad Hamza ise bir Suriyeli’ydi.
Büyükelçiliğin yazışmalarını ve telefonlarını takibe almıştık, büyükelçi Fuad Hamza, Suudi Arabistan’da yabancıların girmesine izin verilen ve bu nedenle de, Suudi hükümetine akredite olmuş büyükelçiliklerin yerleştiği Cidde şehrinde bulunan Suudi dışişleri bakanına rapor veriyordu. Cidde’deki dışişleri bakanı da, Riyad’da bulunan Kral İbn Suud ile iletişimini tamamen telefon üzerinden kuruyordu. Telefon konuşmalarının ne kadar savunmasız olduğunun farkında değillerdi ve sık sık ne yaptıklarına ve hatta ne düşündüklerine dair anında bilgi edinebilme yeteneğimiz karşısında şaşkınlığa düşüyorlardı.
Savaş sırasında diğer Arap hükümetleriyle bağlantılarımız zaman zaman hayli karmaşık olabiliyordu. Mısır Kralı Faruk bir dost ve müttefik olarak askeri planlarımızı bilmesine izin verilmesini talep ediyor ve ona tüm ayrıntıları vermemiz konusunda ısrar ediyordu. Ona güvenmiyorduk ve bütünüyle yanlış bir plan hazırlayarak kendisine verdik. Kuzey Afrika’daki İtalyan karargâhını ele geçirdiğimizde bu planın bir kopyasını bulduk. O zamanlar İtalya, tabii ki, Mihver’in bir mensubu ve Almanya’nın müttefiki idi.
O sıralarda Suriye’deydim ve en canlı izlenimlerimden biri Suriyelilerin Fransızlara karşı duyduğu şiddetli düşmanlık ve hatta küçümsemeydi. Diğer Araplar gibi tüm emperyal güçlerden nefret ediyorlardı; fakat süregiden Fransız varlığını özellikle aşağılayıcı buluyorlardı. Onları özellikle kızdıran şey, de Gaulle’in Özgür Fransızlan’nın, asker sıkıntısı nedeniyle, Fransız sömürge ordusundaki Senegal taburlarını Suriye’ye getirmesi olmuştu. Bu en büyük ve nihai hakaretti. Suriyeliler bunu “Artık sadece emperyalistlerin hizmetçileri tarafından yönetilmekle kalmıyoruz, emperyalistlerin hizmetçilerinin köleleri tarafından da yönetilivoruz!” diyerek protesto ettiler. O vakit Şam’da asılmış olan bir afiş, Fransız kepi ve Fransız üniforması giymiş siyah bir Senegalli askeri dişleri arasında bir bıçak tutar halde “Jeviens te civiliser!” (“Sizi uygarlaştırmaya geldim!”) derken gösteriyordu.
Servis’te Yahudi Olmak
Üzerinden atmış yıldan daha uzun bir zaman geçti; ama hâlâ olayı ve konuşmayı hatırlıyorum. Gecenin ortasındaydı ve top mermisi ve bombaların rutin dağdağası dışında her şey görece sakindi. Aniden arkadaşım George yeni ve çok farklı bir sohbet açtı; “Bağışla beni” dedi, “Burnumu sokmak istemem, ama senin Yahudi olduğunu düşünmekte haklı mıyım?”
“Evet haklısın. Ben Yahudiyim ve bağışlanmanı gerektirecek bir şey yok.”
“Bağışla,” dedi tekrar, “ama senin dindar ve kurallara uyan bir Yahudi olmadığın izlenimine kapıldım.”
“Yine haklısın.”
“O halde anlamıyorum” dedi. “Neden önemsiyorsun?” “Şimdi ben de anlamıyorum” dedim. “Bununla ne kastediyorsun?”
“Açıklamaya çalışayım” dedi George. “Yahudi olmanın genellikle zor ve bazen de tehlikeli olabileceğine katılıyorsundur.” “Evet, öyle” dedim, 1942’de bir istihbarat servisinde bu önermeye karşı çıkmak pek de mümkün değildi.
“O halde anlamıyorum” dedi George bir kez daha.
“Dini inançların nedeniyle eziyetle hatta ölümle karşılaşmaya hazır olabileceğini görüyorum. Ama bu inançlara göre yaşamıyorsan ya da onlara sahip çıkmıyorsan neden önemsiyorsun?”
George’un sorusunu ve hatta idrak edemeyişini şimdi anlamaya başlamıştım.
George, belli ki İbraniliği diğer pek çoğu gibi bir mezhep ya da ibadet biçimi olarak görüyordu. Bu tür bir gruba mensubiyet ancak dindar ve ibadetlerini yerine getiren bir üyeyseniz anlamlıydı, aksi takdirde anlamsızdı. Böylesi bir durumda üye olmaya devam etmek için herhangi bir mantıklı gerekçe kalmazdı, hele de üye olmanız bir rahatsızlığa ya da daha da kötüsüne yol açabilecekse.
İngiltere’de kilise ve devletin birbirlerinden yasal olarak ayrılması söz konusu değildir. Monark (Yönetici), aynı zamanda kilisenin de başıdır; piskoposlar parlamentonun üst kanadının üyeleridir ve okullarda, orduda ve diğer kurumlarda dua etmek programın önemli bir parçasıdır. Dua toplantıları esas olarak Anglikan, yani İngiltere Kilisesi’ne göre düzenlenir; fakat ye- terince büyük olan diğer gruplar için benzer dualar da ayarlanır.
II. Dünya Savaşı sırasında bir kuzenim Oyford’da ve Burks Hafif Piyade birliğinde görev yapıyordu. Bir gün albayı onu çağırmış ve bağırarak kendisini kilise ayininde görmediğini söylemiş ve Bunun nedenini bilmek istemiş. Kuzenim de Yahudi olduğunu ve bu nedenle Anglikan kilise ayinine katılmasının pek de uygun düşmeyeceğini anlatmış. Albayı İse bunun bir mazeret olmadığını, zira farklı gruplar için ayrı kilise ayinlerinin olduğunu söylemiş. Yahudi kilise ayinine gitmeliymiş. Kuzenim de taburdaki tek Yahudi olduğunu ve kendi başına bir ayin düzenleyemeyeceğini anlatmış. Albay burnundan soluyarak sonunda
“Evet, seni anlıyorum. Gidebilirsin” demiş.
Kuzenim meselenin böylece kapanacağını düşünüyormuş, ama yanılıyormuş. Bir hafta sonra albay tarafından çağrılmış ve yolun otuz mil aşağısında içinde pek çok Yahudi bulunan ve düzenli olarak Yahudilere dini hizmetlerin verildiği bir Londra alayı olduğunu anlatmış. Albay, Yahudi ayinine katılması için kuzenime bir araba ve bir de şoför ayarlamış. Ve böylece, kuzenim orada kaldığı süre boyunca her hafta, hayatının bu ara döneminin ne öncesinde katıldığı ne de sonrasında katılacağı Yahudi ibadetine götürülmüş.
Orta Doğu’ya
Savaşın ilerleyen safhalarında Orta Doğu’ya gitmem emredildi ve İngiltere’nin güney sahillerinde bir yerde bulunan bir donanma üssüne yönlendirildim…
İrlanda sorunu aslında, büyük Katolik çoğunluğa sahip ülkenin İrlanda’da yaşayan küçük bir azınlığın hakimiyeti altında bulunmasından kaynaklanıyordu.
Mistisizm ve felsefe konusunda uzman olduğundan etrafındaki dünyada akıp giden günlük yaşamdan biraz da uzak duran bir Fransız meslektaşım, savaş sırasında İstanbul’daydı. Türkiye tarafsızdı, ama yine de yabancıların girmesine izin verilmeyen belirli güvenlik bölgeleri vardı. Meslektaşım, gezintileri sırasında, yanlışlıkla bu güvenlik bölgelerinden birine girip derhal gözaltına alınmış, polis karakoluna götürülmüş ve komiser tarafından sorgulanmış. Sonunda komiser Mösyö’nün bir casus ya da sabotajcı değil de hayli zararsız bir misafir olduğuna ikna olmuş. Ortamdaki atmosfer yeterince gevşediğinde komisere, “girilmesi yasal bölgeler olduğu halde, neden ‘yasak bölge’ ya da ‘giriş yasak’ gibi uyarı levhaları koymadıklarını” sormuş. Komiser hayretle ona bakmış ve “Eğer koysaydık, kimseye yakalayamazdık” diye yanıt vermiş.
3. BÖLÜM
Hocam Gibb’in bana birden fazla kez söylediği gibi, Arap tarihi çalışacak, öğretecek ve kaleme alacak ilk profesyonel tarihçiydim; tabii ki İngiltere’de. Fransa’da zaten bir kişi vardı, Claude Cahen isimli, ilerleyen yıllarda tanışacağım bir öncü.
Britanya üniversitelerindeki olağan uygulamaya koşut olarak, Londra Üniversitesi bir dizi şeref derecesi programı, yani bir çalışma alanında uzmanlaşan iki ya da üç yıllık programlar açıyordu. Benimkinin ismi
“Yakın ve Orta Doğu Tarihi” idi. Atanmamdan önce, Orta Doğu tarihi Arapça, Farsça ve Türkçe profesörleri tarafından öğretiliyordu; sadece Bizans kısmı ve Doğu Sorunu dersleri profesyonel tarihçiler tarafından veriliyordu. Yıllar geçtikçe Orta Doğu tarihi giderek daha yakıcı ve gerekli bir alan haline geldi; hem tarihsel yöntem hem de dil ılımlarında eğitim almış bir dizi yeni tarihçi ortaya çıktı. Bunların içinde benim bir dizi öğrencim de vardı.
İlk öğrencilerim mezun olduklarında, içlerinden biri, bir Mısırlı, karısıyla birlikte beni ve yeni evlendiğim Danimarkalı eşimi de davet ettikleri küçük bir parti verdi. Ruth, öğrencime tez konusunu sordu. Öğrencim konusunu anlattığında, şaşkınlıkla
“Ama bu Mısır tarihinin konusu” dedi.
“Evet” dedi öğrencim,
“Ben Mısırlıyım. Mısır tarihi çalışmamda bu kadar garip olan nedir?” Ruth,
“Senin Mısır tarihi çalışıyor olmanda garip bir şey yok. Garip olan şey, Mısır tarihi çalışmak için Londra’ya gelmek zorunda olman. Bir Danimarkalının fen bilimleri, ya da başka bir İngiliz meselesi üzerine çalışmak için İngiltere’ye gitmesini tahayyül edebilirim, ama bir DanimarkalInın yapacağı son şey Danimarka tarihi çalışmak için İngiltere’ye gitmek olurdu.”
Öğrencim bunu duyunca biraz şaşırdı ve çok isabetli olduğunu düşündüğüm bir cevap verdi:
“Buraya gelmiş olmamın aslında üç nedeni var. İlki, Kahire’de daha çok materyal olsa da, Londra’daki materyaller daha kolay ulaşılabilir ve bu sınırlı bir zaman diliminde bir proje bitirmek açısından çok önemli. İkinci neden, burada modem bilimsel yöntemle eğitildik ki bunu, kendi ülkemizde yapamazdık. Ve üçüncü neden de, açık olmak gerekirse, Mısır’da İngiltere’den alınmış bir doktora, Mısırdan alınmış bir doktoradan daha geçerli.” Öğrencimle gurur duyuyordum, bunun samimi ve zekice bir cevap olduğunu düşünmüştüm.
Eşim ona,
“Pekâlâ, bahsettiğin üç nokta içinde gerçekten önemli olanı, modem bilimsel yöntem” dedi. Öğrencim de,
“Evet buna katılabilirim” diye yanıtladı. Ruth ise bunun üzerine,
“Öyle tahmin ediyorum ki, Mısır’a geri dönüp ders vermeye başladığında, İngiltere’de öğrendiğin modem bilimsel yöntemi de öğreteceksin.”Olumlu yanıt alınca da,
“Böylece senin öğrencilerin de kendi tarihlerini çalışmak için artık Batı’ya gitmek zorunda kalmayacaklar.” “Doğru” diye cevap verdi öğrencim. Ruth bir süre dalıp,
“Söylesene, ne kadardır Mısırlı öğrenciler Mısır tarihi çalışmak için İngiltere’ye geliyorlar?” diye sordu.
Ölümcül bir sessizlik oldu.
1949 sonbaharında, otuz üç yaşımda, profesörlüğe yükseldim ve Londra Üniversitesi’nde yeni kurulmuş olan Yakın ve Ortadoğu Tarihi kürsüsünün ilk sahibi oldum. Tarihlerini öğretmek ve yazmak görevini üstlendiğim ülke ve halkları daha yakından tanıyabilmem için bir yıllık izin aldım. Özellikle de, bu tür bir öğretimin ve tarih yazımının temelini oluşturmak için gerekli olan kütüphane, arşiv ve diğer dokümantasyonu incelemeye can atıyordum.
1949 sonbaharında eşimle birlikte İstanbul’a doğru yola çıktığımızda, bölge tanınamayacak ölçüde büyük bir dönüşüm geçirmişti. Daha önce Arap dünyasının Arap Yarımadası dışındaki büyük bir kısmı, Britanya ya da Fransa’nın kontrolü altındaydı ve bu bölgelere ulaşım zor değildi. Bağımsızlığını yeni kazanan Arap devletleri, artık vize başvurusu yapanlardan dinlerini belirtmelerini istiyorlardı ve dinlerini Yahudi olarak beyan edenlerin vize başvuruları düzenli olarak reddediliyordu. Bazı Yahudi meslektaşlarım, özenli bir şekilde
“Ortodoks” ya da
“Üniteryen” gibi muğlâk kavramları kullanarak bu kuralın etrafından dolanıyorlardı. Hatta New York’tan zeki bir hanımefendi kendisini “
Yedinci Cadde Adventisti” olarak tanımlamıştı. Bazılarıysa düpedüz yalan söylüyordu. Ama çoğumuz, dine inanmayanlarımız bile, akademik kariyer uğraşı için olsa bile, bu tür tavizler vermeyi ahlaken imkânsız olarak görüyordu. Bu gidilebilecek ve çalışılabilecek yerlerin sayısını hatırı sayılır ölçüde azaltıyordu. Kuzey Afrika ile ilgilenenler için erişim hâlâ mümkündü ve aslında günümüze kadar da öyle kalmaya devam etti; ama Arap doğusunun büyük bir kısmı Yahudilere kapalıydı.
O zamandan bu yana, Arap ülkelerinin bir kısmında bu kural biraz olsun gevşetildi, ama o zamanlar Orta Doğu ile ilgilenen Yahudi araştırmacılar için sadece üç ülke açıktı:
Türkiye, İran ve İsrail. Atmışlarda ve yetmişlerde Batı Avrupa ve Birleşik Devletlerde yaşanan İran ve Türk çalışmalarındaki büyük gelişme, kısmen bu durumdan kaynaklanmış olabilir.
Bu nedenle 1949-1950 akademik yılını bu üç ülkede geçirmeyi planladım. Kütüphane ve arşivlerinin eşi benzeri bulunmayan zenginliği nedeniyle bir Orta Doğu tarihçisi açısından özel bir cazibesi olan İstanbul’la başladım ve aslında zamanımın büyük bir kısmını da burada geçirdim. Türk kütüphanelerindeki Arapça ve diğer İslami elyazması koleksiyonlarını kullanabileceğime güveniyordum; ama aynı zamanda, pek bir beklentim olmasa da, Osmanlı İmparatorluk arşivlerini kullanmak için de izin başvurusunda bulundum.
Arşivlerin dili, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nda kullanılagelen Osmanlı Türkçesiydi. Temel olarak Türkçe bir yapıya ve İngilizcedeki Latince, Yunanca ve Norman Fransızcası kelimelerin ağırlığına benzer şekilde, Arapça ve Farsçadan alınmış engin bir kelime hâzinesine sahipti. Osmanlı Türkçesi, Arapçada var olmayan bazı Türkçe sesleri göstermek üzere eklenmiş birkaç harfi de içeren Arap alfabesiyle yazılıyordu. Farklı belge türleri için ve farklı amaçlarla, farklı yazı biçimleri kullanılıyordu. Bu belgelerin çözülmesi modern araştırmacı için hatırı sayılır sorunlar yaratır. Neyse ki, yayımlanmış pek çok belgeyle sayıları fazla olmasa da kimi sözlük ve gramer kitaplarından oluşan Osmanlı Türkçesinde basılmış çok miktarda materyal bulunmaktadır. Bunlar arşivlerde çalışmaya başlayacak bir araştırmacı için iyi bir başlangıç noktası oluşturur.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Atatürk’ün modernleştirme programı, Osmanlı Türkçesinde muazzam bir değişime yol açtı. Arap alfabesi Latin alfabesinin modifiye edilmiş bir versiyonuyla değiştirildi ve Arapça ve Farsça sözcükleri eski ya da yeni icat edilmiş Türkçe sözcüklerle değiştirmeye yönelik bir çabaya girişildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında yürütülen geniş dil reformları, Osmanlı dilini, modern Türk okurlar için bile antika ve esrarlı bir dil haline getirdi. Meydana gelen değişimi anlamak için İngilizcedeki tüm Fransızca ya da Latince kökenli sözcüklerin terk edildiği ve diriltilen ya da yeni icat edilen Anglo-Sakson kelimelerle değiştirildiği ve aynı zamanda da alfabenin tamamen yeni bir alfabeye yerini bıraktığı bir devrim hayal edin. Bir örnek vermek gerekirse, “remorse of cons- ciense” (vicdan azabı, Ç. N.) “againbite of inwit” haline dönüşecektir (üstelik farklı bir alfabeyle).
Osmanlı imparatorluk bürokrasisi, yüzyıllarca gayet iyi işlemiş, ama sonra imparatorluktaki diğer her şey gibi, işler ters gitmeye başlamıştır. Herkes arşivlerde işlerin yanlış gitmesini takip edebilir. Onların giderek baştan savma ve özensiz hale geldiklerini görebilirsiniz. Yeni tahrirler hazırlamak yerine, sadece eskilerini tekrar eder hale gelmişlerdir, ya da buna benzer şeyler.
İsrail ve İran
1950 baharında İstanbul’dan, elimdeki verilerin bir kısmını kontrol edebileceğim ve bu konuyla ilgilenen İsrailli meslektaşlarımla tanışabileceğim İsrail’e gittim. Bunlar arasında merhum, J. W. Hirschberg, U. Heyd ve Filistin ve Osmanlı döneminde burada bulunan Yahudi yerleşimleri üzerine yazdığı kitapta elimdeki materyalin bir kısmını da kullanmış olan Isaac Ben-Zvi vardı. Osmanlı kayıtlarına dayanan ilk derslerimi de o zaman verdim. Derslerden biri, kimi ek materyallerle birlikte, Kudüs’te 1952 yılında
Israel Oriental Society tarafından bir kitapçık olarak basıldı.
1950’de ilk kez İran’a gittim. İran tarihi üniversitede verdiğim dersin bir parçasıydı ve doğrudan kişisel bir deneyimin gerekli olduğunu düşünüyordum.
Modern Türkiye’nin Doğuşu
1950 yılında Londra’ya döndüğümde Chatham House olarak bilinen Royal Institute of International Affairs ve Oxford Uni versity Press, ilki tarafından desteklenip İkincisi tarafından yayımlanmak üzere modern Türkiye üzerine bir kitap yazmamı istedi. İslami dünyayla Batı arasındaki karşılıklı ilişkiler konusunda tasarladıkları bir dizi çerçevesinde yayımlanacaktı. Fikir hoşuma gitti, kabul ettim ve bu proje için Türkiye’ye gerçekleştireceğim ilk seyahatimi hevesle kararlaştırdım.
1950’ler boyunca Türkiye’ye, kısmen başka yerlerde bulunamayan Türkiye kütüphanelerindeki kitap, dergi ve gazeteleri okumak, kısmense süregiden değişim sürecini bizzat görmek amacıyla, kalış süreleri değişen bir dizi seyahat gerçekleştirdim. 1952’de Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesinden kısabir süre sonra Ankara’da yemekli bir davete katıldım. Türkiye’de bu bir kutlama sebebiydi ve insanların çoğu tam üye olarak kabul edilmelerinden ötürü gururlu ve çok mutluydu. Davet sırasında bir Tük general, hatırlamaya değer bir yorum yaptı. Birisi ona Türkiye’nin NATO’ya katılması hakkında ne düşündüğünü sormuş ve Türk general de,
“Amerikalılarla müttefik olmanın esas sorunu, hiçbir zaman ne vakit arkalarına dönüp kendilerini sırtlarından bıçaklayacaklarını bilememeniz” diye yanıtlamış.
Daktiloyla kaleme aklığım metin I960 yılında bitti ve
Modern Türkiye’nin Doğuşu1961 yılında Oxford University Press tarafından yayımlandı.
1988 yılındaki Fransızca baskı, hem kitaba hem de ele aldığı konuya bir kez daha bakmam için olanak sağladı. Nedense, Fransız yayımcılar başlığımı bir alt başlık haline getirmiş ve kitaba yeni bir başlık koymuşlardı: İslam et Laicité: la naissance de la Turquí moderne (“İslam ve Laiklik: Modern Türkiye’nin Doğuşu”). Yayınevinin temsilcilerinden birine bunun nedenini sorduğumda, “L’Islam se vend; la Turquí ne se vendpas”(İslam satar; Türkiye satmaz) şeklinde kuru bir yanıt vermişti. Yeni Fransızca başlık, vurguyu değiştirse de, yanlış değildi; zira kitabın esas temalarından biri gerçekten de bir İslam imparatorluğundan seküler ve demokratik bir cumhuriyetin doğuşuydu. 1994’de Tahran’da tam bir Farsça tercümesinin yapılmış olması da, tam da bu nedenle daha da dikkat çekiciydi.
4. Bölüm
1920’lerde Londra’da büyüyen bir çocuk olarak, yerkürenin üçte biri üzerinde dolaylı ya da doğrudan egemenlik kurmuş ve dünyanın farklı bölgelerine barbarlığın yerine medeniyet, ve imparatorluğun farklı bölgelerine tiranlık ya da en iyi ifadeyle otoriter yönetim yerine özgürlük ve adalet getirmiş olan, zamanının kuşkusuz en geniş imparatorluğunun ve muhtemelen de tarihteki en büyük imparatorluklardan birinin parçası olduğum gerçeğinin gururla farkındaydım.
Bu kişisel tatmin hali ne evrenseldi, ne de meydan okumalardan azade. On beş yaşımdayken bir gün, tarih öğretmenimizin sınıfa gelerek, derse, “Bugünkü konumuz Britanya imparatorluk idaresi. İmparatorluğun idaresi iki ilkeye dayanır: çizme ve kamçı; fakat sınavlarınızdan geçmenizde yardımcı olmak için size kimi pekiştirici ayrıntılar vereceğim” diyerek başladığını hatırlıyorum.
Takip eden yıllarda, imparatorluğa ve oynadığımız olumlu role duyduğumuz inanç, hem ülke içinde hem de yurtdışında pek çok yerden saldırıya uğradı. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Britanya’nın emperyal çağının da nihayete erdiği artık açıktı. En önemli değişim 1947’de Hindistan’dan çekilmesiydi.
Avrupa emperyalizminin Asya ve Afrika’daki etki ve neticelerini değerlendirirken işe, başta gelen Avrupalı emperyal güçlerin -Britanya, Fransa, Rusya, Hollanda, Portekiz ve İtalya- olumlu ya da olumsuz kazanmalarını ve sicillerini karşılaştırarak başlamak gerekir. Fakat daha da dramatik ve yol gösterici bir karşılaştırma, aynı emperyal güçlerin farklı tâbi halklar üzerinde yarattıkları etkilerin mukayesesiyle yapılabilir.
Savaşın hemen sonrasındaki dönemde, militan terörist hareketler üç bölgede, Kıbrıs, Filistin ve Aden’de, Britanya birliklerine saldırılar düzenlediler. Ortak amaçları emperyal yöneticilerinden kurtulmalarını hızlandırmak ve böylece bağımsızlık kazanma sürecine hız vermekti. Bu üç hareket içinden biri Hıristiyan, biri Yahudi ve biri de Müslüman’dı. O zamanlar her üçü de “terörist” olarak adlandırılsa da; eğer faaliyetleri bugünün terörist hareketlerininkilerle karşılaştırılacak olursa, her üçünün de dikkate değer ölçüde centilmence davrandığı görülür. Nadir istisnalar dışında saldırılarını askeri hedeflerle sınırlandırmış ve hatta zaman zaman “tali hasar” oluşmasını engellemeye de özen göstermişlerdi.
İktidarın devredilebileceği uygun bir rejim ya da örgütün bulunmayışı nedeniyle, Afrika sömürgelerinin çoğunda emperyal yönetim biraz daha devam etti; ama orada bile siyasi, toplumsal ve kültürel kurumlar inşa etmeye ve bu ülkeleri nihai bağımsızlığa hazırlamaya yönelik dikkate değer adımlar atıldı. Bu sürecin bir kısmı da eğitimle ilgiliydi.
İngiltere’deki kariyerim Britanya İmparatorluğu’nun parçalanmasının son yıllarına denk gelmiş olsa da, hiçbir zaman imparatorluk istihbaratının bir parçası olmadım ve hatta savaş sırasında Britanya istihbaratındaki görevim de, Britanya hâkimiyetini korumaktan ziyade Mihver nüfuzunu engellemeye yönelikti. Bununla birlikte, daha sonra hayli farklı bir rol oynayacaktım. Britanya İmparatorluğu’nda, diğer pek çok imparatorluğun aksine, imparatorluk yetkilileri eğitim ve özellikle de yüksek öğretime büyük önem verirlerdi. Amaç, Britanya sömürgelerinin her birinde en azından bir üniversite bulunması ve bu üniversitelerde insanlara tarih, özellikle de kendi ülkelerinin tarihinin öğretilmesi için zaman ve emek harcanmasıydı. Bu, örneğin Fransız Afrika’sıyla gözle görülür bir tezat teşkil ediyordu. Bu bölgedeki tek üniversite, esas olarak
colon’ların devam ettiği ve sadece Fransız tarihinin öğretildiği Cezayir’deki Fransız üniversitesiydi. Batı Afrikalılar için açılan okullarda tarih kitapları,
“Atalarımız, Galyalılar …” diye başlıyordu.
Britanya sömürgelerinde bir miktar Britanya ve imparatorluk tarihi de öğretiliyordu; ama esas vurgu o ülkelerin kendi tarihleri üzerineydi. Bazı sömürgelerde bu, daha önce kaydedilmemiş ve yazılmamış tarihlerin keşfedilmesine ve yazılmasına yönelik bir ihtiyaç doğuruyordu. Bazı Afrika sömürgelerinde mümkün olduğu yerlerde içeriden, genellikle de sözel olarak aktarılan kaynaklardan, diğerlerinde ise bazen çelişen yabancı anlatılardan bir tarihsel kayıt bulmaya ya da yaratmaya yönelik dikkate değer çabalar harcandı. Londra’da sömürgelerdeki yüksek öğretimle ilgilenen bir komite, esas olarak bu tür görevleri üstlenen Londra Üniversitesi’nden bir dizi araştırmacıyı bir araya getiriyordu. Ben de onlardan biriydim ve söylemeliyim ki, bunu hem öğretici hem de faydalı bulmuştum. Benim temel ilgi alanım hâlâ şu ya da bu ölçüde sömürge idaresi altındaki tek Arapça konuşan ülke olan Sudan’dı.
Sudan
Araplar yedinci yüzyılda Mısır’ı fethetmelerinin ardından, güneydeki toprakları da işgal etmiş ya da keşfetmiş ve Mısır İle Habeşistan (Etiyopya) arasındaki bölgeye genel olarak, esasen siyahların ülkesi anlamına gelen
Bilâd al-Sudârı adını vermişlerdi. Bu isim yüzyıllar boyunca yaşadı ve 2011 yılında ikiye bölünecek olan egemen ve bağımsız bir ülkenin resmi adı haline geldi. Batılı gözlemci için Sudan ismi pek de uygun gözükmeyebilir; ama bu, kuzeyden güneye tüm sakinleri gerçeklen siyah olduğundan pek de yanlış değildir. Tabii ki beyaz bir bakış açısından siyah. Ama
Hartum Üniversitesi’nin misafiri olarak Sudan’a gittiğimde keşfettiğim üzere, kendi bakış açıları biraz daha karmaşıktı. İlk olarak, renkler farklı görülüyordu. Bir Batılının kahverengi diyebileceği kuzeyliler
“kızıl”, gerçeklen çok koyu siyah olan güneylilerse
“mavi” olarak biliniyordu.
Renk meselesine dair klasik olarak nitelenebilecek Arap algısı, milattan sonra onuncu yüzyılın başlarında İbn el-Fakîh adlı bir Arap yazar tarafından yalın bir şekilde orta konmuştu. Ona göre, ideal renk, Irak halkının rengiydi,
“en münasip ve hakiki renk olan soluk kahverengi. Onlar rahimde tam kıvamında pişirilmiş olanlardır. Slav kadınlarının ya da benzer bir açık renge sahip olanların rahimlerinden düşmüş çocuklar gibi, sarı, deve tüyü renginde, ağarmış ya da cüzamlı arası bir renkle doğmazlar; rahimde Etiyopyalılar ya da onlara benzeyen diğer siyahlar gibi, siyah, bulanık, pis, leş kokulu ve kıvırcık saçlı doğacak şekilde, yanana kadar fazla da pişirilmemişlerdir. İraklılar ne az pişirilmiş ne de yanmış bir kabuktur, bu ikisinin arasındadır.” İbn el-Fakîh’in Iraklı olduğunu söylemeye gerek yak.tabii.
Sudan’daki farklılık renkle sınırlı değildir. Ülkenin kuzey ve orta kısımlarında yaşayanlar, büyük oranda Arapça konuşan Müslümanlardır; güneyin derinliklerinde yaşayan halklarsa ya İngilizce ya da Afrika dilleri konuşur veya Hıristiyanlığa ya da Afrika dinlerine inanırlar. Uzun bir süre boyunca iki Sudanlı grup arasında hem kişisel hem de kamusal düzeyde gerilim sürmüş ve yer yer çatışmalara dönüşmüştür.
Sudan’da esas yüksek öğretim kurumu,
Gordon MemoriaI College adında bir lise olarak faaliyetine başlayan ve sonra tedricen gelişerek bir üniversiteye dönüşen Hartum Üniversitesi idi. Bu üniversiteyle ilişkim 1960’larda birkaç yıl boyunca sürdü. Pek çok kuşaktan öğrenci Hartum’dan Londra’ya gelerek derecelerini ve bazı örneklerde de tarih doktoralarını aldı, bunların büyük bir kısmı ülkelerine geri döndü ve Hartum Üniversitesi’ne dönüşen kurumda dersler verdi. Biz Londra Üniversitesinde Hartum Üniversitesiyle çok yakın bir ilişkiye sahiptik ve özellikle de şimdi Orta Doğu tarihi ve ilgili alanlarda profesör olan bir dizi Sudanlı öğrenci yetiştirdik.
Her yıl sınavlara yardımcı oluyordum ve bir yıl seçmelere katılmak üzere Hartum’a gitmem istendi. Bu seçmeler üniversitedeki lisans diploması sınavlarıydı. O sıralar Hartum Üniversitesinde ders eren üç ya da dört eski öğrencim beni Fakülte Kulübü’nde karşıladılar ve birlikte hoş vakitler geçirdik. Öğrencileriyle tanıştırdılar. Ev sahibim öğrencilere dönerek,
“Bu, Londra Üniversitesinden Prof. Bernard Lewis” dedi. Ve bana dönerek öğrencileri gösterdi ve
“Torunlarınız” dedi.
Herkes yeterince rahatlayıp arkadaşça bir ortam oluştuğunda, çalışmalarıyla ilgili ne düşündüğümü sordular.
Sudan’daki öğrencilere hocalarının ağzından çıkan her bir kelimeyi yazmaları öğretilmişti. Bunu yürekten benimsemişler ve öğrendiklerini sınav kâğıtlarına da aynen kusmuşlardı. Sınavla ilgili nihai kararı ben verdiğimden bu beni çok yormuştu;
aynı cevaplar, aynı noktalar, aynı örneklerin birbiri ardına dizildiği aynı silsile. Ziyaretimden bir yıl önce bir rapor yazmış ve öğrencilerin yalnızca hocalarından ve ders kitaplarından öğrendikleri şeyleri tekrarlamalarının gerçekten yazık olduğunu belirtmiş ve bu meseleler hakkında kendi görüşlerini geliştirmelerinin çok daha hoş olacağını söylemiştim. Ertesi yıl yine aynı şeyi yapmışlardı. Öğretmenlerinin onlara öğrettiklerini aynı noktalar ve aynı örneklerle kusmuşlardı; ama bu kez her cevap
“Kanımca” diye başlıyordu.
Bu nedenle Hartum’da öğrenci ve hocalarla buluştuğumda, çok hoş bir bahçe kulübünde Nil nehrinin kıyısında oturup sohbet ederken, neden sadece onlara öğretilenleri tekrarlamak yerine kendi fikirlerini yazmadıklarını sordum. Hocalar araya girdiler ve
“Bunu onlara söyleyip duruyoruz. Onlara sadece bizim anlattıklarımızı anlatmamalarını, kendi başlarına da bir şeyleri düşünmelerini söyleyip duruyoruz.”
Öğrencilerden biri,
“O halde cevabın doğru olup olmadığını nasıl bilebilirim?” diye sordu. Dedim ki,
“Bu bir tarih sınavı, cevabın ya doğru ya da tamamen yanlış olduğu bir matematik testi değil. Tarih büyük oranda bir yorum ve görüş meselesidir. Aynı olgulardan yola çıkarak hocanızdan ya da sınavınızı yapan kişiden çok farklı sonuçlara ulaşabilirsiniz.” O bir kez daha tekrarladı,
“Ama hangisinin doğru olacağını nasıl bileceğiz?” Ben de
“gerçek olgulara dayanan ve akıllıca tartışılan her cevabın doğru cevap” olduğunu söyleyerek yanıtladım.
Olgularla ne yaptığınız, anlamlı olduğu sürece sizin işinizdir. Sizinle aynı fikirde olmam gerekmez, sadece sizin fikrinizi ortaya koyuş biçiminize saygı duymam gerekir. İçlerinden biri,
“Hocanın kabul edeceğini bildiğimiz şeyi yazmak bizim için daha güvenli değil mi?” diyerek karşı çıktı.
“Eğer bu şekilde yaparsanız, sınavı geçmek konusunda güvende olabilirsiniz; ama hiçbir zaman iyi bir not alamazsınız. Demek istiyorum ki, hiçbir zaman en iyi ya da en iyi ikinci, diğer bir deyişle A ya da B gibi yüksek bir not alamaz, sadece güvenli bir ‘C’ alırsınız” diye yanıtladım. Bu konu üzerinde biraz daha tartıştık ve sonunda içlerinden biri,
“Bu çok tehlikeli” dedi. Diğerleri de ona katıldı ve soruları aynı şekilde cevaplamaya devam ettiler.
Yıllar boyunca Hartum Üniversitesi Tarih Bölümü ile ilişkimi sürdürdüm. Bu ilişki 1974 yılında Birleşik Devletler’e gitmek üzere ayrılmamla birlikte zayıfladı ve Sudan toplumu ve kültürünün yeni rejim altında bütünüyle dönüşüm geçirmesiyle birlikte sona erdi.
Birleşik Devletler’de bir restoranda bir Reform hahamı ile birlikte yemek yerken, kurallara uyan bir Yahudi’nin, hiç kuşkusuz yasaklar listesinde yer alması gereken karides sipariş etmesi bana o yılları hatırlatmıştı. Hayretle “Karides yiyorsun!”demiştim. “Evet, bizi Reformcuyuz, katı değiliz” diye yanıtladı. “Ama” dedim “hiç domuz eti ya da pastırması yemiyorsun.” “Aynı şey değil” demişti. “Karides ve deniz ürünleri trafe’tır (kosher olmayan); domuz eti ve pastırması ise anti-Semitik.”
Pakistan
1957’nin başlarında Pakistan’ı ziyaret etmek üzere bir davet aldım. Çağrıldığım etkinlik Lahor’daki Pencap Üniversitesi’nin yeni kampüsünün açılışıydı. Aynı zamanda, o sıralarda La- hor’da İslam çalışmaları üzerine düzenlenecek bir uluslararası konferansa katılmak için de davet edilmiştim. Pencap Üniversitesi ile Batı Pakistan hükümetinin ortak davetlisiydim. (Bu, Doğu Pakistan ayrılıp Bangladeş adını almadan önceydi.) Hevesle kabul ettim ve Pakistan’a yapacağım tek, Hindistan altkıtasına yapacağım ilk seyahat için yola koyuldum.
Bu seyahate dair en canlı hatıralarımdan biri de Pakistanlı subayların sofrasına katıldığım bir akşam yemeğine dair. Bir ara sohbet Süveyş Krizi olarak da bilinen ve İsrail’in, Kızıldeniz’de seyrüseferi engellemesi üzerine Britanya ve Fransa’nın yardımıyla Mısır’a girdiği 1956 yılındaki son savaşa geldi. Başkan Eisenhower müdahale ederek Mısır’ı terk etmelerini emretmiş, onlar da öyle yapmışlardı. Bir general olan Pakistanlı ev sahibime bu sürece dair fikrini sordum ve cevabı gerçekten şaşırtıcı oldu:
“Bizim konumumuz çok açık. Biz askeri saldırganlığa şiddeüe karşıyız, özellikle de yarım bırakıldığında.”
Anthony Eden’in dul eşinin anıları yayımlandığında, 1956’dan kısa bir süre sonra onun ve kocasının
“Neden devam etmediniz?” diye soran bir Amerikalı diplomatla sohbetlerini anlattığı satırları okuyunca, Pakistanlı generalin bu sözü aklıma geldi. Biri Pakistanlı, diğeri de Amerikalı iki kişiden gelen bu yorumlar, gerçek niyetin ne olduğuna ilişkin ilginç sorular doğuruyor.
Pakistan’da davet edildiğim diğer ve daha ilginç hadise ise Uluslararası İslam Çalışmaları Kongresi idi. Bu esas olarak Müslümanların -İslam ülkelerinden ve dünyanın her yanındaki İslam cemaatlerinden pek çoğu din adamı olan temsilcilerin- bir araya geldiği bir toplantıydı. Misafir olarak etkinliğe davet edilip katılan az sayıdaki (yaklaşık yarım düzene) gayrimüslim İslam çalışmaları uzmanından biriydim. Kimi zaman hoş, kimi zaman zor, ama her halükârda ilginç ve öğretici bir deneyimdi.
Özellikle iki olay aklımda kalmış. Toplantının sonunda Kaliforniya Üniversitesi’nde Yakın Doğu tarihi profesörü olan Gustave Grunebaum’la birlikte binadan dışarı çıkarken bir Pakistanlı, bizi durdurarak kendisine bizi otelimize bırakma ayrıcalığını bahşetmemizi rica etti. Kabul ettik. Yola çıkar çıkmaz meseleye girdi: “İslam uzmanları olarak siz iki beyefendiye sormak istediğim bir sorum var.
Sorumu dinlemek ister miydiniz?”
Bundan mutluluk duyacağımızı söyledik:
Amcası kısa bir süre önce vefat etmiş ve ona hatırı sayılır bir miras bırakmış. Amcasının hiç çocuğu yokmuş ve kendisi onun tek varisiymiş. Zihnini meşgul eden soruysa şuydu. Amcası servetini borsada hisse senedi alıp satarak biriktirmiş. Kendisiyse dindar bir Müslüman’mış, ama pek bilgili değilmiş. Ticaret ve kâr etmeye izin verildiğini biliyormuş ama borç ve faiz, kumar olarak görüldüğünden yasakmış. Borsada para kazanmanın hangi kategoriye girdiğini merak ediyormuş -yani helal miymiş yoksa haram mı? Dindar bir Müslüman olarak yasa dışı yollarla kazanılmış bir parayı kabul edebileceğini sanmıyormuş.
Bize sorduğu şeyin bilimsel bir görüş değil, dini bir hüküm, bir fetva olduğunu söyledim. Kuşkusuz kendi hukukçularından birine danışmalıydı, kâfir Şarkiyatçılara değil. Tiksintiyle yüzünü buruşturarak şöyle dedi:
“Bizim hukukçularımız mı! Eğer paranın kokusunu alırlarsa her şeye izin verir onlar. Sizin biliminize onların dindarlığından daha fazla güveniyorum.”
Gustave ve ben utanç içinde birbirimize baktık ve akademisyenlere gayet tabii gelecek türden muğlâk ve kesin olmayan bir cevap verdik. Bedelini ağırlaştırmadan hayatını kolaylaştırmaya çalışıyorduk.
Diğer anımsamaya değer olaysa, konferansa katılan gayrimüslim Şarkiyatçıların büyük İslam ideoloğu Ebu’l-‘Ala Mavdudi tarafından evine davet edilmeleriydi. Mavdudi, İslam dünyasında önde gelen bir figürdü ve kendimizi hem müşerref hem de imtiyazlı hissediyor ve bizlere söyleyeceği şeyleri duymaya can atıyorduk. Konuşmayı açarken söyledikleri şaşırtıcı değildi:
“Siz Şarkiyatçılar, hepiniz aynı hataya düşüyorsunuz.”
“Hay Allah” diye düşündük, “İşte başlıyor…” Ama çok yanılmıştık. “Hepiniz Arapça öğreniyorsunuz, çoğunuz Farsça bir kısmınız da Türkçe öğreniyor. Bir zamanlar bu kabul edilebilirdi; ama artık o günler geride kaldı. Bugün İslam dünyasının merkezi burada Pakistan’da ve İslam’ın hâkim dili de Urduca. İslam dünyasında nelerin olup bittiğini öğrenmek istiyorsanız, bunu ancak Urduca bilerek yapabilirsiniz” diyerek devam etti. Şaşırtıcı ve ilginç bir yorumdu ve tamamen yanlış da değildi. Uzmanlık alanımı İslam’ın Orta Doğu’daki kalbiyle sınırlamaya karar vermiş olduğumdan, hiç Urduca öğrenmeye kalkışmamıştım.
Afganistan
1960’larda bir ara, Britanya hükümeti o zamanlar ismi Afganistan Krallığı olan ülkeyle kültürel faaliyet değişimi için bir anlaşma imzaladı. Anlaşmayı imzaladıktan sonra
“Şimdi ne yapsak ki!” diye düşünmeye başladılar. Bunun cevabı pek de belli değildi ve sonra birisinin aklına bir dizi konuşma yapmak, kimi insanlarla iletişim kurmak ve nelerin mümkün olabileceğini araşın inak üzere beni Afganistan’a gönderme fikri geldi. Kulağa ilginç geliyordu ve Afganistan’da hiç bulunmadığımdan ve her aman listeme bir ülke daha eklemeye istekli olduğumdan o yaz birkaç aylık bir ziyaret için Afganistan’a gittim.
Bu olaydan kısa bir süre sonra eğitim bakanı Kabil’deki yabancı topluluk mensuplarını ve eşlerini, ki o zamanlar pek de kalabalık bir grup sayılmazdı, davet ettiği bir resepsiyon verdi. Amerikalı bir diplomatın eşi ve sağlam bir feminist olan bir kadın, eğitim bakanının insafına kalmasının kaçırılmayacak bir fırsat olduğunu düşündü. Onu köşeye sıkıştırarak kızların eğitimi için neden daha çok şey yapmadığını sordu. Haklı bir soruydu bu. Üçüncü Dünya ülkelerindeki eğitim bakanlarının birçoğunun, bu tür bir soru karşısında bocalayarak, sırasıyla;
“geçtiğimiz yıl şunları yaptık, şimdi bunları yapıyoruz ve gelecek yıl daha da fazlasını yapacağız” kabilinden şeyler söylemesini beklerdim. Ama Afganistan’da böyle olmadı. Bakan kadına hayretle baktı ve
“Madam, erkek çocukları için yeterince okulum yok, bir de beni kızlarla uğraştırmayın” dedi. Düşüncesini esefle karşılamıştım; ama açık sözlülüğüne de hayran kalmıştım.
Komşu ülkeyle toprak anlaşmazlığı yaşayan bir ülkeden gelen bir öğrenciyi hatırlıyorum. Anlaşmazlık çok uzun bir süredir iki ülke arasında bir mesele olagelen küçük bir toprak parçasından kaynaklanan önemsiz bir ihtilaftı. Öğrenci doktora tezini bu küçük bölge üzerine yazmak ve binlerce yıldır bu küçük bölgenin diğer ülkeye değil, kendi ülkesine ait olduğunu göstermeyi istediğini söylemişti. Bunu nereden bildiğini sordum. “Bunu herkes bilir” diye yanıtladı. Ben de “Herkesin bildiği bir şeyi söyleyerek doktora alamazsın. Doktora alabilmek için bilinmeyen bir şey ortaya koyman gerekir” dedim. Buna yanıtıysa, “Ama hiçbir zaman bilimsel olarak kanıtlanmadı. Ben bilimsel olarak kanıtlamak istiyorum” şeklinde oldu. “Eğer seninkine değil de diğer halka ait olduğunu keşfedersen ne olacak?” diye sordum. Bu üzerinde durmayı basitçe reddettiği bir ihtimaldi ve doktora yapmak üzere başka bir yere gitti.
Propaganda ve Tarih
Bir tarihçinin sorumluluğu, gördüğü şekliyle gerçeği, bütünüyle gerçeği, gerçeği ve yalnızca gerçeği anlatmaktır. Bir propagandacıya dönüşmesine ya da propagandacılar tarafından kullanılmasına izin vermemelidir. Bu, bir meslek olarak tarihçiliğin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike ve tarihçiyi baştan çıkarabilecek en büyük şeydir; çünkü tarih, neticede, neredeyse her tür siyasi dava için kullanılabilir. Aynı olay dizisi çok farklı biçimlerde yorumlanıp sunulabilir. Tarihsel gerçeklerin yalnızca bir doğru cevabın bulunduğu, geri kalanlarınsa yanlış olduğu matematiksel gerçeklere benzediğini varsaymak büyük bir ha tadır. Eğer tarihiniz olayların basit bir anlatısıysa, yanlış ve doğru cevaplar vardır; ama bunlar kimse için büyük bir değer taşımaz, kimsede büyük bir merak uyandırmazlar. Tarih yoruma açıktır, ama yorum söz konusu olduğunda bile doğruluğa ihtiyaç vardır. Doğru olmayan tarih, hiç tarih olmamasından daha kötüdür. İnsanlar yanılsama ve mitlerle yetiştirilebilirler.
Batı dünyasında gelişmiş bulunan ortak bir görüşe göre, tüm bilimsel çalışma ve araştırmanın esas amacı bilmek ve anlamaktır. Geçmişi bilme tutkusu, insanlar açısından neredeyse evrenseldir; neredeyse evrensel ama tamamen değil. Tarihi çok da fazla önemsemeyen toplumlar da vardır. Ama toplumların büyük bir kısmı tarihe önem atfeder. Özellikle İslam toplumları tarihe her zaman büyük bir önem atfetmişlerdir, ama yalnızca kendi tarihlerine. Onlar için tarih, “İslam’ın tarihi” demektir ve ancak Tanrı’nın insanlık için arzu ettiklerinin nasıl işlediğini ortaya koyduğu müddetçe değerlidir. Onlar için İslami olmayan tarih, kendi İslam öncesi tarihleri de dâhil olmak üzere, değersizdir ve bu nedenle de erken modern döneme dek hiçbir ilgi görmemiştir.
Tarih öğretmedeki amaç, insanların sorular, gayet temel sorular sormalarını ve sürekli bir kendini gözden geçirme sürecine girmelerini sağlamaktır.
Bir not aldığımda, neden o notu alıyorum? Önceki ya da sonraki üç satırı değil de bu üç satırı defterime geçirmemin altında yatan hipotez nedir? İnsan kendi kendisini sorgulamalı ve bilinçsiz ve sarih olmayan varsayımlara karşı uyanık olmalıdır. İyi bir hoca, yetişmekte olan tarihçiye, tarihsel sürecin sonsuz karmaşıklığına ve bitmek bilmeyen belirsizliklere dair bir fikir aşılamaya çalışmalıdır.
Genç tarihçilerin kafasına sokmaya çalıştığım bir diğer nokta da adil olmanın önemidir. Başka birinin argümanlarını reddetmek ve aksini ispat etmek tamamen meşrudur; ama işinizi kolaylaştırmak için karşı tarafın argümanlarını çarpıtmamalısınız. Ne yazık ki bu, yalnızca günümüzde mesleğimizi lekeleyen bazı itibarsız tarihçi bozuntularının değil, arada sırada bu günaha teslim olan bazı ciddi tarihçilerin de başvurduğu bir yoldur. Eğer bir argümanın aksini ispatlamak istiyorsanız, hedef olarak karşı çıkmaya çalıştığınız bakış açısını mümkün olan en iyi şekilde yansıtacak adil bir önerme seçmelisiniz.
İslam Tarihi ve Kültürel Kibir Tehlikesi
Bir tarihçi, tüm âdemoğullan gibi, insani duygulardan azade değildir. Sadakatleri ve önyargıları, tarihi algılayış ve sunuş biçimlerini şekillendirebilir; ama eleştirel tarihçi bunun farkındadır ve bunu düzeltmeye çalışır. Geçmişte, Batılı olmayan uygarlıklara bakan bir Batılı, Batılı olan her şeyin iyi olduğunu varsayma eğilimindeydi; ama şimdilerde, Batılı olan her şeyin kötü olduğunu varsaymak moda haline geldi ki, bu da aslında aynı önyargının tersyüz edilmiş halidir.
Kendime karşı eleştirel yaklaşarak bilimsel tarafsızlığımı korumaya çalışırken, üç önyargı kaynağı karşısında uyanık olmam gerektiğini biliyordum:
Batılı, Britanyalı ve Yahudi. Semitler ve Anti-semitistler üzerine yazdığımda, dikkat etmek gereken şey tabii ki Yahudi bakış açısıydı. Eğer Orta Doğu üzeri ne yazıyorsam bu, Batılı bakış açısıydı. Bunu söylerken basitçe kendi kültürel geçmişime sırtımı döndüğümü kastetmiyorum; bu bir o kadar aptalca, aslında çok daha aptalca olurdu. Buradaki sorun sempatiden ziyade empati sorunudur. Ve burada açık bir şekilde şoven olarak görülebilecek bir önermede bulunacak ve bu empati yeteneğinin, yani başkalarının duygularını dolaylı olarak deneyimlemenin, özel olarak Batılı bir özellik olduğunu söyleyeceğim. Bu insana, diğer uygarlıkları öğrenme tutkusu ve onları anlayabilme yeteneği kazandırır. Şüphenin nedeni genellikle anlayışsızlıktır.
Bir Müslümanın bakış açısından tarih, derin ve hatta dini bir öneme sahiptir. İslam’ın ilerleyişi tarihsel kanıtlar vasıtasıyla bilgisine ulaşılabilecek tarihsel bir olaydır. Ana akım İslami hukukun gelişimi, Sünnet; yani Peygamber ve sahabesinin koydukları kurallar ve uygulamalar temelinde şekillenmiştir. Bu açıdan Sünnet, bir tür tarih, geçmişteki eylemlerin ve söylenen sözlerin kaydıdır. Bu nedenle bir Müslüman için tarih, dini bir önem taşır ve tarihin doğru olması hayati önemdedir.
6. Bölüm
Akademik Yaşamdan Kesitler
İngiltere’den Japonya’ya gitmenin mümkün olmadığı yıllarda Japonca öğrenmeye çalışan bir meslektaşımı hatırladım. Her nasılsa Japon bir kızla tanışmış, ona âşık olmuş ve evlenmişti. Londra’da mutlu bir şekilde yaşıyorlardı ve Japoncayı akıcı bir şekilde konuşabiliyordu. Savaştan sonra, ilk kez Japonya’ya gitti ve Japonca konuştuğu her yerde insanlar, ona gülmemek ıçin açıkça kendilerini zor tutuyorlardı. Sonunda onlara bunun sebebini soracak cesareti topladığında aldığı cevap,
“Japonca’yı genç bir kız gibi konuşuyorsun” olmuştu.
Bir defasında İngiliz bir konuşmacının epey uzun ve derme çatma bir fıkra anlattığını ve tercümanın da çok kısa bir cümleyle fıkrayı çevirmesi üzerine, dinleyicilerin kahkahalarla güldüğü bir olayı hatırlıyorum. Refakatçim bana, tercümanın aslında;
“Bu bir fıkra, lütfen gülün” dediğini söylemişti.
Yarım asır sonra, iki hatıra aklımda kalmış. İlki tanıştırma faslıydı. Sayıları yaklaşık olarak on beş-yirmiyi bulan misafirler, bir resepsiyon salonunda toplanmış ve bir yarım daire şeklinde sıralanmışlardı. Daha sonra misafir listesini oluşturan ve düzenlemeleri yapan görevlinin eşliğinde Kraliçe geldi. Yarım dairenin etrafında dolaştılar ve görevli bizi Majestelerine teker teker ismimizle ve kim olduğumuzu açıklayarak tanıştırdı. Bu sona erdiğinde, birkaç dakikalığına ferahlatıcı bir şeyler içerek ayakta bekledik ve sonra şeref misafirleri, yani şeyh ve maiyeti geldi. Onlar da aynı şekilde yarım daireyi dolaştılar; ama bu sefer misafirlere liderlik eden Kraliçeydi. Beni gerçekten şaşırtan şey, herhangi bir yazılı metin ya da görünür bir sufle olmadan, Kraliçe’nin misafirlerine, her birimizi isimlerimiz ve görevlerimizle doğru bir şekilde tanıtmasıydı. Ya mükemmel bir hafızası ya da bu iş için gizli bir aygıtı vardı.
Cezayir’de Türk Muamelesi Görmek
O, Londra’da bir konsolos yardımcısı, bense üniversitede hu asistan okutmanken, bir Türk diplomatla tanışmıştım. Aynı yaşlardaydık, kariyerimizde tecrübesizlik ve küçük çocuklar gibi benzer sorunlarla meşguldük. Kısa süre içinde anlaştık ve onun tüm yaşamı boyunca sürecek bir dostluk geliştirdik. Bir seferin de, ben hâlâ Londra’dayken, ondan artık Cezayir büyükelçisi olduğunu ve onu ziyaret ederek, evinde misafir olarak kalmamı istediğini belirten bir mektup aldım.
Sonuç, büyüleyici bir ziyaretti. Misafirleri olduğunda doğal olarak ben de evde bulunurdum ve misafirlere de karşı davette bulunduklarında beni de dâhil etmeleri mesajı verilirdi. Artık Türkçem gelişmişti. Normal olarak onunla ve büyükelçilik çalışanlarıyla Türkçe konuşuyordum ve bana öyle geliyordu ki, Cezayirliler bana diğer Türk görevlilerden biriymişim gibi davranıyorlardı.
Ziyaretimin başlarında, bir ülkeyi ilk kez ziyaret ettiğimde her zaman yaptığım şeyi yaptım: Nelerin yayımlandığını ve inanların ne okuduğunu görmek için kitabevlerini gezdim. Şaşırtıcı şekilde, kitabevlerinde yalnızca Fransızca kitaplar bulunduğunu, hiç Arapça kitap olmadığını gördüm. Teker teker dükkanları aradım taradım, ama hiç Arapça kitap bulamadım.
Bir süre sonra Cezayir şehrindeki bir akşam yemeğinde, kendimi bir kütüphanecinin yanında otururken buldum. Arapça kitaplar bulmaya yönelik başarısız girişimlerimden söz etlim ve bu durumun sebebini sordum;
“Fransızlar buradayken sadece Fransızca kitaplar vardı, hiç Arapça kitabımız ve Arap kültürümüz yoktu. Bağımsızlığımızı kazandığımızda, Arapça kitaplar ithal etmeyi denedik; Mısırdan beraberlerinde kitap getiren ve bizi modern Arap edebiyatı ve kültürüyle tanıştırmaya çalışan bir heyet geldi. Büyük bir hayal kırıklığıydı; her şeyden önce, Fransız yönetimi altında, belirli bir kültürel ve enteleklüel seviyeye alışmıştık.”
Atmışlarda, İngiltere ile Türkiye arasındaki kültürel ilişkileri düzenleyen kapsamlı bir anlaşma vardı ve bildiğim kadarıyla muhtemelen halen de devam ediyor. Bu anlaşmanın koşullarına göre, üçü Britanyalı üçü Türk altı kişilik bir komisyon bir yıl Ankara’da bir yıl da Londra’da bir araya gelirdi. Uzun bir süre boyunca komisyonun Britanyalı üç üyesi Ankara’daki British Council’in temsilcisi, Londra’daki ilgili hükümet dairesinin başı ve benden oluştu.
Yabancı Öğrenciler ve Büyükelçilikleri
Bir bilim insanı olmanın sağladığı pek çok tatmin vardır. En aşikâr olanı her halükârda yapmak isteyeceğiniz bir işi yaparak para kazanmanızdır. Bilim insanı için, bu sadece bir meslek ve geçim yolu değil, bir adanma; hatta bir tutkudur. Pek çok emekli akademisyenin emekliliklerinin ardından bu kadarr uzun yaşamalarının nedeni de muhtemelen budur. Diğer pek çok mesleğin aksine, yaşama şeklimizde çok az değişiklik olur. Bağımsız olarak çalışma ve kendi heves ve inançlarınızın peşinden gitme olanağına sahipsinizdir. Aynı zamanda sadece öğrencilere değil, tabiri caizse tilmizlere de sahip olmanın hazzını yaşarsınız. Mesleğimin sağladığı en büyük tatminlerden biri, eski öğrencilerimin meşhur bağımsız bilim insanları, hocalar ve araştırmacılar haline gelmedeki başarılarını izlemektir. Pek çok kez kendimi
“gururlu bir babaymışım” gibi hissettim.
Zamanla tüm Orta Doğu’da eski öğrencilerden oluşan bir ağa sahipoldum. Bu, yararlı bir iletişim sistemi sağlıyordu. Eski öğrencilerimle mümkün olduğu ölçüde temas halinde kaldım ve ülkelerine gittiğimde onları da ziyaret ettim.
Londra’daki Orta Doğulu görevliler arasında, genel olarak konuşursak, en ilgili ve en sempatik olanlar Mısırlı görevlilerdi. Kişisel olarak öğrencileriyle tanışırlar, onların sorunlarının farkında olurlar ve yardımcı olmak için ellerinden geleni yapmaya çalışırlardı. Gerçekten de, özellikle de o zamanlar büyük çoğunluğu oluşturan, hükümetlerinden burs alan ve bu nedenle büyükelçilik tarafından kendilerine ödeme yapılan öğrencilerin sorumluluğunu taşırlardı. Yüksek öğretim için İngiltere’ye gönderilen öğrencilerin pek çoğuna hükümetleri tarafından ödeme yapılır ve bu öğrencilere büyükelçilikleri tarafından göz kulak olunurdu. Bu büyükelçiliklerin büyük bir çoğunluğu, tek görevi öğrencilerle ilgilenmek olan bir eğitim ataşesine sahipti. Pek çoğu anlaşılabilecek makul insanlardı.
SOAS’tageçirdiğim tüm süre boyunca bunu Irak Büyükelçiliği’yle hiçbir zaman yapamadım. Her şeyden önce öğrencilerini tanımazlardı. Onlar sadece birer dosyaydı ve dosyayı getirtmeleri gerekirdi. İkinci olarak, bir öğrenciyle ilgili olarak en ufak bir sorunu bile onlarla paylaşmaktan çekinirdim; çünkü tüm sorunlar için akıllarına gelen ilk çare, öğrenciyi Bağdat’a geri göndermek olurdu. Hiç merhametleri yoktu ve öğrencilere pislikmişler gibi davranırlardı.
7. Bölüm
Atlantik’i Geçmek
İngiltere’yi terk etmemden çok da uzun olmayan bir süre önce başlayan bir ilişkim, yaşamıma ve özellikle de bu küçük şehre ayak uydurmama çok yardımcı oldu. 1974’ün başların da İran Büyükelçiliği’ndeki bir resepsiyonda aristokrat bir Türk hanımefendiyle tanışmıştım. O sıralarda sadece Londra’dan geçiyordu; fakat birbirimize
“kanımız kaynadı” ve ilişkimizi o yılın sonlarında ben Orta Doğu’dayken de sürdürdük. Boşanmamızın ardından eski eşim evliliğimizin bitmesinin bu kadındım kaynaklandığını ileri sürmeye çalıştı. Bu yanlıştı. İlk kez boşanma davası için gün alındığı zaman tanışmıştık ve ilişkimiz boşanmamız nihayete ermeden önce ilerlememişti. Sonra hızlı hir şekilde gelişti ve Amerika’ya taşınacağım sırada o da benimle birlikte gelmek istedi. Üniversitenin bize bulduğu bir eve yerleştik.
Evliliğimin yıkıcı sonundan sonra yeniden ayağa kalkmam da bu kadının muazzam ve paha biçilmez katkıları oldu. Hayata ve kendime duyduğum inancı tazeledi. Beni yeniden toparladı ve bu yüzden ona son derece minnettarım. Aynı zamanda muhteşem
alla Turca akşam yemekleri düzenleyerek Princeton’daki sosyal hayatıma başarılı bir başlangıç yapmamı da sağladı. Beklenmeyen bir ödül de, Türkçemin çarpıcı bir biçim de gelişmesi oldu.
Zamanla ilişkimize dair farklı algılarımızın olduğu ortaya çıktı; on yılın ardından ilişkimizi bitirmeye karar verdik ve o, Türkiye’ye geri döndü. Arkadaş olarak kaldık.
Ele aldığım dosyalardan iki tanesi Avrupa’nın Müslümanlar tarafından keşfi ve Müslüman topraklarındaki Yahudilerin durumları ile ilgiliydi. Bir diğeri de İslam’ın siyasi diline, yüzyıllar boyunca İslam dünyasında siyaset ve yönetimde kullanılan terimlere dair semantik ve tarihsel bir incelemeydi. Bir başkasıysa Orta Doğu’da ırk ve kölelik üzerindeydi.
İran Şahı
1971 Ekim’inde, Londra’daki İran Büyükelçiliği’nden Şah’ın Cyrus’un o güne kadar dünyanın gördüğü en büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kuruşunun iki bin beş yüzüncü yıl dönümü için düzenlendiği özenle hazırlanmış ve görkemli törenlere katılmamı isteyen bir davet aldığımda çok sevinmiştim. Törenlerin zirvesini canlı bir şekilde hatırlıyorum.
1979 Devrimi’nden bir yıl önce, Şah’ı bir kez daha, masasının en uzak köşede durduğu çok büyük bir çalışma odasına sahip olduğu sarayında gördüm. Sanırım, bir misafiri kraliyet masasına ulaşmak için uzun bir oda boyunca yürütmek Mussolini’den öğrendiği bir hileydi. İçeri girdiğimde söylediği ilk şey,
“Neden bana saldırıp duruyorlar?” oldu. Neden bahsettiği ne dair hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden çok kibar bir biçimde,
“Kim, Majesteleri?” diye sordum. Öfkeyle saymaya başladı,
“The New York Times, The Washington Post, The London Times, The Manchester Guardian ve Le Monde. Batı’nın kaderinin etrafında dans eden beş tuhaf kız kardeş.
Dünyanın bu kısmında sahip olduğunuz en iyi dostun ben olduğumu anlamıyor musunuz? Bütün bu eleştiri neden?”
Haylazlığıma engel olamayarak,
“Şey, Majesteleri, Batı’nın dış politikasının Marksist ilkelere göre yürütüldüğünü unut mamalısınız” dedim. Buna çok şaşırdı. Sonra
“Karl’ı kastetmiyorum, Groucho’yu kastediyorum. Marx kardeşlerin filmlerini gördünüz mü?” dedim.
“Evet, tabii ki” diye cevap verdi.
Pek çok tabu var. Tabular tabii ki her zaman var olmuştur. Örneğin on sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında, kilise tabusu vardı. Hıristiyan kilisesinin temel dogmalarıı sorgulamak; hatta bunlar hakkında sorular sormak bile hoş görülmezdi. On dokuzuncu yüzyıldaysa tabu cinsellikti. On sekizinci yüzyıl, cinsellik konusunda epey özgür ve rahattı; ama Viktoryen dönem İngilteresi’nde öylesine bir tabu haline geldi ki, insanlar “bacak” sözcüğünü bile kullanamaz oldular. Cinsellik tabusunu aştık ve din tabusunu da aştık; ama onların yerini başka tabular aldı.
8. Bölüm
Klasik Arapça ve sonra da diğer İslami metinleri okumaya başladığımdan beri, İslam medeniyetindeki zengin mizah damarı karşısında hayrete düşmüş ve büyülenmişimdir. Öyle sanıyorum ki, medeniyetlerin tümü değilse de, büyük bir kısmı kendi ayrıksı mizah biçimlerine sahiptir; ama diğer hiçbir medeniyetin, mizahın merkeziliği ve kadimliği açısından, İslam’la uzaktan yakından kıyaslanabilir olduğunu sanmıyorum. Müftüler ve kadılarla, imamlar ve dervişlerle ve dini yaşam da dâhil olmak üzere İslami yaşamın tüm veçheleriyle ilgili şakalar vardır. Bir şekilde dikkat çekici olan şeyse bu mizahın ilk dönemlerden bugüne dek Arapça, Farsça, Türk çe ve kuşkusuz diğer İslam dillerindeki edebi ve hatta dini yazılarda zengin ve bol bir şekilde belgelenmiş olmasıdır. Bu gelenek günümüzde de, özellikle siyasi fıkralar biçiminde devanı etmektedir. Siyasi mizah her toplumda ortaya çıkar ama özellikle de baskıcı olanlarda. Bastırılmışlıkların ortaya çıkmasının başka bir yolu yoktur. Orta Doğu’da Mısır, belki de bu gelene ğin en zenginine sahiptir.
Mısır’da her şeyin kıtlığının yaşandığı Nasır döneminden örnek bir fıkra: “Nil kıyısında yaşayan bir adam, umutsuz bir açlık içinde Nil’e balık avlamaya gitmiş ve bir balık tutmayı başarmış. Zaferle balığı karısına getirip ‘İşte burada bir balık var, bu bizi bir öğün idare etmeli’ demiş. Karısı da ‘Ancak onu çiğ yemeye hazırsan. Hiç zeytinyağımız, tereyağımız, ateşimiz yok; onu pişirmemin hiçbir yolu yok.’ Adam da tiksintiyle ‘Ben çiğ balık yemem’ demiş ve balığı yeniden nehre atmış. Suyun yüzeyine çıkan balık; ‘Yaşasın Başkan Nasır’ diye bağırmış.”
Hatta Nasır’ın, Nasır fıkralarıyla ilgili koleksiyonuna dair de bir fıkra vardı. Mısırlıların anlattığı hikâyeye göre, Nasır bir gün“artık yeter” diye karar vermiş. Polis şefini çağırmış ve tüm bu fıkraları uyduran ve yayan kişinin bulunmasını ve tutuklanmasınıemretmiş. Bir hafta sonra polis şefi başkanlık sarayında beraberinde tutukladığı bir adamla tekrar görünmüş. “Bu.” demiş, “Sayın Başkan, sizinle ilgili tüm fıkraları uyduran kişi.” Nasır adama dönmüş ve “Sen gerçekten de benimle ilgili fıkralar uydurup yayan kişi misin?” diye sormuş. “Evet” diye cevap vermiş adam. Hikâye bu ya, Nasır birbiri ardına fıkralar anlatmaya başlamış, dinleyicilerin tahammül sınırına kadar ve her birinin sonunda adama “Bu hikâyeyi sen mi uydurdun?” diye sormuş. Adam da “Evet ben uydurdum” demiş. Sonunda Nasır adama, “Sen de benim gibi bir Mısırlısın. Ülkeni de benim kadar sevdiğini tahmin ediyorum. Neden bunu yapıyorsun? Mısır’ı büyük, özgür ve saygın bir ülke haline getirdiğimi biliyorsun” diye sormuş. Adamın buna cevabı; “İşte bu fıkrayı ben uydurmadım” olmuş.
Mısır Kimliği ve 1967 Savaşı
1957 yılında, Pencap Üniversitesi’nin açılışı için Pakistan’a gerçekleştirdiğim seyahatin ardından bu ülkedeki insanlarla gayet iyi ilişkiler geliştirmiştim ve 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ardından çok ilginç bir gelişmeden muhtemelen yalan yanlış bir biçimde haberdar edilmiştim. O savaşın ardından Nasır, yaşananlar nedeniyle yıkılmış ve Mısır silahlı kuvvetlerinin acilen yeniden yapılandırılmaya ve geliştirilmeye ihtiyaç duyduğuna inanmıştı. Batı’ya yönelemeyeceğini düşünüyordu, çünkü onlar onun tarafında değildi; Sovyetler’e de dönmek istemiyordu, zira onu yüzüstü bıraktıklarına inanıyordu. Daha büyük ve güçlü bir ülke olan Pakistan ise Hindistan’la yaşadığı son savaşta epey başarılı olmuştu. Nasır bu nedenle Pakistan’a yönelmeye karar vermiş ve Mısır silahlı kuvvetlerinin yeniden organizasyonunda onlardan yardım istemişti. Pakistan hükümeti buna olumlu bakıyordu; ama ancak küçük bir fizibilite heyetinin durumu incelemek ve Pakistan’ın neler yapabileceğine dair önerilerde bulunmak üzere Mısır’a gönderilmesine izin verilmesi şartıyla. Nasır’a heyetin nereye isterse gidebilmesi ve sorularının doğru ve samimi bir şekilde yanıtlanması gerekliği bildirilmişti. Nasır da bunu, aksi takdirde manası olmaz diyerek kabul etmişti.
Bunun üzerine, küçük bir grup Pakistan subayı Mısır’a gönderilmişti. Ülkeyi dolaşmış, pek çok kişiyle görüşmüş ve kendilerine “gerçeklerin” anlatamadığını bildirmişlerdi. Kendilerine gerçeklerin anlatılmamasının sebebi, kimsenin gerçekleri bilmiyor olmasıydı: “Mısır silahlı kuvvetlerinde onbaşı çavuşa, çavuş teğmene, teğmen yüzbaşıya, yüzbaşı binbaşıya yalan söylüyor ve bu en üst komuta kademesine kadar böyle sürüp gidiyor. Bilgi, Genelkurmay’a ya da Savunma Bakanlığı’na ulaştığında neler olup bittiğine dair en ufak bir fikirleri bile olmuyor”diye görüş bildirmişlerdi. Heyete başkanlık eden Pakistanlı General, Kahire’deki Genelkurmay’ın bir yalanlar piramidinin tepesinde oturduğuna kanaat getirmişti. Pakistan hükümeti bu nedenle öneriyi reddetti ve üzgün olduğunu ve yardım edemeyeceğini bildirdi.
Bir başka Mısırlı da hem Britanyalıların hem de Rusların Mısır’a kendi çıkarları için kullanacakları bir inek muamelesi yaptıklarını belirtmişti. “Aradaki fark” demişti: “Britanyalılar süt istiyorlardı; ama Ruslar, et istiyorlar.”
Arap ülkelerine yaptığım ziyaretler sırasından hep aynı argüman dizisini duydum: “Zamanımız var, sabrımız var, tarih bizim yanımızda, Haçlılardan kurtulduk, Türklerden kurtulduk, Britanyalılardan kurtulduk. Sırası gelince Yahudilerden de kurtulacağız.” Bunu o kadar sık duymuştum ki, sonunda bir grup arkadaşla otururken, sanırım Ürdün’deydi, “Affedersiniz ama yanlış anlamışsınız” dedim. “Ne demek istiyorsun? Olan bu” dediler. “Pek de değil. Türkler Haçlılardan kurtuldu, Britanyalılar Türklerden kurtuldu, Yahudiler de Britanyalılardan kurtuldu. Buraya bir sonra gelenin kim olacağını merak ediyorum.”
9. Bölüm
Birbirine saldıran ve diğerinin topraklarım işgal eden Hıristiyan ve Müslümanların uzun bir geçmişi var. İlk çatışmalar aralarıdaki farklılıklardan ziyade benzerliklerden kaynaklanmışın. Hıristiyanlar ve Müslümanlar anlamlı tartışmalar yürütebilirler. Orta Çağlar boyunca karşılaştıkları yerlerde, özellikle de İspanya ve’ Sicilya’da bu böyle olmuştur. Bir Hıristiyan bir Müslüman’a ya da bir Müslüman bir Hıristiyan’a “Sen bir kâfirsin ve cehennemde yanacaksın” dediğinde, her iki taraf da diğerinin ne demek istediğini tam olarak anlar; çünkü kendisi de aynı şeyi kastetmektedir. Cennetleri oldukça farklı olsa da cehennemleri aynıdır. Aynı şeyi bir Budist’e, bir Hindu’ya ya da bir Konfiçyüsçü’ye söylemekse pek bir anlam ifade etmeyecektir.
İslam’ın anlatısına göre, Muhammed Peygamber, yaşamı boyunca, Bizans, İran ve Habeşistan imparatorlarına mesajlar göndererek görevini anlatmış ve onları hakiki imanın bu nihai versiyonunu kabul etmeye davet etmiştir. İran fethedilip İslamlaştırılmıştır. Pek çok mağlubiyet ve kayba rağmen Hıristiyanlık, Avrupa’da olduğu gibi, hem Bizans hem de Habeşistan’da varlığını sürdürmüş ve aynı misyona yönelik iki rakip iddia sahibi arasındaki uzun mücadele devam etmiştir. Bu misyon, Tanrı’nın nihai mesajının korunması ve insanlığa yayılmasıdır Peygamberin takipçileri, eskiden Hıristiyan olan Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerini fethettiler ve Sicilya ile İspanya’yı da fethedip, Fransa’yı işgal ederek Avrupa’yı istila ettiler. Birkaç yüzyıl sonra Hıristiyanlar İspanya, Portekiz veSicilya’yı yeniden fethetmeyi başarsalar da, Kuzey Afrika’yı ele geçirmekte ve Haçlı Seferleri olarak bilinen, kaybedilmiş Kutsal Toprakları yeniden Hıristiyanlığa kazandırma çabalarında başarısız oldular.
Müslümanların ikinci saldırısı, Osmanlıların Orta Doğu’da yeni bir imparatorluk yaratmalarıyla başladı. Kadim Hıristiyan şehri Konstantinopolis’i fethedip Avrupa’yı istila ettiler. Müttefikleri, Kuzey Afrika kıyılarında iş gören Berberi korsanlar -onlara korsan diyebiliriz- İzlanda’ya kadar Hıristiyanlığın kıyılarını yağmaladılar ve yüz binlerce Hıristiyan’ı Cezayir’deki ya da Kuzey Afrika’nın başka bölgelerindeki köle pazarlarında satılmak üzere kaçırdılar.
Siyaset ve İslam
Büyük Alman tarihçi, Leopold Von Ranke’nin işaret ettiği gibi tüm tarih, çağdaştır. Bu Batı dünyası için olduğu kadar İslam dünyası için de geçerlidir. Zira İslam dünyası, Avrupa’yı ortaçağ Hıristiyanlığının dünyasından modern, seküler, sanayileşmiş devletlerin dünyasına dönüştüren büyük toplumsal, kültürel, iktisadi ve dini değişimler zincirini sadece yeni yeni izlemeye başlamıştır. İslam dünyasında din, Avrupa’da Rönesans, Keşifler, Reform, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi’nden kaynaklanan değişimlerden bu yana görülmeyen şekilde, kamusal ve toplumsal açıdan -otoritenin kaynağı, sadakat odağı, kimlik tanımı olarak- hâlâ önem taşımaktadır.
Bunun aksine, modern dönem öncesi İslam’da, sadece bir otorite vardır. İslam’ın kurumcusunun, Musa gibi, vaat edilmiş topraklara girmesi yasaklanmamıştır; davası uğruna şehit de olmamıştır. Bilakis, yaşamı boyunca askeri ve siyasi başarılar kazanmıştır. Doğum yeri olan Mekke’den Medine’ye hicretinin ardından yeni bir devlet yaratmış ve sonunda Mekke’nin kendisini fethedip yönetmeyi başarmıştır. Peygamber ordulara komuta eden, savaş ve barış yapan, vergi koyan, adalet dağıtan bir egemen haline gelmiş; kısaca, egemenliğin gerektirdiği her şeyi yaparak, Müslümanların algısında, gelecek kuşaklar için bir model oluşturmuştur.
Bu nedenle İslam tarihinde ve özellikle de, tüm Müslümanların ortak mülkü olan ve ortak bilinçlerini şekillendiren, ilk yılların kurucu olaylarında, itikada ve iktidara, doğru imama ve dünyevi hâkimiyete dair benzeri Hıristiyanlıkta ya da Eski Ahit’in ilk kitaplarından bu yana Yahudilikte görülmeyen bir yorum hâkim olmuştur. Müteveffa Ayetullah Humeyni, “İslam ya siyasettir; ya da hiçbir şey” demişti. Tüm Müslümanlar bu kadar ileri gitmeyecektir; ama Ayetullah’ın Müslümanlar tarafından tasavvur edildiği ve İslam tarihinde ortaya konduğu şekliyle din ve siyaset arasındaki ilişkinin önemli bir öğesine parmak bastığına kuşku yoktur.
Bu, kimilerinin varsaydığı gibi, kendilerini İslam adına savaşan teröristler olarak sunanların faaliyetlerinin İslami doktrin, gelenek ya da hukuk tarafından her anlamda cesaretlendirildiği ve hatta koordine edildiği anlamına gelmez. İslam hukuku, sivillerin ayrım gözetilmeksizin öldürülmesi ya da şantaj amaçlı rehine alınması gibi fiillere izin vermek şöyle dursun, bunları açıkça yasaklar. Kur’an pek çok yerde, “Hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz” der. İslam hukuku aslında rehine alınıp verilmesini düzenler; ama bu gönüllük temelinde olur ve rehineler yükümlülüklerin yerine getirileceğine dair bir teminat olarak, bir anlaşma sonucunda taraflar arasında değiş tokuş edilir. Bu tür uygulamalar bir zamanlar çok yaygındı ve modern adam kaçırma ya da şantaj pratikleriyle hiçbir ilgileri yoktu. Benzer şekilde, İslam hukukunda cihat; yani kâfirlere ve dinden dönenlere karşı savaşmak yer alsa da bu, sivillere saygı duymayı da içeren belirli savaş kurallarına bağlıdır. Bu savaş kurallarının ilk formülasyonları neredeyse İslami çağın başlangıcına kadar geri gider.
Geçmişte, kutsal Mekke ve Medine şehirlerine gerçekleştirilen ve dünyanın her yerinden milyonlarca Müslüman’ın ortak ayin ve ritüelleri paylaştığı yıllık hacla sürekli olarak yenilenen İslam dünyası, tarihi ve misyonu açısından belki de benzersizdi. Bugün modern iletişim ve medya, Batı dünyasına benzer bir fırsat sundu; ama çoğunlukla bu fırsat hem tarihsel bilgimiz hem de tarihsel farkındalığımız fevkalade güdük olduğundan sonuna kadar kullanılmıyor. İslami dünya hâlâ kendisini din ve kendi dini medeniyeti üzerinden tanımlıyor. “Orta Doğu” ve hatta “Avrupa” ve “Asya” gibi terimler İslami kullanımda göreli olarak yakın tarihli yenilikler. Bunun aksine, Batı arlık kendisini Hıristiyanlıkla tanımlamıyor; hatta böyle yapmak hem yanlış hem de saldırganca görülüyor. “Batı” gibi terimlerse aşikâr ki “İslam” kelimesinin tını ve gücünü taşımaktan uzaklar.
Çalışmalarımda sürekli olarak İslam ve Batı dünyaları anısındaki önemli farklılıkları aklımda tutmak zorunda kaldım. 1950’lerin sonlarından itibaren, Müslümanlar arasında değişen ruh halinin farkına da varmaya başladım. Bu farkındalık bir dizi yolla oluştu ve gelişti: İslam ülkelerinde söylenen ya da yazılan şeyleri okuyup dinleyerek, Müslüman öğrencilerle konuşarak ve İslam ülkelerine seyahat ederek. Her bir örnekte Müslümanların kendi aralarında ne konuşup yazdıklarını kendi dillerinden takip edebilmek hayati önem taşıyordu. Neler olup bittiğini bölge dillerini bilerek anlamak şarttı; ama bu tek başına yeterli değildi. Bu toplumda geçmişe başvurmak, kimi zaman bir isme, bir tarihe ya da bir mekâna başvurmaktan daha yaygındır.
İslam’ın Geri Dönüşü
1970’lerden sonra İslam dünyasında olup bitenleri takip eden ve Müslümanların kendi dillerinde neler söylediklerini okuyup dinleyen herkes için, dini öfkedeki yükseliş giderek daha belirgin hale geliyordu. 1976 Ocak’ında aylık Commentary dergisinde yayımlanan “The Retum of İslam” başlıklı bir makaleyle buna dikkat çekmeye çalıştım. Burada, zamanın testinden geçtiğinden, bu makaleden biraz uzunca bir alıntı yapma özgürlüğümü kullanacağım:“Eğer… şu an İslam dünyasında neler olup bittiğini ve geçmişte nelerin yaşandığını anlamak istiyorsak, kavranması gereken iki esas nokta bulunuyor. Bunlardan ilki, dinin İslam halklarının yaşamlarındaki bir etmen olarak evrenselliği, diğer ise merkeziliğidir. … Müslüman için din, geleneksel olarak yalnızca evrensel değil, ana kimlik ve sadakatin asli temelini oluşturması anlamında merkezidir de. Kimlerin gruba dâhil olduğunu belirleyen ve onlarla grubun dışındakiler arasındaki sınırı çizen dindir. Müslüman bir Iraklı, Iraklı olmayan bir Müslümanla arasında, gayrimüslim bir İraklıyla olandan çok daha yakın bağlar olduğunu hisseder…
İslam başlangıçtan bu yana bir iktidar dinidir ve Müslüman dünya görüşünde iktidarın sadece ve sadece Müslümanların elinde bulunması haklı ve doğrudur. Diğerleri, Müslümanların üstünlüğünü açık bir şekilde kabul ettikleri takdirde İslam devletinin hoşgörüsüne ve hatta ihsanına mazhar olabilirler. Müslümanların gayrimüslimleri yönetmesi gerektiği adil ve normal görülür. Gayrimüslimlerin Müslümanları yönetmesi ise Tanrı’nın ve doğanın kurallarına bir saldırıdır ve bu ister Keşmir’de, ister Filistin’de, ister Lübnan’da, isterse Kıbrıs’ta olsun, böyledir. Burada bir kez daha, İslam’ın Batı’daki sınırlı anlamıyla değil, bir cemaat, bir sadakat ve bir yaşam biçimi olarak tasavvur edildiği -ve İslam cemaatinin hâlâ, Müslüman devletlerin ve imparatorlukların yıkıldığı ve Müslüman halkların zorla yabancı, kâfir yönetimine sokuldukları travmatik dönemi atlatmaya çalıştığı hatırlanmalıdır. Hem Cumartesi insanları (Yahudiler) hem de Pazar insanları (Hıristiyanlar) şimdi bunun sonuçlarından zarar görmektedir.”
Kordoba’da, Türk meslektaşlarımla birlikte, eski zamanlarda bir cami olan ünlü katedrali, Mesquita’yı ziyaret ettik. Ilımlı bir dindar olan Türklerden biri, “Bu kadim tapınağa, bu eski camiye gelince, ikindi namazını kılmam gerektiği hissine kapıldım” dedi. Arkadaşları dehşete düştüler ve onu bunu yapmaması için ikna etmeye çalıştılar. “Bir skandal çıkarma” dediler. “İhtiyacımız olan son şey bu.” Ama onlar ısrar ettikçe, adam da bunu yapmaya daha hevesli hale geliyordu. “Mirasımızla gurur duymalıyız, ondan korkmamalıyız” diye ısrar ediyordu. Birden içlerinden birinin aklına bir şey geldi ve “Eğer bir Yunanlı Aya Sofya’ya ayin yapmak isterse nasıl hissedersin?” Hemen söylemek istenileni anladı ve ısrarından vazgeçti.
Müslüman Öfkesinin Kökenleri ve Medeniyetler Çatışması
O sıralar siyasal İslam’ın katı unsurlarını “İslami Fundamentalizm” olarak adlandırmak popüler hale gelmişti. Makalede bunun neden yanıltıcı olduğunu göstermeye çalıştım. Fundamentalizm çok yanlış kullanılan bir kelimeydi. Kökenleri kendilerini ana akım kiliselerden ayırmaya çalışan bazı Protestan kiliselerinin, Presbiteryenlerden, Episkopallerden ve diğer ana Protestan kiliselerinden güçlü ve katı bir şekilde farklı bir konum savundukları The Fundamentals isimli bir dizi broşür yayımladıkları 1910’lara kadar geri gidiyordu. Karşı çıktıkları iki şey vardı: Liberal ilahiyat ve İncil eleştirisi. İncil’in gerçekten ilahi ve hatasız olduğunda ısrar ediyorlardı. 1980’lerde bir ara bu aynı kelimeyi, yani fundamentalizmi belirli Müslüman gruplar için kullanmak âdet haline geldi. Bu talihsiz bir gelişmeydi, zira bu gruplar Amerikalı Protestan Fundamentalistlerle en ufak bir benzerlik bile göstermiyorlardı. Farklı meseleleri ve kuşkusuz farklı taktikleri vardı. Bu terime karşı çıktım, ama artık ondan kurtuluş yok. Bu kelime artık esasen Müslüman Fundamentalistler, ikincil olaraksa Amerikalı Protestanlar için kullanılıyor. Aslında artık kullanımı evrenselleşti ve sadece İngilizler değil, Fransız ve Almanlar da fundamentalhizmden söz ediyorlar.
Tabiri caizse bu, daha çok, yeniden anlam yüklenen “getto” kelimesine benziyor. Orijinal olarak getto bir Avrupa şehrinde Yahudilerin yasa gereği kapatıldıkları mahalle anlamına geliyordu. Şimdiyse ne Avrupalıları ya da Yahudileri ilgilendiriyor, ne de yasayla tanımlanıyor. Modern Amerikan kullanımında “getto” tamamen farklı bir anlam kazandı ve bu, fiilen eski olanın yerine geçti. Bugün fundamentalistlerden söz ettiğimizde aklımıza, ilk olarak bu ismin patentini almış olanlar değil de, Müslümanlar geliyor.
Medya
Batılı medya çoğunlukla Orta Doğu’yu yanlış “anlar”. Hataları ya da yanlış tasvirleri iki kategoriye ayırabilirim: Samimi cehalet ve samimiyetsiz önyargı. İki tanıdık Amerikan ifadesi genellikle baş aşağı çevrildi. “Haber olmaması iyi haberdir”, “İyi haber, haber olmamasıdır”a dönüştürüldü. “Benim ülkem, doğru ya da yanlış” şeklindeki diğeriyse “Benim ülkem, yanlış” haline geldi.
Birkaç yıl önce Avrupa’nın çoğunluk olarak Müslüman bir nüfusa sahip olacağını belirtmiştim. Bu mülakat bir Alman gazetesinde yayımlandı ve şaşırtıcı bir biçimde dünya çapında hem olumlu hem de olumsuz büyük bir ilgi gördü. Bundan kısa bir süre sonra benimle mülakat yapmak isteyen İtalyan bir gazeteciden bir telefon aldım. “Ne hakkında?” diye sorduğumda “Avrupa’da ve özellikle İtalya’da giderek artan Müslüman varlığı ve kendimizi ve kimliğimizi korumak için ne yapmamız gerektiği hakkında” dedi. “Yanıt basit” dedim; “Genç evlenin ve çocuk yapın.”
Duymak istediği şey bu değildi. Ahizeyi çarparak kapattı ve ondan bir daha haber almadım. O zamandan beri bu mesele Avrupa’nın her köşesinden giderek artan bir şekilde ilgi çekti.
10. Bölüm
Şarkiyatçılık ve Doğru Düşünme Kültü
Bir medeniyetin evrimi üzerine çalışan herkes, zaman içinde, daha spesifik olan o anki araştırma nesnelerinden bağımsız olarak, ele aldığı konunun daha geniş ve genel veçhelerine dair de tefekkürde bulunmalıdır. Her tarih yazarı ya da hocası periyodik olarak tarihsel sürecin içinde saklı olan daha geniş anlamlara doğru zihinsel bir keşfe çıkmalıdır. Daha gündelik bir düzeydeyse, her profesyonel araştırmacı, zaman zaman durup üzerinde çalıştığı bilim alanının durumu ve ihtiyaçlarını göz den geçirmelidir, özellikle de, şimdi olduğu gibi, bu alan ve aslında bilimsel araştırmanın kendisi bir saldırı altında olduğunda.
Tarihsel süreçleri anlamının anahtarını sunduğu iddia edilen doktrinler vardır. Marksizm bunlardan biri. Yıllar önce kendi Marksizmden etkilenme aşamamı geçtim. Kırklarda ve ellilerin başlarında yazdıklarıma bakıldığında hiçbir zaman tam bir Marksist haline gelmediğim halde, Marksist düşünce ve kategorilerin farkında olduğum görülecektir.
Eğer Marksist silsileyi Avrupalı olmayan toplumlara uygularsanız muhtemelen fena bir yanılgıya düşersiniz. Örneğin Orta Doğu’da, en azından İslam’dan bu yana ve muhtemelen de çok daha öncesinden beri, siyasi iktidarın etkisi, siyasi iktidarın önemi ve iktisadi iktidarın ve tüm diğer iktidar biçimlerinin siyasi iktidardan ileri gelme biçimi, devletin şu ya da bu sınıfın yürütme organı olduğu fikrini anlamsız kılar.
13. Bölüm
Siyaset ve Irak Savaşı
Saddam Hüseyin 1990 yılında saldırıp Kuveyt’i işgal ettiğinde, Birleşik Devletler uluslararası toplumun da desteğiyle, bir şeyler yapılması gerektiğine karar verdi. Ülkedeki neredeyse her Orta Doğu uzmanı Washington’a davet edildi ve kendilerine durumla ilgili fikirleri soruldu. Bu, üst düzey Washington bürokrasisiyle ilk buluşmamdı, daha da önemlisi o zamanlar Savunma Bakanı olan Dick Cheney ile ilk kez bir araya geliyordum. Daha sonra, yıllar içinde müteakip vesilelerle bir araya geldik.
Benim, Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile kısa bir süre önce yaptığım bir konuşma sonucunda daha da kuvvetlenen, farklı bir görüşüm vardı. Onlara, savaşın “hızlı, ucuz ve kolay” olacağını düşündüğümü anlattım. Bunu söylerken Cumhurbaşkanı Özal’ın, kısa bir süre önce Türkiye’de üniversiteyle ilgili işler için bulunduğum sırada, bana söylediklerini tekrarlıyordum. Özal ve ben birlikte bir akşam geçirmiştik. Onunla tanışıklığımız yüksek bir makama gelmesinden çok daha öncesine dek uzanıyordu ve aramızdaki sohbet, bir devlet başkanı ile bir yabancı misafir arasında olması bekleneceğinden çok daha rahattı. Pek çok şey hakkında konuşmuştuk ve sonra konu kaçınılmaz olarak Irak’taki krize gelmişti. Saddam Hüseyin, Kuveyt’e saldırmış ve bu ülkeyi işgal etmişti ve Başkan Bush ise hâlâ ne yapması gerektiğini düşünüyordu. Turgut Özal “Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?” dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. “Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak”dedi ve ekledi, “çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.” Bu şaşırtıcıydı. “Sizi böyle düşündüren nedir?” diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, “Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz” dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. “Sana bir örnek vereyim” diye devam etti. “Hafta geçmiyor ki, subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.” Katılmak durumundaydım. Sonra, “Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?” diye sordum. “Tabii ki” dedi. “Neden diye sorabilir miyim?” dedim. Yeniden gizemli bir Tük gülümsemesiyle “1945 Şubatı’nda Mihver devletlerine savaş açmamızla aynı nedenden. Kavga bittiğinde ve konuşmalar başladığında, galip tarafın masasında olmak isteriz ve orada misafir listesinde olmak isteriz, menüde değil” diye cevap verdi.
Arap Baharı’nda ayaklanan protestocuların hepsi, var olan yönetimlerinden kurtulmak istedikleri konusunda hemfikirdi; ama onların yerine neyin gelmesini istedikleri konusunda değil.
Batı dünyasında sürekli özgürlükten söz ediyoruz. İslam dünyasındaysa özgürlük siyasi bir kavram değildir. Yasal bir terimdir: Özgürlük köleliğin karşıtıdır. Geçmişte bu, köleliğin tüm İslam dünyasında kabul edilmiş bir kurum olarak var olduğu bir toplumdu. Eğer köle değilseniz özgürdünüz. Hiçbir şekilde siyasi bir anlamı olmayan, tamamen yasal ve toplumsal bir kavramdı. Arapçada ve diğer dillerde yapılan tartışmalarda, “özgürlük” sözcüğünün ilk kez farkına varıldığı sırada ortaya çıkan kafa karışıklığını görebilirsiniz. Tek kelimeyle onu anlamıyorlardı. Bunun siyaset ya da yönetimle ne gibi bir ilgisi olabileceğini merak ediyorlardı. Sonunda, mesajı aldılar. Ama pek çoğu için hâlâ yabancı bir kavram. İslami açıdan, iyi yönetimin ölçütü adalettir.
Esas karşıtlık özgürlük ve tiranlık arasında ya da özgürlük ve esaret arasında değil, adalet ve zulüm arasında ya da adalet ve adaletsizlik arasındadır. Bu şekilde bakmak, İslam dünyasındaki zihinsel ve buna bağlı olarak siyasi süreçlerin anlaşılmasını çok daha kolaylaştırır. Yolsuzluk ve zulüm, hangi sisteme göre tanımlarsanız tanımlayın, yolsuzluk ve zulümdür. Onların yolsuzluk tanımlarıyla bizim yolsuzluk tanımımız arasında çok büyük farklar yoktur. Batı dünyasında insanlar piyasada para kazanıp, bunu siyasi nüfuz ya da erişim elde etmek için kullanırlar. Orta Doğu’da geleneksel uygulama, iktidar elde etmek ve bu iktidarı, para kazanmak için kullanmaktır. Ahlaki açıdan ikisi arasında bir fark göremiyorum; iktisadi açıdansa Orta Doğu yöntemleri daha büyük hasara yol açıyor.
Günümüzde beni Orta Doğu ile ilgili olarak rahatsız eden şey onların ne yaptığı değil, bizim ne söylediğimiz. Yanlış sinyaller yayıyoruz. Orta Doğu’daki özgürlük ihtiyacı ve bizim özgürlük için çalışanlara yardım etme arzumuz konusunda daha açık ve kesin olmalıyız.
Arap dünyasında demokrasinin işleyip işlemeyeceği tartışmalı bir sorudur. Bununla ilgili farklı görüşler mevcut. Bunlardan biri, bu insanların bizim gibi olmadıklarını; farklı yöntemleri, farklı gelenekleri olduğunu söyler. Onların bizim sahip olduğumuz türde bir şey inşa etme kabiliyetinden yoksun olduklarını kabul etmemiz gerekir. Biz ne yaparsak yapalım, onlar tiranlar tarafından yönetilecektir. Politikalarımızın hedefi bu nedenle istikrarı korumak ve düşman tiranlar yerine dost tiranlar tarafından yönetilmelerini sağlamak olmalıdır. Bu Arap yanlısı bakış açısı olarak bilinir. Aslında, şüphesiz, bu hiçbir şekilde Arap yanlısı değildir. Ortaya koyduğu şey Arapların geçmişine dair cehalet, Arapların bugününe dair ilgisizlik ve Arapların geleceğine dair bunlardan bile azıdır.
Diğer bakış açısıysa, onların eski ve büyük bir medeniyetin varisleri olduğunu söyler. Kimi kötü zamanlardan geçmiş olabilirler; ama toplumun içinde kendi kültürel gelenekleri çerçevesinde sınırlı da olsa bir tür oydaşmaya dayalı yönetim geliştirmelerine yardım edebilecek ve bunun için desteklenebilecek unsurlar mevcuttur. Saçma bir biçimde bu, zaman zaman emperyalist strateji olarak suçlanır. Ama bunun bölge halklarının tutku ve özlemlerine çok daha fazla saygı gösterdiğini düşünüyorum. Batılı fikirler 1956 Süveyş Savaşı ya da daha yakın zamanlı 2011’in Arap Baharı gibi Orta Doğu’daki geçiş krizlerini hızlandırabilir; ama sadece halkların kendileri bu krizleri çözebilir. Ne kadar iyi de olsalar, bizim onları öneriyor olmamız nedeniyle itibarı sarsılan çözüm önerilerinde bulunmaktan kaçınmalıyız. Silahlarımız ve paramız hoş karşılansa da, siyasetimiz ve diplomasimiz hoş karşılanmıyor.
Yaşamımı sevdim. Tatmin edici bir kariyerim oldu. Yirmi dokuz dile çevrilen otuz iki kitap hiç de fena değil. Mekânlar ve kültürler keşfettim ve on beş dille oynayabildim. Beni sevmeyenler ya da tüm kalbimle anlaşamadıklarım bile, genellikle ilginç ve hatta zaman zaman ufuk açıcılardı. Çok şanslıydım ve hâlâ öyleyim.
ARKA KAPAK YAZISI
Hiç kuşkusuz, Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda yaşayan en önemli tarihçilerden biri Bernard Lewis’dir. Diğer tarihçilerden farklı olarak yaşadığı yüzyıla tanıklık etmekle kalmamış bizzat bu tarihin içerisinde bir aktör olarak da bulunmuştur. Bu açıdan otobiyografik çalışması Tarih Notları: Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notlarıbirinci düzey tarihsel bir belge niteliği taşımaktadır.
İngiliz Gizli Servisi’ndeki görevi nedeniyle II. Dünya Savaşı’nda ve ardından gönderildiği Orta Doğunun yeniden şekillenmesinde, Arap-İsrail Savaşı’nda, Afganistan’da, İran Devrimi’nde ve Irak’ın işgalinde tarihin bizzat aktörü olarak rol oynamıştır. Dolayısıyla bu kitap kişisel bir anlatı olmanın ötesinde tarihsel bir belge niteliği taşımaktadır. Örneğin Irak krizi ile ilgili şu anekdot yakın tarihimize ışık tutuyor: “… konu kaçınılmaz olarak Irak’taki krize gelmişti. Turgut Özal, ‘Birkaç ay önceki Washington ziyaretimi hatırlıyor musun?’ dedi. Birlikte öğlen yemeği yediğimiz için hatırlıyordum. ‘Başkanınız ile konuştum. İkircikli bir karaktere sahip; ama sanıyorum bu sefer kararını vermiş. Bir savaş çıkacak’ dedi ve ekledi, ‘çıktığında da hızlı, ucuz ve kolay olacak.’
Bu şaşırtıcıydı. ‘Sizi böyle düşündüren nedir?” diye sordum. Bunun üzerine gizemli bir Türk gülümsemesiyle, ’Komşularımızda neler olup bittiğini bilmek isteriz’dedi. Diğer bir deyişle, iyi bir istihbaratları vardı. ‘Sana bir ömek vereyim’ diye devam etti: ‘Hafta geçmiyor ki subaylar da dâhil olmak üzere pek çok Irak askeri, sınırımızı geçip sığınma talebinde bulunmasın. Savaş başlamadan önce subayların kaçtığı bir ordunun durumu iyi değildir.’ Katılmak durumundaydım. Sonra, ‘Savaş çıkarsa bizim yanımızda yer alır mısınız?’ diye sordum; ‘Tabii ki’ dedi.”
Modern Türkiye’nin DoğuşuveOrtadoğukitaplarıyla Türkiye’de çok iyi tanınan bu duayen tarihçinin Tarih Notları: Bir Orta Doğu Tarihçisinin Notlarıtarih yazımı açısından da önemli bir kitap. Onun tarih yazımı konusundaki düşünceleri ve deneyimleri bu alana ilgi duyan ve tarihçiliği bir meslek olarak seçen herkes için ufuk açıcı nitelik taşıyor.
CELAL SANCAR
17.04.2015
ANKARA
[1] Yazar burada, rahatlamak ve tuvalet ihtiyacını gidermek anlamlarına gelen relieve sözcüğünü kullanarak kelime oyunu yapıyor. Ç. N.