Cevdet Işık – www.ufkumuzhaber.com – 08.03.2021
İnsanın insan olarak var olması, varlığını sürdürmesi sahip olduğu insanlık onur ve haysiyetini koruyup sürdürmesi ile mümkün olur. İnsanlık onur ve haysiyetinin varlığı veya bu varlığın muhafazası iki etkene bağlıdır. Bir tanesi insanın kendisi, diğeri ise çevresidir.
İnsanın sahip olduğu onur ve haysiyetin değerlerle ilişkili olduğunu öncelikle belirtelim. Öyle ise bir insanın sahip olduğu onur ve haysiyeti koruması demek, kabul ettiği değerleri koruması ve o değerlere sadık kalması demektir.
İnsanın değer olarak kabul ettiği değerleri koruması nasıl mümkün olur diye baktığımızda, karşımıza hayat ve hayatın gerçeklikleri çıkmaktadır. Hayatın gerçekliğinde insanın söyledikleri ile yaptıkları arasında şayet bir çelişki yoksa o zaman kabul ettiği değerleri koruduğunu söyleyebiliriz.
İnsanın haysiyeti de insanın haysiyetini koruması da söylenen söze gösterilen bağlılıkla ilgilidir. İnsan söylediği sözle bir çelişki içinde bulunuyorsa, o zaman her şeyden önce kendi ayağına kurşun sıkarak kendi haysiyet ve onurunun cellâdı durumuna geçmiş olur. Bu, insan için çok büyük bir trajedi demektir.
İnsanın içinde doğduğu, büyüdüğü çevrenin insan onur ve haysiyetinin korunmasında çok önemli olduğunu söyleyebiliriz. Çevre değer dikotomisinde, hem çevrenin değer üzerinde hem de değerin çevre üzerinde etkisi vardır. Tek başına değerler kendi çevresini oluşturabildiği gibi, çevre de tek başına kendi değerlerini oluşturabilir.
Değerlerin oluşturduğu çevrede ilkeler aktif bir şekilde belirleyici olur. Hangi zaman ve zemin olursa olsun ilkelerden vazgeçilmez. İyilik de kötülük de bütün zaman ve zeminlerde hep aynı şekilde nitelenir.
Çevrenin oluşturduğu değerlerin etkin olduğu bir yaşamda ilkelerin istikrarından söz edilemez. Bugün iyi olan yarın kötü olabilir. Değerler, yararlı görülen, kâr olarak düşünülen edimlerin yük katarına dönüşür. Bu durumda tümüyle bir araçsallık anlayışıyla hayat devam eder. Ahlaki erdem ve davranışların belirleyiciliğinden söz edilemez. Böylesi bir çevre ve toplumsal hayatta güç sahiplerinin belirlediği sınırlar geçerli sınırlar olur. Bu sınırlar içinde hayatın görünen yüzünde insanlar, “sahip olmak” adına her gün avlanmaya çıkan avcılara dönüşür.
Genelde en çok avlananlar, avlanmaya müsait olanlardır. Oltanın ucuna takılmış yiyeceği görüp oltayı görmeyen balıklar gibi, insanlar da kendilerini sağmak için, sömürmek için önüne atılmış yanıltıcı tercihlerin girdabına girerler. Sömürünün en önemli dinamiği, sömürüden önce sömürülenin içinde bulunduğu durumdur. Eğer sömürülen, sömürüye elverişli değilse sömürülmesi de mümkün olmayacak veya zor olacaktır pek tabi.
İnsanların sömürüye elverişli hale gelmesi için, bünye olarak sömürüye uygun hale gelmelidir. Bünyesel uygunluk sömürünün ömrünü uzatır. 1850’li yıllarda İngilizlerin Hindistan üzerinde gerçekleştirdikleri sömürü de bu doğrultuda olmuştur. Bunun için Kamu Eğitim Komitesi’ni kurmuş ve bu doğrultuda araştırmalar yapmışlardır. Bu komitenin başkanı siyasetçi yazar T.B.Macaulay 1835’te İngiliz parlamentosunda şu konuşmayı yapar:
“Hindistan’ı baştan sona gezdim. Dilenen ya da hırsızlık yapan tek bir kişi görmedim. Bu ülkeyi çok zengin buldum. Halkı yüksek ahlaki değerlere sahip. Çok ileri seviyedeler. Bence bu ümmeti yenmek için omurgasını kırmalıyız. O da manevi ve kültürel mirasıdır. Bu yüzden eskisini kaldırıp yeni bir eğitim sistemi getirmeyi öneriyorum. Çünkü eğer Hindistanlılar yabancı ve İngiliz olan her şeyin yerel olandan daha iyi olduğunu düşünmeye başlasalar kendilerine ve kültürlerine duydukları güveni kaybedeceklerdir. Bizim istediğimiz gibi olacaklardır. Tamamıyla kontrol altına alınmış bir millet.”[1]
Demek ki daha 1830’lu yıllarda “tamamıyla kontrol altına alınmış”, “İngiliz olanın yerel olandan iyi olduğunu düşünen” bunu da eğitimle gerçekleştirmek niyet ve düşüncesiyle, “kanı ve rengi Hintli, ancak zevkleri, görüşleri, algıları ve zihin dünyaları İngiliz olan yeni bir insan topluluğu” yaratmadan söz edilmiştir.
Özelde İngiliz genelde Batılı Beyaz Adam bu zihinsel sömürgeleştirme niyet ve düşüncesinde, geldiğimiz zaman itibariyle ziyadesiyle başarılı olmuştur. Bütün bir dünya denetim altına alınmış ve herkes kendi renk, kan ve etnik adlandırmasıyla birer Batılı mukallide dönüşmüş vaziyettedir. Yani sömürü artık zorbalıkla değil, bilinç üzerinde oluşturulan tahakkümle gerçekleşiyor.
Atasoy Müftüoğlu bu durumu yabancılaşma olarak niteliyor: “Yabancılaşma, hangi toplumda olursa olsun, insanların düşünce ve eylemlerinin başkalarının iradeleri doğrultusunda yönlendirilmesiyle birlikte başlar. Düşünsel yoksulluk, her tür yabancılaşma için çok elverişli bir ortam oluşturur.”[2] “Hangi güç ve irade tarafından sömürgeleştirilmiş olursa olsun, sömürgeleştirilen her zihin insanlıktan çıkmış, çıkarılmış demektir.”[3]
Malik b. Nebi de sömürgeleşmeye elverişli olmayı sömürgecilikten daha vahim bir durum olarak dile getirir. F.Fanon ise “sömürge durumunda filizlenmiş kompleks donanımından” bahseder. Fanon, şöyle der: “…İnsanlığa, haysiyet duygusuna, sevgiye, yardımseverliğe başvurarak, Siyah’la Beyaz’ın eşit olduğunu kolayca kanıtlayabilir ya da kabul ettirebiliriz. Ama bizim amacımız bambaşka: İstediğimiz şey, Siyah’ın sömürge durumunda filizlenmiş kompleks donanımından kurtulmasına yardım etmek.”[4]
Sömürülmeye elverişli olma durumu bugün her açıdan bütün dünya halklarını kuşatmış durumdadır. Özellikle de müslümanlar açısından meseleye bakıldığı zaman çok daha vahim durumlarla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. O kadar sömürülmeye elverişli bir bünyeye sahibiz ki, bir taraftan din adına bir diğer taraftan dünyevi politik emeller adına istismar ediliyor ve sömürülüyoruz. Bunun en önemli sebebini ise kimlik, kişilik ve dünya görüşümüzü bizim değil, başkalarının inşa etmiş olmasıdır. Başkaları tarafından inşa edilenlerle insanın bir ufuk sahibi olması, doğru dürüst bir değerlendirme yapması mümkün olabilir mi?
Allah insanı kendi akıl ve iradesi ile yaşasın, değerlendirmelerde bulunsun diye yaratmış. Hayat bu şekilde olduğu zaman hayat olur. Yoksa hayat olmaz. Başkalarının iman etme şekil ve gerekçeleriyle biz iman etmiş olabilir miyiz? Yani benim izinde gittiğim birilerinin görüş, düşünce ve değerlendirmelerine, ben düşünmeden, anlamadan, değerlendirme yapmadan, zihnimde ve hayatımda bir yere oturtmadan, o düşünceyi, görüşü ve değerlendirmeyi tanımadan, bilmeden kendime mal edebilir miyim? İnsanın bilmediği, anlamadığı herhangi bir şey insanın olamaz. İnsana ait olmayanla da “kendilik bilinci” oluşturulamaz. Kendilik bilinci olmayan kimseler hem “şeyleşir” hem de sömürülmeye elverişli hale gelir.
İslam adına, İslam’ın önünde bir barikat olup duranlar, müslümanlar için en büyük sorunu teşkil etmişlerdir. Oluşturulan gettolara dışarıdan farklı şeylerin girişini yasaklayan zihniyet, Allah’ın kitabından haberdar olmayı tehlike olarak görmektedir. Bu, insanların “kurtuluşçu” bir zihniyetle sömürgeleşmeye elverişli hale getirilmesi demektir. Oysa Allah, indirdiği kitabın bir bölümünü gizleyenleri ve O’nun ayetlerini az bir karşılık için satanları azap ve cehennemle uyarıyor.[5] Bir zihniyet sorununu bütün boyutlarıyla yaşadığımızdan şüphe yoktur. Öyle ise zihniyetlerden yola çıkarak kendimizi ciddi bir operasyondan geçirmemiz gerekmektedir. Sömürülmeye elverişli olmaktan bu şekilde kurtulma imkânını yakalayabiliriz.