Sıratı Müstakimin Tavrı
Mesele anlaşılmış, ulemanın siyasetten muhalif olmayacağı iktidar tarafından ifade edilmiştir. İttihatçılar ulema sınıfını siyasetin dışına iterken, gariptir ki, İttihatçıların bu raporunu olduğu gibi neşreden Sıratı Müstakimde bu rapora karşı herhangi bir tepki gösterilmemiştir. Sıratı Müstakim tepki göstermemesinin ve tavrının ne yönde olduğunun izlerine daha ilk sayılarında rastlamak mümkündür. Musa Kazım ve Eşref Edip, İttihat ve Terakki kulübünde gece dersleri verirken konuya hararetle yaklaşmakta ve iktidara muhalefetin herkesin işi olmadığını savunmaktadır:
“Sonra ihtiyacımız olan gücün-kuvvetin ortaya çıkmasını için gerekli olacak sebeplerden biri de, herkesin kendi görevini bilip işini yapmasıdır. Eğer böyle olmazsa ihtiyacımız olan gücü-kuvveti elde edemeyiz. Üzülerek belirtmeliyim ki, bizde bu hakikat gereğince ilgi görmemiştir. Bizim halkımız ne gibi görevlerinin, işlerinin olduğunu bilmezler. Bütün işler birbirine karışmıştır. Hâlbuki medeni milletlerde böyle bir şey yoktur. Herkes kendi işini bilir. Başka işe karışmaz, kulak vermez. Zaten öyle olmak lazımdır.
Şimdi bizim halka bakınız göreceksiniz ki, kahvelere oturmuşlar, kendiişlerinin dışında çene çalarlar. Bakıyorsunuz hamal oturmuş, yanındaki hamalla siyasetten bahseder. Hamalın işi hamallık iken vekillerin, hükümetin işlerini eleştirirler.
Sonra ilim öğrenmesi gereken öğrenciler bir yere toplanmış, aynısını yapıyor hükümeti eleştiriyor. Oysaki vazifeleri bu değildir. Öğrencilerin vazifeleri derslerini öğrenmek ve okumaktır. Oysa öğrenciler nerede toplanırsa toplansın daima ilmi araştırmalarda bulunmalı, karşılıklı fikir alış verişi yapmalıdır. Çünkü vazifeleri budur. Fakat ne yazık ki böyle olmuyor. Gerek hocalar gerek öğrenciler hepsi siyasetçi kesilir. Her yerde, kahvede medresede sürekli siyasetten bahsederler.
Şurası bir gerçek ki, siyaset en çok merak edilenlerdendir. Fakat büsbütün bu konuyu kendimize iş-güç edinirsek, bütün vaktimizi buna ayırırsak, yapmamız gerekenleri yapamayız. Yalnız medreselerdeki öğrenciler böyle değil, okullardaki öğrencilerde böyle. Hatta okulun içinde bile siyasi tartışmalar yapılıyor. Başka dertleri yok. Yok o kötü, yok bu kötü.
Sonra imtihan zamanı geldiğinde hocalarını suçlarlar. –Aman hocam bana not ver. Böyle diyeceğine işinin idrakinde olup zamanında çalışsanya…a
“Fakat ne çare ki bu durum genel bir hastalık olmuş. Hiç kimse yapması gereken işi bilmiyor. Alışmamış. Bu durum önceden beri böyle gelmiş, tarih bunu gösteriyor. Mesela öğrenci kalkmış haydi Şeyhülislama, haydi Bab-ı Aliye diyor. Tabi o zamanlar hükümet bunu hak ediyordu ve bu davranışa layıktı. Çünkü hükümet kötüydü. Fakat bugün buna gerek var mı? Hâlbuki şimdi de öyle, çok yazık.” .” (53)
Sırat-ı Müstakim den alıntı yaptığımız metindeki ifadeler ilginç ve bir o kadar da dikkat çekicidir. Herkes kendi işini yapsın demekle, meşrutiyet idaresinde her şeyin kurumsallaşmasını savunurlarken, dinin bile kurumsal yapıda olması gerektiğini ve “din” konusunda bilgisi olanların da sadece “din” hususunda konuşmaları gerektiğini dile getirirler. Daha da garipsenecek diğer bir ifade, “milel-i mütemeddin”, “medeni milletler” dir. Bu ifade kendi dışındakine mükemmellik atfı yaparken, kendi toplumun bedevi olarak kabul etmektir. “milel-i mütemeddin” şüphesiz ki Avrupa’dır, bedevi olan ise Osmanlı toplumu. Meşrutiyet düzeni de Avrupa’dan gelmiştir, meşruti idarenin meclisi de, hükümeti de “milel-i mütemeddin” den ithal edildiği için medenidir. Meclisi kimse eleştiremez, hele bir hamal (!) asla. Çünkü o hamal (sanki) başka bir iktidarın idaresi altında yaşamaktadır! Memlekette olup biten, yaşadığı yoksulluk, sıkıntılar, iç ve dış kargaşalar, toplumsal sefalet onu ilgilendirmez!
Sırat-ı Müstakim çevresine göre, hem de erken denilebilecek bir dönemde, İlim ehli siyasi konulara giremez, hükümeti eleştiremez, hükümetin icraatlarını tenkit edemez. Onların işi elini eteğini dünyadan çekerek soyut bir dini okuyup öğrenmek ve insanların kalbi ve duygusal ihtiyaçlarını karşılamaktır. Kendileri hem ilim tahsil etmekte hem de siyasetten bahsetmektedir. Bu ise kabul edilebilir değildir. Hocaların ve talebelerin siyasetten bahsetmeye yetkileri de, salahiyetleri de yoktur. Kimse kendisini meclisin ve onun hükümetinin üstünde göremez.
Özellikle 21. yüzyılın başlarında ortaya çıkan ve tek tek fertlerin ilim ehlini bir kenara bırakması, geleneği, ilmi birikimi atlaması, derinliği olmayan sığ bilgiyle direk olarak kaynaklarla yüzleşmesi, akademik çevrelerce geleneğe sürekli saldırılarak, geleneksel ulemanın itibarsızlaştırılmasının geçmişe dayanan bir alt zemini vardır. Sırat-ı Müstakim çevresi de ittihatçı taifenin istediği gibi hareket etmekte farkında olmadan ya da olarak geldikleri geleneğin altını oymaktadır. İlim ehline saygının kalmamasındaki en önemli sebeplerden birisi, beslendiği yere yeterince muhalefet edememesidir. O dönemde buraya doğru gelen tarihsel süreç içerisinde ulema, bir muhalefet unsuru olarak etkinliğini yitirmiştir. Toplumu, dinin karşısında olan her şeye karşı kurup inşa edici konumundan uzaklaşmış, toplum ile iktidar arasında, toplum ile kaynaklar arasındaki varlığı akamete uğramıştır.
Dinin dışında yer alan her şeye karşı muhalefetin şer’i çizgide sağlanması görevi, kadim gelenekte ilim ehlinin inşa ve icra ettiği görevler arsında yer alırken, modern dönem yorumlarında bu kesimin tarafsızlığına sürekli vurgu yapılmaktadır. İktidar, gerektiğinde kendi karşısında yer alabilecek olan ulemaya, tarafsız olmasını nasihatlerken, bir bakıma meşruiyetinin de sorgulanmamasını sağlamaya çalışmaktadır. Meşrutiyetin ilanından sonraki gelişmelere bakıldığında, ulema kurucu ve inşa edici vasfından soyutlanarak, mevcuda tabi konuma geçecektir. Meseleye İttihatçıları ve Sıratı Müstakimin gözünden bakacak olursak, Abdülhamit baskıcılığından yakınırken, usulü fıkıh geleneğindeki muhalefetini bırakarak, modern bir muhalefet yapısı olan ittihat terakki içinde yer alacak, bunun sonucunda belirleyen değil, itaat eden konumuna yerleşecektir. İktidar bilgi üzerindeki hegemonyasını sağlarken, üretilen bilgi ideolojik inşa ile paralel, bilgiyi üreten kesimde iktidara tabi olacaktır.
Din, ulema, siyaset tartışmalarına Beyanül Hak’dan Ahmed Şirani de katılır. Şirani Beyanül Hak’ın 139. Sayısında “Bir Müdafaa” adlı makalesiyle mesele üzerine düşüncelerini açıklar. Ahmed Şirani siyasetin ulemadan ve dolayısıyla dinden soyutlanmasına karşıdır:
“Bu defa çok tartışılan mühim bir mesele hakkında bahsetmek istiyorum. Herkesin malumudur ki, ulema sınıfı iki türlü eleştiriyle karşı karşıya bulunuyor.
Birincisi, bir taraf ulemanın mülk ve milletin selametine dair önemli olan siyasete karşı lakayt kalmamasını, ilgilenmesi gerektiğini savunuyor, ikincisi olan diğer tarafta ulemanın siyasetle uğraşmaması gerektiğini söylüyor. Ben hakkın birinci tarafta olduğuna tartışmadan uzak olarak kaniyim. Din-i İslam siyasi bir dindir. Çünkü Kur’an’ı Kerimdeki ayetler ve Nebi’den (as) nakledilen hadisler bütün diplomatların nasıl siyaset yapacaklarına karşı bütün yasaları belirlemiştir.” (54)
Tartışılan mesele hakikaten mühim bir meseledir. İleri süreçte Avrupavari bir laikleşmenin ilk adımları atılmaktadır. Şeyhülislam şahsında ulema, ulema şahsında din siyasetten soyutlanmaktadır. Beyanül Hak’ın aynı sayısında Mustafa Safvet Efendi de “İzah-ı Hak ve Hakikat” adlı bir makale kaleme alır. Mustafa Safvet Efendi makalesinde Cemiyet-i İlmiye mensubu ulemanın siyaset karşısındaki tutumunun nasıl olacağını açıklamaktadır. Kendilerine karşı yürütülen olumsuz propagandaya karşı çok sert cevap verir. Makaleyi gerek üslubunun sertliği açısından gerekse kendilerini nasıl savunduklarının görülmesi açısından buraya almayı uygun gördük:
“Şu aralık Selanik Cemiyet-i İlmiyesinin, memleketimizde teşkil etmiş ve edecek olan siyasi partilerden hiçbirisiyle, Cemiyet-i İlmiyenin münasebetinin olmadığı ve olamayacağına dair neşir ettikleri bir beyannameyi bazı kötü niyetliler yanlış anlamaktadır. Bu beyannameye bakarak Cemiyet-i İlmiyenin siyaset ile iştigal etmediklerini ve etmeyeceklerini ifade ve beyandan ibaret zannederek Selanik Cemiyet-i İlmiyesini övmektedir. Buna karşılık İstanbul Cemiyet-i İlmiyesini de İstanbul şehr-i emini sabık Kazım Beyi karşı yaptığı protestodan dolayı kötülemekte kendilerini haklı görüyorlar.
Bu kötülemelerine sebep olacak asıl şüphelendikleri bir yer var ki, maksatları o şüpheyi kesinleştirmek istemeleridir. O da Cemiyet-i İlmiyenin eski veyahut yeni bir fırkaya bağlılığı bulunup bulunmadığı yönüdür. Bu yön iyi bilinmelidir ki Cemiyet-i İlmiye hiçbir zaman parti gayretkeşliği ve parti münasebeti gibi hususlarla kendisini tabi göstermek istemediği gibi, takip ettikleri şer-i siyaseti fikir ve mantıken hâkimiyetini fırka hissiyatına mağlup edecek derecede küçülmez. Çünkü öteden beri takip edegeldikleri mesleği bu gibi küçüklüklerden pek alidir. Çünkü birebir şu yön iyi bilinmelidir ki, Cemiyet-i İlmiye ruhani bir cemiyet değildir. Ruhaniyet denilen sırf dinle alakadarlık biz Müslümanlar arasında bir alim ile bir cahil, bir sarıklı ile bir fesliye nispet edilmesi farklı değildir. Mükellefiyeti diniyenin hangisi var ki ulemaya farz da cahili avama farz değildir? Mükellefiyeti diniyenin hangi kısmı var ki ulema sınıfı onu ifa edebiliyor da, cahil avam sınıfı – nasıl yapılacağını bilmek şartıyla – ifa etmiyor?
İşte bizde bir ulemanın amil olabilmesi, vaz-ı nasihat edebilmesi nasıl caiz işte onların tamamını – nasıl yapılacağını bilmeleri şartıyla – bir fesli, bir hacı baba yahut bir çiftçi de yapabilir. Nitekim camide sarıklılar vaz-ı nasihat ettiği gibi, bilgi sahibi olan halktan birileri de bu işleri yapabilir. Her ikisi de hakkı söylemek suretiyle makbuldür.
Şu halde İslamiyet’te ruhbaniyet yoktur demek oluyor. İslam’da ruhbaniyetin bulunmamasından dolayıdır ki, bir sarıklı ile bir feslinin yekdiğerine üstünlüğü olamaz. Velev ki birisi fazıl ve irfan sahibi, diğeri böyle bir meziyetten mahrum olsun.
Binaenaleyh bizde Müslümanların sarıklılara meyil ve teveccühü ruhani bir cemaat olmalarından dolayı değildir. Belki zamanımızda – yanlış olarak – sarığın ilmin alameti olarak düşünülmesinden dolayıdır. Hâlbuki sarık ilmin alameti değildir. Belki Peygamberimizin bir sünneti olmak üzere ulema denen kesime nispet edilmesidir. Fesliler içinde ne kadar alim, sarıklılar için de ne kadar cahil insan olduğunu okumuşumuz da cahilimizde bilir. Çünkü bizde sarıklılara niçin sarık sardın diyen bulunabilirse de, sarıklılara kimse sarık sarmak için mani olmaz. Biz bunun misalini makam-ı meşihatta çok görüyoruz.
Güya o daire sarıklılara mahsus imiş gibi bir feslinin başına bir sarık sararak hemen bir-iki bin guruşa nail olduğu görülmektedir. Şimdi bu adama sen bir gün önce cahil idin şimdi alim oldun mu diyeceğiz?
Şu anlattıklarımıza göre anlaşılıyor ki, ulema sınıfının sıradan insanlardan farkı yoktur. O halde ulemanın kabahati nedir ki, avamın ilgilendiği siyasetle ulema ilgilenemiyor?
İşte bize siyasetle iştigal edemez ve etmemelidir diyenlerin gösterebilecekleri delillerini bu şekilde anlatarak cevap verdik. Bizim tarafımıza gelmeyen fakat kendilerince muteber kabul edilen bir diğer delilleri daha var ise onu kendileri göstersin. Ona da cevap vermeye hazırım.
O halde Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye den, şehr-i emine karşı, sen meşrutiyetin ruhuna karşı geliyor, kökünden yıkıyorsun, meşrutiyeti kendi ruhuna hapsediyorsun dediği için, Cemiyet-i İlmiyeyi eleştirebilmek hakkına kim sahip olabilir. Ne hiç kimse, ne de hiçbir delil.
İşte Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye şu hakkını muhafaza ile beraber hiçbir siyasi fırkanın emri altına girmek zilletinde bulunamaz. Ne fırkayı ne de kuvveti tanımaz, tanıdığı bildiği daima haktır. İttihat ve Terakki cemiyetini en kuvvetli zamanında tanımayarak onunla alakası bulunmadığını ilan etmiştir. Otuz bir Martta kimsenin askere karşı cesaret gösteremediği zamanda, onlara karşı bir şey diyemediği zamanda askere karşı şudur diyemediği zamanda onlara karşı müdafaa ve nasihatte bulunması ve İttihat terakki ile beraber meşrutiyeti muhafazaya çalışması, hep Cemiyet-i İlmiyenin bitaraf olduğunun ve fakat hakkın müdafaasının arkasında durduğunun delilidir. O halde Cemiyet-i İlmiye her haklının yanında her haksızın düşmanıdır.
Velhasıl gerek Selanik Şubemiz gerek biz demek isteriz ki Cemiyet-i İlmiye ve Ulemayı İslam iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamakla memurdur. Bu vazifeyi yerine getirenleri takdir eder, bu vazifeden uzaklaşanları ise tenkit eder.
Acaba! Hangi sebep var ki bizi bu haktan mahrum edebilir! Veya hangi delil var ki bizi bu yolda haksız gösterir.?!
İyiliği emir ve kötülükten nehiy meselesi en mühim bir meseledir ki bunun altından en mühim bir siyaset çıkar. İşte bizim de takip edeceğimiz siyaset bu siyasettir. Bunun dışındaki siyaseti kendimize zul addederiz. Ne halen ne istikbalen hiçbir fırkanın siyasetine bağlı bulunmadık. Ve bulunmayacağız da. Yalnız şunu yine tekrar edelim, her zaman hakkın ve haklının yanında, haksızın ve batılın karşısında duracağız.” (55)
Görüldüğü gibi çok sert ve yüksek perdeden bir restleşme yaşanmaktadır. Ulema kesimi aldatıldığının farkına varmış, lakin geç kalmıştır.
Bu arada dönemin siyasi hayatı çok çalkantılı geçmektedir. 1909-1911 arası iki yıllık meşrutiyet idaresinde beş hükümet kurulup dağılmış, 1 Ekim 1911 tarihinde Sait Paşa tarafından altıncı hükümet kurulmuştur. Said Paşa hükümetinde şeyhülislam Musa Kazım Efendidir (1858-1920) Musa Kazım Efendi bir şeyhülislam olduğu gibi aynı zamanda bir müfessirdir de. O dönem mütefekkirlerini genel olarak gelenekçiler ve modernistler şeklinde iki ana kutba ayırmak mümkündür. Şeyhülislâm Musa Kâzım, yenilikçiler ile gelenekçiler arasında orta çizgiyi takip etmiştir. Yazdıklarında yeni bir medeniyet projesi sunma gayreti güden Musa Kâzım, mevcut müesseselerin iyileştirilmesini savunan ve bu doğrultuda öneriler sunan ıslahatçı bir ilim adamı profiline sahiptir. (56)
Said Paşa hükümet programını mecliste okurken, yapacakları işlerin başında gelenlerden, şer-i mahkemelerin ıslahı, ulema ve kadıların maişetlerinin düzenlenmesi, dini ilimlerin yanında fen ilimlerinin de ders olarak okutulmasını sağlamak olduğunu beyan eder. (57) Yeni hükümet ilmiye, ulema sınıfına sahip çıkmak istemekte, maaşlarını düzenlemek ve bir bakıma kontrolü sağlamak gayreti göstermektedir.
Sıratı Müstakim, 7 Aralık 1911 tarihli 170. sayısında Mısırda Reşid Rıza tarafından kurulan “Dârü’d-Da’veti ve’l-İrşâd Medresesi”’nin nizamnamesini yayınlar. Nizamnamenin otuzbeşinci maddesi dikkat çekicidir. Bu maddede, darülfünunda görevli olanların iç ve dış siyasetle ilgilenmeleri, gazete ve mecmualarda makaleler yazmaları, siyasete karışmaları yasaklanır. Yazı yazacak olanların ise, yazdıkları yazıları öncelikle yetkililer göstermeleri, onlar uygun görürse yazılarını neşredebilecekleri kurala bağlanır.
“Otuz beşinci Madde: Darülfünunda görevli olanların Devlet-i Aliye’nin veya dünya siyasetinin iç ve dış mesleleriyle ilgilenmesi, bu hususlarda gazetelere yazı yazmaları, çeşitli siyasi partilere katılmaları yasaktır. Bu konularda makale vermek isteyenlerin bu makalelerinden yetkili kişiyi haberdar etmeli, yazdıklarından onun görüşünü almalı, yetkilinin görüşüne göre davranmalıdır. Dârülfünûn’a veya “ed-Da’vetü ve’lİrşâd” cem’iyetine dair neşriyatta bulunmak isteyenlere gelince, bunların dahi yetkili kişiyle istişare etmesi gerekir. Yetkili kişi de ancak idare meclisinin kararından sonra izin verebilir.” (58)
Kurulan yeni cemiyetin siyasetten soyutlanmış bir eğitim anlayışı vardır ve bu anlayış tam da dönemin idaresinin istediği anlayıştır. Anlaşıldığı kadarıyla, eğitimdeki din anlayışı hayata müdahale etmeyen ve laikleşmeye doğru giden süreci göstermektedir. Buna göre din ve ulema peşinen hayattan elini eteğini çekmiştir. Bu çekiş iktidarlar için yeterli de gelmemiş, bir de sessiz olmaları ya da kendilerine benzemeleri istenmiştir. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz gibi, Mustafa Sabri Efendinin ifadesiyle, dönemin idaresi kendisi gibi konuşanların siyasete dair söz söylemelerine itiraz etmemektedir.
Dönemin en çok konuşulan meseleleri arasında, ulemanın tarafsızlığı meselesi ilk sıralardadır. Herkesin bir tarafın yanında olmasına rağmen, ulemanın tarafsızlığı ve herhangi bir partiye mensup olmasının sakıncaları konuşulmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, dönemin siyasal ve sosyal atmosferinde ulema henüz etkisini yitirmemiştir. Dönemin Müslüman muhalefetinin etkili gazetesi Beyanül Hak siyasi sorunlara müdahale etmekten hiç geri kalmaz. Bu arada etkili olan diğer bir gazete Sıratı Müstakim, siyasi meselelere hiç girmeden yayın hayatını sürdürdüğü, İttihatçıların sözcüsü gibi, İttihat ve Terakkinin yaptığı bütün kongrelerin raporlarını-sonuç bildirgelerini neşreder. Beyanül Hak muhalif tavrından geri durmayınca hakkında kapatma kararı alınır. Fakat yapılan mahkeme sonucu kapatma kararı kaldırılır. Beyanül Hak bu durumu 2 Şubat 1912 tarihli 145. sayısında “Beyanül Hak’ın Kara Yazısı” makalesiyle meseleyi izah ederek, ne yapılmak istediğini beyan eder. (59)
Mesele herkes tarafından anlaşılmıştır. Ulemadan sessiz olması ya da kendileri gibi konuşması istenmektedir. Beyanül Hak, 4 Kasım 1912, 182. sayısına kadar muhalif tavrını sürdürür. Son sayısında okuyucusuna 8. cilde geçtiklerini ve yine aynı çizgide yayın hayatını sürdüreceklerini duyurur, lakin bu sayıdan sonra Beyanül Hak kapanır. Sıratı Müstakim yayın hayatına, ileriki bir süreçte Sebilürreşad olarak devam eder.
Elmalılı’nın Şeyhülislam’ı bir hükümet memuru olarak görmesi, büyük ihtimaldir ki, kendisinin de üyesi olduğu meşrutiyet yönetimini temsil eden meclisin, itibarının zedelenmesine tahammülü olmamasıdır. Tabi ki Elmalılı’da var olan bu kadar keskin ve tahammülsüz tepkilerin nedenini tam olarak kavrayamamaktayız. Eğer makalesinden anlayabildiğimizi ifade edecek olursak, Meclis-i Mebusan idari yapı hiyerarşisinde en üst makam olarak anlaşılmakta ve bu en üst makama karşı herkes sorumlu olmaktadır. Velev ki bu Şeyhülislam bile olsa. Oysa bu tür iddiaları dile getirecek en son kişinin Elmalılı Hamdi Bey olması gerekirdi. Müslümanların nazarında dini açıdan ciddi bir otorite sahibi olan Şeyhülislamın, Mecliste yer alan gavurlara hesap vermesini istemesinin, fıkıh geleneğinden gelen bir fakih için izahı mümkün değildir.
Elmalılı Hamdi Efendinin, meşrutiyetin ilanın başlarında Meclis-i Mebusanı devlet hiyerarşisinde en üstte görmesi, O’nun arzu ettiği lakin henüz gerçeklememiş olan bir durumdur. Elmalılı’nın bu makalesini kaleme almasından yaklaşık olarak iki yıl sonra mecliste, meclis-i mebusanın statüsü, Kanun-i Esasi’nin 64. maddesinin yeniden düzenlenmesi esnasında gündeme gelecek ve uzun tartışmalar yapılacaktır. 64. maddenin Ayan Heyetine verdiği yetkilerin sınırlandırılması gerektiği hususunda süren müzakereler esnasında, Meclis-i Mebusanın, Ayan Heyeti karşısında güçlendirilmesi istenecektir. Mecliste süren bu tartışmalarda Hamdi Beyin gündeme getirdiği “Hâkimiyet-i Milliye” kavramı da konuşulacak, en fazla üzerinde durulan konu bu kavramın mahiyetinin “neliği” üzerine olacaktır. Selanik mebusu Kirkor Zöhrap’ın, Heyet-i Ayan’ın varlığına tahammülü yoktur. Zöhrap Efendinin zihninde de Hakimiyet-i Milliyenin temsil edildiği yer meclisi mebusandır. Krikor Zöhrap;
“Eğer biz hâkimiyeti milliyeyi yalnız milletin doğrudan doğruya intihap eylediği vekillerinden hâkimiyeti milliyeyi teşkil edecek isek, hâkimiyeti milliye demekle Meclisi Mebusan anlaşılıyorsa, o halde Heyeti Ayan fazladır.” / Sadeleştirirsek: “Eğer biz, milli hâkimiyetten doğrudan doğruya milletin seçtiği milletvekillerinin olduğunu anlıyorsak, o vakit milli hâkimiyet denildiğinde doğrudan doğruya millet meclisi anlaşılıyorsa Heyet-i Ayan fazladır.” (60) diyerek, bir bakıma hakimiyeti milliyenin, kendisinin de mebus olduğu meclisten başka bir merciinin kabul edilemez olacağını savunmaktadır.
Bağdat vekili İsmail Hakkı Bey’de Kirkor ile aynı düşünmektedir. İsmail Hakkı Bey söz aldığı meclis konuşmasında, Heyet-i Ayanın varlığını ve yetkilerini kıyasıya eleştirerek;
“… asıl kuvve-i lâzime-i Devlet Meclisi Mebusandır. Asıl en büyük motor Meclisi Mebusandır. Çünkü millet tarafından müntehaptır. İşte bu ciheti kabul ediniz. (…) Şimdi gelelim yine bizim Meclisi ayanımıza: Böyle olmakla beraber hâkimiyeti miliiyyeyi tecelli edememekte bulunurken bizde Meclisi ayan zanneder misiniz ki Meclisi Mebusanla müsavi bir küvettedir? Emin olunuz ki, bizim Meclisi Ayanın – Kanunu Esasiyi tetkik ederseniz – birçok fazla selâhiyetleri var ve fazla selâhiyetler muvazeneyi kuva denilen kaideyi esasından kökünden baltalıyor. Bugün Meclisi Ayan hakkı feshe iştirak etmekle bir taraftan Meclisi Mebusanın fevkinde bir kuvvet oluyor. Diğer taraftan da kuvvei icraiyenin de en büyük engeli oluyor.” (61)
Günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak:
“Devletin ihtiyacı olduğu asıl kuvvet Millet meclisidir. Asıl en büyük motor Millet Meclisidir. Çünkü millet tarafından seçilmiştir. İşte bu yönü kabul edin. Şimdi gelelim Meclis-i Ayanımıza: Durum böyleyken ve bizler milletin egemenliğinin gereklerini yerine getiremezken, zanneder misiniz Meclis-i Ayanla Meclis-i Mebusan eşittir? Emin olunuz ki, eğer Kanun-i Esasiyi incelerseniz Meclis-i Ayanın Meclis-i Mebusanın üstünde çok fazla yetkileri var. Bu fazla yetkiler kuvvetler eşitliğini kökünden baltalamaktadır. Bugün Meclis-i Ayan kanunları fesih etmeye yetkili olmakla, Meclis-i Mebusanın üstünde bir güce sahip oluyor. Diğer taraftan yürütmenin de önünde büyük engel olarak duruyor.”
Tartışmaların merkezini, iktidarda söz sahibinin kim olacağı teşkil etmekte ve meclisi mebusan, iktidarda bütün ortaklarını bertaraf etmek istemektedir. Elmalılı Hamdi Efendi’nin de savunduğu budur. Meclisi Mebusan herkesin hesap vereceği merciidir.
Hamdi Efendi’nin bu tavrı, aynı zamanda ulema sınıfından olan Şeyhülislamla birlikte ilim ehlini, İslam’ın toplumsal geleneğinde bulunduğu yerden etmeyi de gündeme getirmiştir. Müslüman toplumlarda genel kabulle iktidardan ve sermayeden bağımsız olan ilim ehli, bu girişimlerle beşeri yasamanın merkezine bağlanmaya çalışılmıştır. Bu tehlikeli yaklaşım ve yorumlar, ileri süreçte ilim ehlinin de itibarsızlaşmasına neden olurken, dinin toplum hayatından soyutlanmasına yol açacaktır. Artık ilim ehli, insanda gördüğü günahlara müdahale etmek istediğinde, “Allah ile kul arasına girilmez” denilerek ötelenecektir. Bir Hristiyan söylemi olan “Allah ile kul arsına girme” uyarısı, emri vaki halini alırken, insan hayatında düstur olarak kabul görecektir.
Modern dönem söylem ve yorumlarının sonucunda birçok şey gibi, din, dini olan, dinle ilişkili olan ve en başta ilim ehli de yerinden yurdundan edilmeye doğru süreç geçirmiş ve ilerleyen dönemde bu gerçekleşmiştir. En üst sorumluluk mercii olarak beşeri yasamanın merkezi meclis karşısında herkes gibi ilim ehlide, yapıp-ettikleriyle sorumludur. Manevra sınırlarını belirleyen usul-i fıkıh geleneği değil, modern iktidarın merkezini teşkil eden meclistir. İktidar ile Müslümanlar arasında orta yerde duran ulema, aynı zamanda esasa bağlı usul üzerinde, dini topluma meşru çizgide izaha memurdur. Birleştirici bir unsur olarak hayati bir görev üstlenen ulemanın, modern yorumlarla iktidara bağlanmasıyla ittihat terakkinin dediği gibi, “bir devlet memuru olmaktan başka bir işi olmayan” lar sınıfına dahil edilmiştir. Devlet memuru vasfını taşıyanların, maaş aldıkları yere eleştiri getirmeleri, tenkit etmeleri, icraatlarına müdahil olmaları, ilmiyenin hararetle savunduğu meşrutiyet idaresinde yasaklanmaktadır.
Dipnotlar:
53- Sırat-i Müstakim sayı 59, sayfa 94-95, tarih 21 Ekim 1909
54- Ahmed Şirani Bir Müdafaa, Beyanül Hak sayı 139, sayfa 2498, tarih 18 Aralık 1911
55- Mustafa Safvet, İzah-ı Hak ve Hakikat, Beyanül Hak sayı 139, sayfa 2498, tarih 18 Aralık 1911
56- Zafer Koç, Safvetül Beyan Fi Tefsirel Kur’an’ın Kaynak, Özellik ve Muhteva Bakımından İncelenmesi
57- M.M.Z.C. Üçüncü Birleşim, 4. İçtima, 5 Teşrinievvel 1327, 18 Ekim 1911
58- Sıratı Müstakim, sayı 170, sayfa 207, tarih 7 Aralık 1911
59- Beyanül Hak sayı 145, sayfa 2586, tarih 2 Şubat 1912
60- M.M.Z.C. İçtima senesi 3, Kırkikinci İnikad 2 Şubat 1326 Çarşamba
61- Aynı zabıt