Mezarsız Sürgün
“Çağdaşlaşma yolundaki en büyük devrimlerden şapka inkılabının 99.yıldönümü”ymüş. Kastamonu belediyesi öyle diyor. Yıldönümü bayram havasında kutlanıyormuş ayrıca. Bu milletin, şapka ile ilgili hikayesini, gazetemizin yazarları (Sibel Erarslan, Selahaddin Eş, Nuh Albayrak) çarpıcı bir şekilde ortaya koydular. Benim de “şems siperli şerpuş”la ilgili bir hikayem var. Bakalım Millet, gerçekten bayram mı yapıyormuş.
Geçen yüzyılın altmışlı yıllarının sonlarında, zaman zaman rahmetli dedemle köyden Erciş’e giderdik. Öküzleri koştuğumuz kağnı arabasını şehrin girişine yakın Wêrane köyünün yakınından geçip Van gölüne dökülen Örene çayının kenarında mola verirdik. Sabah erkenden köyden çıktığımız için mola yerine varmamız öğlen saatlerine denk gelirdi. Dedem, abdest alır, namazını kılar, sonra da ninemin heybeye doldurduğu tandır ekmeği ve otlu peyniri çıkarır, gürül gürül akan Örene çayının kenarında karnımızı doyururduk. Öküzleri yeniden kağnıya koşup ilçeye doğru hareket etmeden önce dedem, arabadan bir torba indirirdi. Torbadan bir pantolon ve ceket ile iyice pörsümüş, kırışmış eski bir şapka çıkarırdı. Sonra üstündeki şel û şapik (şalvar-yelek) ve başındaki poşiyi (sarık) çıkarır, torbaya koyardı. Pantolon ve ceketi giyer, başına da kırışmış, pörsümüş eski şapkayı koyardı. Öylece şehre girerdik. Uzun beyaz sakalları ile giydiği pantolon ve şapka arasındaki tezat hala gözlerimin önündedir. Kemalizm ile millet kadar uzaktılar birbirinden. Akşam döndüğümüzde aynı yerde bir kez daha mola verirdik. Dedem üstündeki iğreti kıyafetleri çıkarır, şel û şapık’ını giyer ve uzun beyaz sakalıyla tabiî bir ahenk oluşturan poşisini bağlardı. Normale döndüğünü yüzündeki tebessümden anlardım. Tek parti zamanında çıkarılan şapka inkılabını benimsetmek için Erciş’e gönderilen seyyar istiklal mahkemesi (dedem “yusqilal” derdi), öyle bir dehşet estirmişti ki bu korku geçen yüzyılın altmışlı yıllarında bile devam ediyordu.
Erciş “yusqilal”i, Ağrı isyanı günlerinde, annemin dedesi Qasimê Misto’yu (Mustafa oğlu Kasım) şapka kanununa muhalefetten Denizli’ye sürgün etmişti. Selahaddin Eş abinin yazısından öğrendiğime göre bizim oralardaki İstiklal mahkemesinin temyizi olmamak gibi bir de imtiyazı varmış. O yıllarda garibim Kürtler ne bilsin Denizli’yi. Bizim evde Kasım dedenin hikayesi anlatılırken Denizli, kaf dağının arkasında devlerin hakim olduğu bir ölüm şehri gibi gelirdi bize. Bir keresinde kaçıp gelmiş Kasım dede. Tabi, birkaç gün içinde tekrar yakalanıp geldiği yere gönderilmiş. O gelişinde, yaşadığı yerle ilgili anlattığı yürek sızlatan hikayelerden biri var ki hala anlatılır bizim ailede. Kasım dedeyi, bizimkilerin deyimiyle Hurum (Urum-Rum) mübadili bir kadının çiftliğinde çalıştırmışlar. Karın tokluğuna. Kasım dedeye, köpeklerine yemlediği tabaktan yemek veriyormuş mübadil kadın. Kasım dede, o yüzden günlerce aç kalırmış. Bir gün kadının oğlu annesinin bu tavrını görmüş ve “anne, Kürtler şafiî. Köpekleri necis bilirler. Adama bu zulmü yapma” demiş (kadının, bu tavrından vazgeçip geçmediğini kimse bilmiyordu). Bu hikayeyi anlatırken herkesin bu mazlumiyete ağladığını hiç unutmam. Onun dışında kimse Kasım dedeye ne olduğunu bilmiyordu. Ne bir haber, ne bir bilgi ve ne de bir (sahipsiz de olsa) mezar. Annemin, perşembeyi cumaya bağlayan akşamları ölmüşlere “yasin” okumam için Kur’an’ı elime verirken, “Kasım dedeyi unutma” demesi dışında, Kasım dede ile temas kuracak başka bir iletişim kanalımız yoktu. Kasım dede, “sahipsiz mezar” değil, “mezarsız sürgün”dü. Birkaç yıl önce kütükler açılınca, mezarsız sürgün Kasım dedemizin 1948 yılında vefat etmiş olduğunu öğrendik. Tek parti rejimi, mezarsız bırakır, ama kayıtsız bırakmazmış demek ki. Artık (meçhul de olsa) “yasin”lerimin muhatabı bir “mezar” var.
Star / Vahdettin İnce