Ülkede hangi tartışma yaşanırsa yaşansın; ister en ‘dinî’ bir konu olsun, ister en seküler, sonuçta hep aynı şey oluyor: İslam her seferinde bir kere ve biraz daha öteleniyor. Her yeni gündem, şu veya bu biçimde, İslam’ı biraz daha sıradanlaştırıyor. İslam’ın gündem oluşturması asla istenmiyor. Bunda da şaşılacak bir durum yoktur, çünkü gündemi kim oluşturuyorsa, kendi değerlerini gündem etmek de, onların hakkıdır.
‘Dershanelerin kapatılması’ tartışmasıyla devam eden, Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasıyla başlamış olan kavga, mide bulandırıcı hamlelerle devam ediyor. Asıl iğrençlik şurada: Bu iki eski ahbap, ülke insanının kaderine hükmediyor! İnsanlar bir zamanlar bu iki ortağın koalisyonunu asrı saadet olarak algılıyordu.
Bu kavgada, ortalığa yayılan bunca necasete rağmen, pek çok öğretici ders de bulunmaktadır. Bir musibet bin nasihatten yeğdir sözü de bir kere daha anlamını bulmaktadır.
Bu iğrenç kavganın öğrettiği ilk şey, kendilerine bir türlü isim bulamayan, en sonunda ‘camia’da
[1]* karar kılan bir hizbin, dershaneler kanalıyla sağladıkları rantın daha da tebellür etmiş olmasıdır. Asıl rantları kuşkusuz insan kaynağı idi. Tam olarak modern bir devşirme sistemiyle toplumun bütün zeki çocuklarını seçip, kendilerine bende yapan bu hizip, tabi ki ekonomik ve sosyal rantlarının ellerinden alınmasına katlanamazlardı.
Siyasî iktidarların bir biçimde beslediği bu hizip o kadar ileri gitmişti ki, artık kendilerini adeta hak’kın yerine ikame eder olmuşlardı. Hakkı kendilerinin temsil ettiğini, hakkın kendilerinin tekelinde olduğunu sanıyor ve ikiyüzlü bir tevazu, ‘küçük dünyam’ maskesi altında gizlenen bir büyük istikbar ve istiğna ile, İslam’ın Yahudilik ve Hristiyanlığın akıbetine benzemesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama bu hizip ve benzerleri, İslam’ı bu, Yahudileştirme ve Hristiyanlaştırma siyasetini asla tek başlarına yapmadılar, her zaman yanı başlarında şürekaları olmuştur. Zikri geçen hizbin en büyük şeriki de AKP idi.
Konuyu biraz daha açalım.
Küresel ve yerel şebekelerce itina ile beslenen, büyütülen hizipler, Kur’an’ın hak dediğini batıl, zulüm dediğini adalet, şirk dediğini tevhid olarak tağyir etmektedirler. Kur’an’ın mü’min dediği, bunların lisanında teröriste, terörist dediği de ‘otorite’ye inkılap edebilmektedir. Bunların ihdas ettiği yeni lügatte Samirî hem hoca, hem de ‘efendi’ olabilmekte, gelmiş geçmiş en hayretamiz hezeyanlar bunların edebiyatında keramete dönüşmektedir. Yalan, ikiyüzlülük, riya, cehalet ve pişkinlik kokan söylemlerinde laiklik ve demokrasi İslam’ın yerine ikame edilmekte; Allah’ın verdiği Müslim adı Müslüman demokrata dönüşmektedir. Allah, bütün Müslümanları, Müslüman isminden başka isim almaktan şiddetle kaçındırmakta iken bunlar sürekli isim değiştirmişlerdir; ta ki ‘Müslüman demokrat’ta karar kılıncaya kadar. Cebrailin kurduğu partiden imtina eden bunlar, İblis’in kurduğu nice partilere övgüler dizmekten, liderlerini göklere çıkartmaktan, kimi liderleri şehid ilan etmekten asla kaçınmadılar. Amerikan endeksli laik-demokratik siyasetin ya maşası, ya din bastonu, ya da Bel’amı olabilmektedirler. Bu insanlar peygamberi özelleştirmekte, ulusallaştırmakta, kendilerini tanrısal bir konuma çıkartarak, peygamberi de kendilerine halayık yapmaktadırlar. Nübüvvet ve risalet kapısı kapanmışsa da, Cebrail sanki bunların özel kuryesiymiş gibi, her türlü hezeyanlarını Cebraile onaylatmaktan zerre kadar utanmamaktadırlar. Aynı utanmazlıkla, Peygamberi Türkçe olimpiyatları denilen eğlenceye getirebilmekte, bu kişiler ‘hocaefendi’ unvanlarını yine de koruyabilmektedirler.
Türkiye’de yaşayan herkes, bu hizbin gerçek yüzünü, eski ortağı ile yaptıkları bu yeni kavgada gördü. Milletinin kurtuluşu karşısında kendisi cehennemi tek başına göğüslemeye hazır olduğunu söyleyecek kadar, cehenneme adeta meydan okuyan bu ‘ufunetli’ kutb-u azamın, aslında torbadaki yüzünün ne olduğunu hakkal yakin görmüş oldular. Yıllarca, bu hezeyan sahiplerini eleştirmenin, “müslümanın müslümanla uğraşması” olmadığını anlatmak istemişsek de, bu çabamız gerektiği kadar makes bulmamıştı.
Aslında bu hırçınlığın sadece dershaneler gibi çıkar hesaplarıyla alakalı olmadığı bilinmelidir. Mesele, iktidar meselesidir. Otorite kimdir; kim ulul emr olacaktır? Kendilerini küresel otoriteler bunca iteklemiş ve koltuklarına girmişken, yine de AKP mi ulul emr olacak, yoksa artık kendileri de ucundan kıyısından da olsa ulul emr kabulü görecekler mi? Hırçınlık buradan kaynaklanmaktadır.
Parti cephesine gelince… İslam’ın Protestanlaştırılması sürecinde en büyük payın AKP’ne ait olduğu bir gerçektir. Neo-nurcu hizip gibi, AKP de, İslam’ın dönüştürülmesinden sorumludur. Neo-nurcu hiziple pek çok günaha ortaktırlar. Çünkü birlikte yürüdüler bu yollarda, birlikte ıslandılar demokratik kulvarda. İslam’ı, bir dünya dini / hayat nizamı / siyaset programı değil de, kâfir bir çağın aksesuarı olmaya sabitlemekte, birlikte iş tuttular. Birlikte ürettiler ‘Müslüman demokrat’ din algısını. Hükümet çevrelerinde hizbin adı ‘hizmet hareketi’ idi. ‘Hocaefendi’ her zaman doğruyu söylerdi…
17 Aralık günü başlatılan operasyonun, hükümete yönelik, gezi olaylarından sonraki yeni bir hamle olduğu açık. Neo-nurcu hizbin emniyette ve yargıda kadrolaştığı, bu gibi operasyonları yapacak bir güce ulaştığı yorumlarına hiçbir zaman katılmadım. Sadece, ülke siyasetine vaziyet etme gücüne sahip küresel kanatların kalkan (ya da maşa) olarak kullandıkları bir grup söz konusudur. Yani bu hizip şişirilmiş bir balondur. Ama bu balona bir iğne batırılıp patlatılmasına da kolayına müsaade edilmez. Çünkü işlevselliği devam etmektedir. Kendisine ‘Camia’ denilen grup ise bu ‘koruma’yı kamuoyuna kendilerinin gücü olarak lanse etmeyi başarmaktadırlar; doğrusu bu da, başarılmayacak bir iş değildir. Olan biten bundan ibarettir.
Hasılı, bu iğrenç kavganın, 2014 ve 2015’te yapılacak seçimlerle yakından alakası vardır; bu da kavganın epey süreceği anlamına gelmektedir.
Bilinmelidir ki bu kavga bir kere daha İslam’ın dönüştürülmesine hizmet etmektedir. Çünkü insanlar iki keskin kampa ayrıştırılmakta, ya neo-nurcu olmaya ya da AKP’ci olmaya yönlendirilmektedirler. Sayısal ve fiziki olarak AKP’nin daha güçlü olduğu bir gerçektir. Bu kavga neo-nurcu hizbin tasfiyesi ile sonuçlanır mı, zannetmiyordum ama büyüsünün bozulduğu kesindir. AKP için de yeni, zorlu bir dönem başlamış gözükmektedir. Ama bilinmelidir ki, sahneye yeni oyuncular girecek, İslam’a alternatif yeni din oluşturma çabası durmayacaktır. Yani bu kavga bize, nebevî bir İslam algısı hediye etmeyecektir; beklenen / doğal sonuç, daha fazla sekülerleşme, daha fazla demokratikleşmedir.
Anlatmaya çalıştığım tehlikenin ayak sesleri duyulmaktadır. Bu seslerden biri, Sibel Eraslan’ın yazısında bulunmaktadır. Eraslan, “Son yaşadığımız öfkeli tartışma tarafları artan derecede birbirine benzetirken, laiklik işte bunun için gerekirmiş diyecek hale geldik. (…) Cemaat AK Parti çatışması laiklik hakkında daha ciddi düşünmeye itiyor bizi. Şimdiye kadar süren klasik laik dindar çatışmasından farklı bir şeyle karşı karşıyayız. Dindarlarla dindarlar arasında gerçekleşen siyasi alan ve güç kavgası yeni bir hakem arayışına zorluyor…” demektedir. Eraslan’ın bu satırları, Taha Akyol ve Gülay Göktürk gibi liberal yazarlarda büyük ilgi uyandırdı. Eraslan neyi kast etmiş olursa olsun, onun bu satırlarından kim ne anlarsa anlasın, AKP ve neo-nurculuk gibi aktörler, bu toplumun kurtuluşunun, dini tamamen dışlamayan bir laik-demokratik hayat tarzı olduğunu benimsetmeye devam edeceklerdir.
İslam’ın yegane hayat tarzı olduğunu benimsetmek de, ‘ben de müslümanlardanım’ diyen herkesin ödevidir.
Sonuç olarak, ülkede Kur’an İslamı’nın neşvü nema bulmaması için; kulların, Allah’ın Dini ile aracısız, vasıtasız; çağdaş Lat, Menat ve Hubel’ler olmaksızın, çağdaş Samirilerin maskelerini indirmiş olarak doğrudan muhatap olmalarını engellemek için birçok hizip, iktidar koltuğunda oturanlarla iş yapmaya devam edecektir. Hakka karşı batıl bir mücadele verilmektedir. Bu mücadelede, ‘haklı’, ‘haksız’ ayrımı yapayım derken, o nezih ‘hak’ kavramını kirlettiğimizin farkına varmalıyız. Çünkü hak, Cenabı Allah’ın isimlerinden biridir ve sadece Allah’ın işaret ettiği şeyler için kullanılır. Taraflardan birinin cürm-ü meşhud üzere yakalanması ve yaptığı paniklemeler, diğer tarafın masum olduğu anlamına gelmemektedir.
Benzer şekilde, neye hizmet ettiği açıkça ortaya çıkmış bulunanlara hala, ‘hizmet hareketi’, mensuplarına ‘hizmet erleri’, faaliyetlerine ‘Türkiye’nin yüzünü ağartan işler’ gibi sıfatların yakıştırılması, hakkı batılla karıştırmak, hakkı nurdan zulmete taşımak değil de, nedir?
Her zaman olduğu gibi İslam, kendi müminlerini iş başına davet etmektedir.
* Bu ‘camia’ kelimesi ilginçtir… Şia inancında gaib İmam, hiçbir Peygamber’in sahip olmadığı gaybi bilgilere sahiptir. Bunlardan biri de cifir ilmi’dir. Şiaya göre Hz. Ali, Kur’an’ın bâtınî manasını açıklayan bir kitaba sahipti. Bu kitabı da sadece İmamlar anlayabilir, başkaları anlamaz. Bazı Şia kaynakları, Hz. Ali’nin bu bilgilerinin kaynağı olarak, Camia adında bir kitaptan bahsetmektedirler. Bunu Peygamber, Ali’ye yazdırmıştır. İçinde, halkın ihtiyaç duyduğu her şeyin bilgisi mevcuttur! Şii muhaddis Kuleyni’nin yazdığına göre, Peygamber Ali’ye bin kapı öğretmiştir, her kapıdan bin kapı daha açılır! Sözün özü, neo-nurculuğun ‘camia’ ismini seçmesi, bu bilinçle olmasa da, isabetli olmuştur…