(*Bu yazıda bazı bölümleri kurguladım; ancak ilgililerin ve sorumluların yazdıklarımla ilgilenmesini ve araştırmasını istemekteyim. Değilse tüm bu işleri hep birlikte kotardıklarını düşüneceğim ve kalemim tüm gücüyle hepsinin aleyhine dönecek!)
Ayhan, diyelim kahramanımızın adına… Ayhan, parlak zekâsıyla her ortamda derhal fark edilen bir öğrenciydi. Liseden sonra başladığı okulda da bu zekâsı herkes tarafından hemen fark edilmişti. Kendisi gibi zeki hocaları, onun zekâsını ortaya koyan davranış ve sözlerinden çok hoşlanıp ona zekâsını kullanabileceği yol, yöntem göstermeye uğraşırken hocalardan bir tanesi ondan hiç hoşlanmamıştı. E ne olur yani bir hoca bir öğrenciden hoşlanmazsa? Dört yıllık okul yedi yıl olur!
Ayhan uzatmalı dönemde, belirlenmiş ücreti doğru düzgün ödemeye yanaşmayan farklı işlerde çalıştı. Mezuniyetiyle beraber bir belediyede, ardından atanarak bir devlet kurumunda çalışmaya başladı. Elinden geldiğince üzerine aldığı tüm işleri en iyi şekilde yapmaya gayret ediyordu.
Bayram yaklaşıyordu. Ayhan, bayramı ailesiyle geçirmek için ailesinin yaşadığı kente gitmeyi planlamış, biletini de almıştı. Üç gün sonra yola çıkacaktı. O gün, yaptıkları işi takip ederek ‘onay veya ret’ vermeleri gereken bir firmadan, çalıştığı kuruma beş, altı paket baklava gönderilmişti. Ayhan de bayram hediyesi olarak düşündüğü baklavalardan kendisine gönderileni eve getirdi. Baklava kutusu masada duruyordu. Akşam, önce : ‘Güzelmiş giderken eve götüreyim.’ dedi; yatsıya doğru, kendisine ara sıra yemek getiren ‘Yan komşu Güler teyzeye vereyim, teşekkür etmiş olurum.’ diye düşündü. Gecenin ilerleyen saatlerinde ise midesi kazındı, yiyecek bir şey yoktu, gözünü baklavaya çevirdi. Sonunda dayanamadı: ‘Onlara yeniden alırım.’ diyerek baklavanın kâğıdını açtı. Kâğıdın altında sert bir zarf vardı. Zarfı açtı, içinde bir çek vardı. Çeke bakınca elinde olmadan yüksek sesle ‘Vay anam vay!’ diye gördüğünün doğru olup olmadığını anlamak için gözlerini ayırıp tekrar baktı. Elinde olmadan gülerek baklava kutusunu açıp birkaç dilim yedi, zarfı da cebine koydu.
Kaç tane baklava geldiğini, kimlere verildiğini, kime ne miktar belirlediklerini düşündü. Ertesi gün iş yerine gittiğinde, telefonla firmanın baklavayı getiren temsilcisini aradı, gelmesini söyledi. Koşarak geldi temsilci. Ayhan: – Baklavanız güzelmiş, yedim, sağ olun ama paketin üstüne bir zarf konulmuş yanlışlıkla. Bir daha böyle zarflar koymayın. Teşekkür ederim, çıkabilirsiniz!’ dedi ve zarfı uzattı. Adam, kıpkırmızı oldu. Ayhan, kendini iyi hissediyordu. O tarihe kadar daire başkanının yapılan doğru-yanlış neredeyse her işe ‘Olur’ verilmesi konusundaki ısrarlı isteğinin sebebini bilmiyordu artık öğrenmişti. Tabii kısa süre sonra iş yanlış ve eksik yapıldığı için ‘Olur/Onay/Kabul’ vermediğinde ne olacağını da -yaşayarak- öğrendi.
Kısa süre sonra Ayhan bulunduğu yerden aynı kurumun çok sorunlu bir başka birimine gönderilmişti. Doğru olanı yaptığı halde ‘bir tür cezalandırma’ sayılan bu emrivakiye içerlese de aldırmadı, işini yapmaya devam etti. Çalıştığı birimle iş yapmak durumunda olan bazı kişilerden, akşamları veya hafta sonları telefonlar alıyordu, söze hatır sormayla başlayıp: ‘Sizin kurumda bizim bir işimiz vardı Ayhan Bey, siz bizi memnun ederseniz biz de sizi her şekilde memnun ederiz.’ diye biten. Ayhan’ın da hazır bir cevabı vardı: ‘Ben hayatımdan zaten çok memnunum, daha fazla memnun olmam da zaten mümkün değil.’ Ayhan, bu cevabının da bir faturası olduğunu yaşayarak öğrenecekti.
O sıralar kurulda görüştükleri yeni bir konu vardı. Osmanlı döneminden kalma, tarihi değeri yüksek bir hamamdı bu. Ancak birileri burasını yıkarak yanındaki arsayla birleştirip AVM yapmayı planlamış hatta planını projesini tamamlamışlardı. Hamamın yeri merkezi ve değerliydi. Ancak tarihi hamamın da duvarları ortadaydı ve Osmanlı ilk dönem mimarisini göstermesi bakımından tarihi değere sahipti. Kurulda, burasının restore edilmesi gerektiğini, hiçbir şekilde AVM yapılacak yere dâhil edilemeyeceğini ileri süren bir mimar vardı. Görüşünde direniyor ve bu mimarı görüşünden vaz geçirmek mümkün olmuyordu. Sonunda, ‘onay’ talebini ‘kesinlikle’ reddeden ve açık-örtük tehditlere aldırmayan mimar, hızlı bir şekilde, yerinde incelenecek bir yapı için Antakya’ya görevlendirildi.
Yerine görevlendirilen Ayhan da dosyayı inceledi ve tıpkı önceki mimar gibi tarihi değere sahip hamamın yıkımına ve AVM yapılacak arsaya dâhil edilmesine karşı çıktı. Sonraki kurula kadar (Ayhan’a telefonla ve bizzat odasına gelerek pek çok teklif sunulduğu halde) talep edilen sonuç alınamayınca Ayhan’la (teklifleri kabul ettiği anlaşılan) kurul üyeleri aralarında toplantı esnasında sert bir tartışma çıktı. O günkü kurul sonrası, bu kurulda bulunan birkaç kişi, Ayhan ‘ı kendilerine bağırmakla suçlayarak tutanak tuttular. Bu tutanak üzerine kısa sürede Ayhan’ın görev yeri değiştirildi ve en sorunlu bir başka birim de görevlendirilip hakkında soruşturma başlatıldı.
Ayhan gittikten hemen sonraki kurulda ‘tarihi hamamın yıkılarak AVM yapılacak arsaya dâhil edilmesi konusunda’ olumlu karar çıktı. Bekleyenler de hamamı derhal yıkarak işe başladılar. Birkaç kişinin bildirimiyle medyaya yansımasına ve bir süre durdurulmasına rağmen sonuçta tarihi hamamın duvarlarını yıkıp temelini kazıyıp attılar ve yerine o çirkin, kendileri gibi köksüz binalardan birini daha yaptılar. Eğer bu ‘hamam’ Bizans dönemine ait olsa idi pek çok yerden çok daha sert itirazlar olur ve kimse bir taşına bile dokunamazdı. Ancak eser Osmanlıya ait olunca…
Yeni atandığı yerdeki ilk haftada, kurumun müdiresi Ayhan’dan, yapılmış ve çoktan işletilmeye başlanmış bir otel için derhal ‘onay’ istiyordu. Ayhan, binayı inceleyip değerlendireceğini, bunun için yerinde görmesi gerektiğini söyledi. Müdire: ‘Vatandaşın işini savsaklamayalım Ayhan Bey, bizim görevimiz insanımıza hizmet.’ diyordu. Bu hizmetin bedelinin ne olduğunu da herkes az çok tahmin ediyordu. Otelle ilgili bu raporun üç ay içinde hazırlanması gerekiyordu. Müdire, birinci haftanın sonunda cumartesi günü Ayhan’ı aramış ve raporu birkaç gün içinde hazırlamasını istemişti. Ayhan, bunun mümkün olmadığını en az iki veya üç haftaya ihtiyacı olduğunu, gidip yerinde inceleme yapması gerektiğini söyleyince telefonda tartışmışlar; bu tartışma pazartesi günü de sürmüştü. Müdire hanım, çok uzun zamandır, özellikle yönetici olduğundan beri gelirinin çok çok üzerinde lüks bir hayat yaşıyordu ve bu durum herkesin bildiği bir gerçekti. İsteğini açıkça söylemişti: ‘Ben sizden ‘Onay’ istiyorum Ayhan bey!’
Ayhan’ı dinleyen yazar olan dayısı şöyle dedi: ‘Yeğenim, bu anlattığın bilgileri metinleriyle bana ilet, isimleriyle birlikte yazalım, gündeme getirelim.’ Ayhan güldü: ‘Olur dayı olur, vereyim sana bilgileri, yaz; altına da Ayhan Akıncı’nın dayısıyım yaz, beni sürebilecekleri en yaşanmaz yere sürsünler. Dayısı: – E nereye sürebilirler, en fazla Kars’a. Ayhan: -Kars olsa iyi vatan toprağı, Tebriz’e doğru sürerler herhalde. Dayısı: – E orada da yabancılık çekmezsin, dil sorunun olacak değil ya sonuçta orası da bir Türk yurdu… Ayhan: – Diğer bir seçenek daha var, bir daha bulunamayacağım bir yere…
Ayhan, akşam, kanepede uzanmış yatarken çalan telefonu açtı, annesiydi. Annesi de son dönemlerde oğlunun yaşadıklarını biliyor ve çok üzülüyordu. Ayhan, o gün olanlardan da kısaca söz etti. Annesi kendince bir şeyler söyledikten sonra: ‘Oğlum, sen doğru olanı yapıyorsun. Hak doğrunun yardımcısıdır!’ dedi. Ayhan: ‘Ya annecim, bu nasıl bir doğruymuş ki ben hep tek kalıyorum. Bazen gerçekten düşünüyorum acaba ben yanlış yapıyorum da herkes mi doğru yapıyor, diye, ne bu böyle ya bıktım bu insanlardan; hiç mi aranızda düzgün dürüst kimse yok?’
Değerli okuyucum! Siz beni, gönüllere dokunacak yeni bir öykü mü yazıyorum sanıyorsunuz? Ne tuhaf arada bir ben de kendimi öyle sanıyorum. Kahramanım Ayhan’a kızıyor musunuz, neden tek başına Donkişotluk yapıyor diye; kim bilir belki de sizin oğlunuz olsa çoktan evlatlıktan reddederdiniz çünkü Ayhan, hakkı olmayanı alacak kadar erdemsiz olsaydı çoktan zengin olurdu.
Bu satırlar yazıldığında, Ayhan’ın soruşturması karara bağlandı ve kendisine tebliğ edildi: Şu anda Ayhan, en doğuda bir kentimize, emrivaki ile görevlendirilmiş bulunmaktadır. Adaletin olmadığı, haraç-rüşvet alıp verenlerin, devletin çalışanlarını sürdürebilecek kadar sözünün geçtiği bir ülkede huzurlu olabilmek nasıl mümkün olabilir?! Sağır sultanın duyup bildiğini onca haksızlığı ve zulmü, ilgililer duyup bilmiyor mu? İyilerin ve dürüstlerin kötüler tarafından cezalandırılabildiği bir ülkede/benim ülkemde/Türkiye’mde, iyilik ve dürüstlük nasıl hayatta kalabilir?!
Ayten Durmuş/Her Taraf