Batı insanı, özellikle iki dünya savaşının yıkımından sonra ‘modern akla’ güvenini yitirdi. Bu durum, Rönesans ve Reform ile başlayan Aydınlanma ile devam eden süreçte ciddi bir paradigmal kırılmaya tekabül ediyordu. Artık ‘Akla Veda’ edilmişti; Büyük Anlatı’lar birer ‘hikaye’den ibaretti; ‘ne olsa gider’di. Peki felsefi düzlemde görececiliğin hakimiyetini ilan ettiği bu post-modern evrenin sosyolojik ve siyasal saikleri nelerdi? Acaba post-modernizm, Batı Uygarlığı’nın beş asırlık tarihsel yürüyüşünde hangi dönemin işaretlerini veriyordu? Batı çöküş sürecinde miydi, yoksa duraklama dönemine mi girmişti? Bu yazıda, bu temel soruya, mistisizmin tarihsel şartlarla ilişkisi temelinde bir cevap aranacak ve post-modernizmin, mistik yönelimlerle ortak bir kaderi paylaştığı ve bu nedenle de Batı Uygarlığının iflasının ilanı anlamına geldiği tezi savunulacaktır.
Post-modernizm niçin ortaya çıktı?
Felsefi öngörüler, dünya görüşleri, ideolojiler ve dinlerin tarihsel şartlarla ilişkileri hep tartışılmıştır. Genel olarak burada anlamlı bir ilişkinin varlığından bahsedilebilir. Ancak ilişkinin mahiyetini tanımlama noktasında farklı cevaplar verildiği de malumdur. Kimileri, bu ilişkinin özden olduğunu savunurken, kimileri de düşüncenin tarihsel şartlardan bağımsız kendine özgü bir süreç içinde geliştiğini öne sürer.[1] İtidal üzere bir yaklaşım sergilendiğinde, tarihsel şartların, felsefi ve ideolojik görüşleri bir biçimde etkilediği söylenebilir.[2]
Bu bağlamda, Marksist teorinin devrimci karakterinin ve üslubunun Sanayi Devrimi şartlarıyla ilişkisine dair bazı çıkarımlarda bulunmak mümkün olduğu gibi, Hegel’in mutlak akıl kavramsallaştırması da, 19. yüzyılın başlarında hakim olan idealist akımla bir biçimde ilişkilendirilebilir. Nitekim aynı şekilde, coğrafi keşiflerle birlikte başlayan sömürgecilik nedeniyle muazzam bir maddi birikime kavuşan ve bu birikimi, feodal yapıyı yıkıp, yerine güçlü monarşiler kurmak suretiyle güvence altına alan sermaye grubunu (burjuvazi) anlamadan, vahşi kapitalizmi, liberal-demokrasiyi, hatta bugünkü ulus-devlet yapısını (ve tabii ki modernizmi) anlamanın mümkün olmadığı da söylenebilir. Benzer bir yaklaşımı İslam tarihi için de uygulamak mümkündür. Örneğin Ali-Muaviye mücadelesini, Haricileri, bu klikler arasında taraf olmayı tercih etmeyen toplum kesimlerini harekete geçiren saikleri anlamadan, mezheplerin ortaya çıkışını anlamanın zor olacağı söylenebilir. Bu bağlamda, Mürcie’yi anlamak için, Ali ve Muaviye safında savaşanların sahabe olması hususunun; Haricileri anlamak için, bedevi kültürününa; Mutezile’yi anlamak için, Yunan felsefesiyle başa çıkma endişesinin; Şia’yı anlamak için, Emevi ve Abbasi zulmünün, Sasani İmparatorluğu’nun mirasının ve Beni Ümeyye ve Beni Haşim’in iktidar mücadelesinin; Ehl-i Sünnet’i anlamak için de Hind ve Yunan kaynaklı inançlara karşı ‘sünnet’ temelinde geliştirilen cevap bulma arayışının tahlil edilmesi gerektiği düşünülebilir. Peki felsefi ve ideolojik bütün beşeri ekollerin tarihsel şartlardan etkilendiği düşüncemizi,[3] post-modernizm için uyguladığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkar? Acaba post-modernizmin verili tarihsel şartlarla ilişkisi nedir?
Bilinmelidir ki, bu önemli sorunun cevabı, mistisizmin tahlilinde yatmaktadır. Mistisizmin ortaya çıkış nedenleri üzerinde yapılacak bir inceleme, post-modernizmi anlamak için de yarayışlı olacaktır.
Mistisizm, esas itibarıyla, belirli bir metodla tedris edilen ilmi bir akım değildir; zira ilm, mistisizmde sahici bir değer ifade etmez. Hakikat, ilm yoluyla değil, keşf ve ilham ile bilinebilir. Kişi, hakikate kendi çabası ile değil, ancak Allah’ın lütfu ile ve belirli hal aşamalarından geçerek ulaşabilir.[4] İlmin küçümsenmesi şeklinde tezahür eden bu yaklaşım, kesrette vahdet kavramı ile birlikte görececi anlayışı getirmiştir. Sonuçta zahir (bir bakıma Şeriat’in hükümleri) önemsizleşmiş, buna karşı batın olarak adlandırılan ve her alanda kuralsızlığı doğuran bir kategori icad edilmiştir. Nihayet mistik/sufi, toplumla bağlarını koparmış ve uzlete çekilerek reel hayattan uzaklaşmıştır.
Şu halde mistisizm/tasavvuf, bir içe yönelim hali’dir.[5] Bu durum, hem birey hem de toplum yaşamında ortaya çıkabilir. Bunun nedeni ise, ‘sorunları çözme konusunda yaşanılan başarısızlık’ ve akabinde ‘hayatla bağların kopması’dır. Bu hal, bir takım şartların bir araya gelmesi neticesinde, tek tek her bireyin hayatında ortaya çıkabileceği gibi, toplumsal düzeyde de tezahür edebilir. Örneğin İslam toplumunda tasavvufun ayrı bir ekol olarak ortaya çıkışında, tarihsel ve sosyolojik etkenlerin önemli payı vardır. Tasavvufu, genel kitlenin, önce siyasal iradenin ardından da toplumun uğradığı dejenerasyona verdiği tepkinin ifadesi olarak görmek mümkündür. İç karışıklıklar sonucunda birliği bozulan toplumda farklı siyasi ve itikadi mezhepler teşekkül etmiş ve nitecede fırkalaşma ortaya çıkmıştır. Yoğun olarak iki asır süren bu dönem zarfında, müslümanlar, ‘sorunlarını çözememiş’, ‘başarısızlığa uğramış’ ve nihayet reel ‘hayatla bağlarını koparmışlardır.’[6] Bu toplumun içe kapanma halidir. İşte tasavvuf, somut bir kurum olarak, bu ‘içe kapanma süreci’nin tamamlandığı noktada ortaya çıkmıştır.[7]
Post-modernizm: Modernite Mistikleşiyor mu?
Bilinmelidir ki, epistemoloji alanında görececilik veya bilinemezcilik toplumsal alanda ise siyasi gelişmelere kayıtsızlık şeklinde ortaya çıkan mistik tezahürler, toplumsal yapının zaaflarına işaret ettikleri gibi, hayatın geneline yayılması durumunda yıkıcı etkiler bırakır.[8] Bu bağlamda, post-modernizmi de, bir çeşit mistisizm olarak görmek mümkündür. Epistemoloji alanında post-modernizm, modernitenin temel öngörüsünü yıkmış, yerine de yenisini koymamıştır. Ona göre, gerçeklik, akıl ve gözlem yoluyla kesin ve mutlak surette bilinemez. Gerçeklik tanımlarının ancak temsili bir değeri olabilir. Bizim hakikate dair atıflarımız, birer dil oyunudurlar ve ancak söylem değeri taşırlar.[9] Sözcükler, gerçekliği, aslına uygun olarak aksettiremezler Ve dil, nihayetinde kuralcıdır; sözcükler de sınırlıdır. Bu nedenle bilimsel izahlar, gerçekliğe tekabül edemezler; sadece ve sadece birer dil oyunudurlar. O halde, nesnel gerçeklik diye bir şey yoktur. Bilimsel genellemelerin kıymet-i harbiyesi olamaz; zira bunlar, bilimsel metinlerin kendi paradigmal çerçeveleri içinde anlamlı olabilir. Bu yüzden bilimsel izahlar, değer yargılarından bağımsız değildir. Bu durumda, Büyük Anlatılar, total söylemler ve genellemeler, ancak birer kehanet olabilirler.[10] Herşeyin mahiyetini kavrayabileğimizi; nesneleri çözümlemek suretiyle de, onların ileride alacakları pozisyonu tahmin edebileceğimizi söyleyen modern ilerleme anlayışı da bir safsatadan ibarettir. İşte, gerçeklik hakkındaki bu temel görüşleri nedeniyle, Postmodernizm, epistemolojik açıdan kuşkucu ve görececi, toplumsal açıdan her türlü farklılığı meşrulaştıracak ölçüde çoğulcu, ahlaki açıdan hiçbir normun sınırlarını bağlayıcı kabul etmeyecek biçimde eyyamcıdır.
Modernist “hakikat var ve ben bilebilirim”, post-modernist: “bir görüştür; saygı duyarım” der. Modernist, herhangi bir sorunla karşılaştığı zaman: “mutlaka bir çözüm yolu olmalı”, postmodernist: “ne olsa gider” der. Modernist: “iki kere iki dört eder”, post-modernist: “Amazon ormanında bir kelebeğin kanat çırpması, Alp Dağları’ndaki karın durumunu etkiler” der. Modernist: “bu metinde ne diyor?”, postmodernist: “bu metin ne işe yarar?” sorusunu sorar. Modernist, fonksiyonellik ve pratikliğe önem verir, post-modernist estetik ve imaja dikkat eder. Modernist ‘açıklama’ya önem verirken, post-modernist haz peşindedir. Modernist bilir ve düşünür; post-modernist hisseder. Modernist düzenlilikten yana iken, postmodernist düzensizliğin özgürleştirici olduğuna inanır. Modernist için ‘yapmak’, post-modernist için ‘olmak’ önemlidir. Modernist başarı arar, post-modernist ‘kendisi olmaya’ çalışır, başkası olmaktan kaçınır. Modernist, işte performans kriterini öne çıkarırken, post-modernist hoşça vakit geçirip-geçiremediğine bakar. Nihayet modernist hayatının her alanına aklın hükmetmesini isterken, postmodernist, akla duyduğu güvensizliğin bir sonucu olarak, bedeni ve ruhsal tatmin peşindedir.
Aslında bütün post-modern zihniyeti, akla güvensizlik’le izah etmek, diğer öngörü ve pratikleri bu temele dayandırmak mümkündür. Tarihsel sürece baktığımızda, modernizmin, insanlığa yeryüzü cenneti vaadinde bulunduğunu görebiliriz. Bunu, ‘rasyonel’ ve ‘ekonomik insan’ gerçekleştirecekti. Fakat sonuç tam bir fiyasko oldu. Avrupa’da faşizm, Rusya’da komünizmin egemen olması ve II. Dünya Savaşı’nda insanlığın neredeyse birbirini yok edecek duruma gelmesi, bu ‘insan modeli’nin iflas ettiğinin somut kanıtlarıydı. Nihayet Batılı insan kendisine şu soruyu sordu: “yarım yüzyılda 200 milyon insanın mahvına sebep olan akla güvenilebilir mi?” Bu net sorunun cevabı da net oldu.[11] Modernizm, yeryüzü cenneti kurmak bir yana, dünyayı yaşanmaz hale getirmişti. İşte Batı insanının ‘akla güvensizlik’ duymasının temel nedeni bu idi. Bu güvensizlik, beraberinde bilime de kuşku ile bakmayı getirdi. Bu durum, tipik bir anomi hali idi. Yani Batılı insan, beş asırdır yönünü tayin eden ‘değerler’den soğumuştu.[12]
Akla güvensizliğin toplumsal düzeydeki tezahürü ise, kurulu düzene başkaldırıdan çok, olan-bitene kayıtsızlık şeklinde tezahür eden akımlar oldu.[13] Aynılaştırmanın her türlüsünü tutsaklık olarak gören bu akımlar, gerçek özgürlüğün, bireyin kendi vicdanının vereceği kararla tayin edilebileceğine inandılar.[14] Fakat bu, aslında gerçekliğin mahiyetine ilişkin yeni bir iddiayı içinde barındırmıyordu; bilakis nefsin ilah edinilmesi durumuna tekabül ediyordu.[15] Bedensel hazların azami ölçüde tatminine kapı aralayan bu yeni anlayış, uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasını ve Seksüel Devrimi doğurdu. Batı insanı, çözümsüzlükten kurtulmanın çarelerini aramak yerine, hevaya tabi olmayı seçti. Bu ise, Batı toplumunun dinamizmini olumsuz yönde etkiledi. Bütün bunlar, açlık sorununundan milliyetçiliğe, çevre sorunundan Kuzey-Güney gerginliğine varıncaya kadar bizzat Batı’nın ürettiği sorunlara ‘içerden’ çare bulma ihtimalinin giderek zayıfladığını gösteriyordu.[16]
Şu halde, post-modernizmin ‘akla güvensizliğinin’ ardında, modern insanın yaşadığı birtakım tecrübelerin olduğunu söyleyebiliriz.[17] Gerçekliğin bilgisini yakalama noktasındaki ‘kesinlik’ düşüncesinin iptali, en nihayetinde post-modern insanın, varoluşsal sorunlarla karşılaşmasına neden olmuştur. Değerler anlamsızlaşmış, hazlar öne çıkmıştır. Post-modernist kendisi için ve günübirlik yaşar. Bu, toplumsal bağların zayıflaması giderek siyasal gücün ve bütünlüğün törpülenmesi demektir. Bu haliyle, post-modernist, aslında dış dünya ile ilişkisini bir biçimde koparmıştır ve huzuru bulmak için içe yönelmiştir.[18] İçe yönelimin tabii neticesi ise, toplumsal olaylar karşısında kayıtsızlık ya da toplumsal sorumluluktan kaçmak olacaktır.
İşte postmodernizm, bu özellikleriyle, İslami tecrübedeki tasavvuf pratiğinde görüldüğü gibi, aslında Batı uygarlığının tıkandığını ve giderek tükendiğini göstermektedir. O, modern uygarlığın temel değerlerine karşı duyulan güvensizliğin neticesidir. Postmodernizm, modernizme alternatif yeni ve özgün bir felsefi akım değildir; bilakis modernitenin yaşadığı sıkıntılara hatta iflasına işaret etmektedir.[19]
Elbetteki bütün toplumların (ümmetlerin) bir eceli vardır. Zamanı geldiğinde her toplum ve medeniyet tarih sahnesinden çekilmektedir. Beşerin ürettiği hiçbir şey ebedi değildir. Geçmişte nice büyük medeniyetler kurulmuş ve yok olmuşlardır. Müslümanların kurduğu devletler ve medeniyet için dahi geçerli olan bu kuralın Batı uygarlığı için geçerli olmaması düşünülemez. Bu kaderi belirleyen dinamikleri anlamak ise, gelecek öngörüsü noktasında işlevseldir. İşte mistisizmin ortaya çıkışı, bu eceli hazırlayan sebeplerden biri olarak görülmelidir. Şayet post-modernizm de bir mistik tecrübe olarak alınabilirse, Batı’nın bir zamandır gerilemekte olduğuna dair pek çok kesimden pek çok kişinin dillendirdiği görüşün isabetli olduğu düşünülebilir.
Kürşat Atalar/İktibas Dergisi, Ocak 1997
[1] Örneğin Marx ve Hegel bu konuda birbiriyle zıt kutupta yer alırlar.
[2] Bu etkiden tümüyle bağımsız olan tek bilgi kategorisi vahy’dir. Bunun dışında bütün insan düşüncesinde bu etki şu veya bu şekilde vardır. Örneğin konu seçimi ve üslup noktasında bu etki daha belirgindir. Fakat düşüncenin, bütünüyle tarihsel şartların ürünü olduğu düşüncesi de isabetli değildir. Düşünce, bu verili şartların üzerinde bir alanda da üretilebilmektedir. İnsanın tahayyül gücü buna örnek olarak verilebilir. Ali Şeriati’nin 4 Zindan örneğinde, hem tarihsel ve doğal şartların etkisi hem de bunların dışında ‘iradi’ bir alanın var olduğu tezi işlenmektedir.
[3] Vahyin konumu üzerine ise şunlar hatırlanabilir: Kur’an, Mekkelileri, “ataları daha önce uyarılmamış bir toplum”, Hz. Peygamber ise ‘ümmi’ olarak nitelendirilmektedir. Buna göre, vahyde, ne tarihin ne de insanın dahli söz konusu değildir.
[4] Bu yüzden tasavvuf, bu hale erişmeyi sağlayan araç olarak, tekke kurumunu icad etmiştir.
[5] Buradaki ‘içe yönelim’, öz-denetim (nefs muhasebesi) mekanizmasından farklıdır. Nefs muhasebesi bir iç-kontrol mekanizması olarak, insanı gafletten kurtarır. Ancak, içe yönelim, ‘içe kapanma’ halini alırsa, bunun zararlı sonuçları olur.
[6] Tasavvufun oluşum ve gelişim seyri, Hıristiyanlıkla (ruhbanlık) benzerlik arz eder. Allah, Hıristiyanlara, ruhbanlığı yazmadığı (emretmediği) halde, onlar, Allah’a yakınlaşmak düşüncesiyle bu yolu ihdas etmişler, fakat onu da becerememişler ve şirke düşmüşlerdir. Tasavvuf, müslümanların bir kısmının fitne ortamından (Emevi ve Abbasi zulmünden) kaçıp, güvenli bir mekana sığınma arayışlarının tezahürü olarak görülebilir; ama onlar da bu noktada başarısız olmuşlardır. Bu bağlamda manastır ile tekkenin benzer işlev gördükleri düşünülebilir.
[7] Siyasi mezhepler arasındaki mücadele, bu dönemin sonunda artık bitmiş; Hariciler, güçlerini yitirip tarihe karışmış, Şia, aktif mücadeleyi bırakmış, Ehl-i Sünnet ise, siyasal talepleri açıktan dillendirmeyen mutedil bir çizgi izlemiştir.
[8] Mistisizmin her toplumda görülebileceğine ilişkin bir örnek olarak Stoacılık verilebilir. Stoacılar da sufiler gibi, toplumsal olaylar karşısında kayıtsızdır. Bir fıçı içinde öğle uykusunu almaya çalışan ünlü Stoacı Zenon’un, Büyük İskender’e: “gölge etme, başka ihsan istemez” sözü, meşhurdur. Stoacılığın, Yunan Medeniyeti’nin gerileme dönemine ait bir anlayış olarak ortaya çıktığına dikkat edilmelidir.
[9] Agonistik modelinde, Lyotard, bu ‘oyun’da salt bir gerçeklikten bahsedilemeyeceğini, ve oyunun aktörlerinin, daha önceden konulmuş kurallar çerçevesinde ‘hamleler’ yapan, dolayısıyla sahici anlamda muhalif bir söylemle bu oyunda yeralamayacak piyonlar mesabesinde olduğunu; kısaca ancak ‘oyun kuralları çerçevesinde’ bir gerçeklikten bahsedilebileceğini söyler. Derrida ise, ‘çözümleyici’ (deconstructive) modelinde, ‘anlam’ın eşyanın özünde varolmadığını ve inşa edilmesi gerektiğini söyler ve akılcılığın veya akılcılaştırma işleminin, varlığın özünde yeralan çelişki ve farklılıkları gizlemekten başka bir fonksiyonu olmadığını savunur. ‘Gramotoloji’ olarak bilinen dil çözümleme yönteminde, anlamın (sözün) ancak dil aracılığıyla yazıya dönüştüğünü, dolayısıyla metin (yazı) çözümlemesi yapılmadan anlamı yakalamanın imkansız olduğunu ileri sürer.
[10] Post-modernistler, doğrudan ‘vahy’ kavramını tartışmamışlardır ama genel yaklaşımları içinde, vahy de Büyük Anlatılar kategorisine girer.
[11] Bu dönemde Herbert Simon, Hawthorne gibi sosyal bilimcilerin yaptıkları deneysel araştırmalarda, insanın irrasyonel davranışlarda bulunabildiği kanıtlanıyordu.
[12] Batı insanının bu tecrübesi, farklı bir ‘içe yönelim’ resmi sunmaktadır. Batıda özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda popülerleşen ruhçuluk, transandantal meditasyon gibi arayışların ve ilkel kabilelerin inançlarına dair ılımlı yaklaşımın kökeninde, Batılı insanın bu arayışını görmek mümkündür. Aynı şey, genel anlamda ‘din’ olgusu için de geçerlidir. Dinin ‘dogma’ olarak algılandığı pozivist akılcılığın iflasıyla birlikte, dinsel söylem ve pratiklere ilgi artmıştır. Ancak burada çoğunlukla İslam’ın değil, Doğu Dinleri’nin rağbet gördüğüne dikkat edilmelidir.
[13] 1960’lı yılların sonunda popülerleşen Hippiliği, bu tezahürlerden biri olarak görmek mümkündür.
[14] Foucoult, modern toplumun ‘disiplin’ kavramı ile izah edilebileceğini söyler ve bu yapının çözülmesi konusunda karamsardır. Moderniteyi, farklılıkları yoketmesi yönüyle eleştiren Foucoult, modern toplumu da bir açık hapishane olarak görür. Bu toplumda bireyin her davranışında bir iktidar ilişkisinin izini görmek mümkündür. Öyle ki kitap okurken, hatta tek başınıza otururken dahi, bu tahakkümü hissedersiniz. O: “kendi bilgimizle hapsolur, cahilliğimizle özgürleşiriz” dahi diyebilmektedir.
[15] Türk televizyonlarında bir dönem sıkça yayınlanan bir reklamdaki ‘özgür kız’ tiplemesi, post-modern yaşam tarzı hakkında yeterince ipucu taşımaktadır.
[16] Huntington’un ‘Medeniyetler Savaşı’ ve Brzezinski’nin ‘Kontrolden Çıkmış Dünya’ tezleri, Batı’nın karşılaştığı ciddi sorunları göstermesi açısından dikkat değer görülmelidir. Aslında Fukuyama bile ‘Tarihin Sonu’ tezini ortaya atarken, tersinden, Batılı tarihin bir bitiş ‘noktası’na gelip dayandığını itiraf etmiş oluyordu.
[17] Postmodernizmin akla güvensizliğini, aklın sınırlı olduğu yönündeki vahiy-temelli düşüncenin haklılığına dayanak kılmak isabetli değildir. Çünkü buradaki iki akıl arasında fark vardır.
[18] Toplum içinde kulaklıklarını takarak Walkman dinleyen genç tipi, bu içe yönelime iyi bir örnek olabilir.
[19] Post-modernizm, geliştirdiği tezler itibarıyla, tepkiseldir. Bütün tezlerini bu tepkisel üslupla dile getirmiştir. Yeni ve özgün bir tezi de yoktur.