‘Peygamberimize hakaret’ davası, bütün Müslüman âleminde derin gibi görünen, gerçekte oldukça sığ dalgalanmalar oluşturmaktadır. Bu dalgalanmalar bize, 21. yüzyıldaki, Rasulullah’ın terk-i dünya edişinden 1400 küsur sene sonrasındaki zihinsel, akidevî ve ahlakî hal-i pür melalimizi de öğretmektedir.
‘Peygambere hakaret’ olayının bize öğrettiği -öğretmesi gereken- ilk acı gerçek şudur: Biz Müslümanların bedenimiz bu âlemde, ruhumuz ise sürgündedir. Biz hayattan yoğaltılmış durumdayız. Yok hükmündeki bir ümmetin, dünyada egemenliğinden bahsedilemez. Egemenlik şöyle dursun, esamemiz bile okunmamaktadır. Egemen olan, başkalarıdır. Bugünkü batı medeniyeti, doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine insanların hayatına hükmetmektedir.
Bu acı gerçeğin, Allah’ın âlemlerin rabbi oluşuyla çeliştiği zannedilmemelidir.
Batılı politik ensesi kalınlar, diledikleri zaman, biz Müslümanların, diledikleri değerlerimizle diledikleri biçimde oynamakta, mukaddeslerimiz üzerinde diledikleri gibi at koşturma gücünü kendilerinde bulmaktadırlar. Bununla, tabi ki birden fazla yarar sağlamaktadırlar. Zaten onların tanrıları da ‘yarar’dan başka nedir ki!
Bu cümleden olarak batılılar en başta, dünya gündemini kendileri belirlemiş olmaktadırlar. Müslümanlara ise, Yahudi-Hristiyan medeniyetinin belirlediği bir gündemde, dengemizi yitirmiş bir vaziyette, kurdun saldırdığı koyun sürüsü misali, o yana bu yana savrulmak, ne yaptığını bilmezcesine kontrolsüz hareketler yaparak, ‘komik’ ve ‘acınası’ bir görüntü vermek düşmektedir.
Tabi ki, “gündemimizi kendimiz belirlemeliyiz!” demek, bunun olmazsa olmaz temel şartlarını temin etmediğimiz sürece hiçbir anlam ifade etmemektedir. Gündem belirleyebilir olmamız için, öncelikle, yürek yakan bir hasreti doğurmuş olan tarihteki sürgünümüzden dönmemiz gerekmektedir. Aslında bütün dünya (âlemler), bizim dönüşümüzü beklemektedir. Bu ‘beklemektedir’in, ‘muhtaçtır’ diye anlaşılmasını umarım…
Bizim, tarihteki bu fetretimizi bitirmemiz ise hemen birkaç gün içinde, birkaç koşuşturma, birkaç salon toplantısı, birkaç radyo-televizyon sohbeti ve birkaç kitap yayınlamakla olabilecek kadar basit değildir.
Aslında, zaman zaman tekrarlanan ‘Peygamberimize hakaret’ saldırılarını şöyle de okumamız mümkündür: Bunlar bize, bir nevi ‘sesleniş’lerdir, içerideki kimseye kendini duyuramayıp da, cama taş atan kimsenin durumu gibi… Ya da, evin bahçe kapısında bağlı köpeğin, havlayarak karanlık vakitte eve yaklaşan şerîrlerden evdekileri haberdar etmesi gibi… Yani değil mi ki, gerçekte bizler ne güzel uyarılmaktayız!
Aslında bu uyarıları Bir’ileri bize on dört asır önce yapmıştı ama biz onu kıldan-tüyden tartışmalara, kelamî-fıkhî gevezeliklere feda ettik, üzerine beton sütunlar yükselttik. O uyarıda bizler dostumuzla-düşmanımızla tanıştırılmıştık. Fakat biz, edebiyatını çok yapıp da, bir türlü günümüze yönelik somut mesajlara dönüştüremediğimiz muasır Samirîlerin diyalog-hoşgörü gevezeliklerini, o Bir’in uyarıları önüne geçirdik. Samirîlerin gevezeliklerine ödül üstüne ödüller verirken, batılılar onların hezeyanlarını dünya edebiyat şaheserleri arasına iliştirirken, ecnebilerin bu ‘iltifatı’ karşısında sarhoş olurken, Allah’ın kelamının duvarların arkasına hapsedilmesine bîgane kaldık. Kur’an’ın adeta bin dört yüz yıl öncesine ve indiği ‘Arap Çöllerine’ geri gönderilişine hiç yüreğimiz sızlamadı. Hala da, sızlayan yüreklerin sayısı, Samirî muhiplerinin kanaatine göre, ancak bir lisenin spor salonunu dolduracak kadardır…
Öte yandan, biz ölümcül sürgünümüzü yaşarken, öte yandan, tam da Yahudi-Hristiyan medeniyetinin monarklarının arzularına denk düşen bir biçimde, bizim içimizden birileri bizlere, mesela İslam’ın barış dini olduğu, İslam’da cihad diye bir kavramın bulunmadığı, İslam’ın savaştan yana olmadığı, Peygamber’in yaptığı savaşların da bütünüyle savunma amaçlı olduğu masalını anlattılar. İslam’ın kelime ve kavramlarına çok muştâkmış, Kur’an terimlerini çok önemsiyormuş gibi, İslam kelimesinin barış, esenlik anlamına geldiği üzerinde durdukça durdular.
İşte şimdi birileri her birkaç yılda mutlaka ses getirici ciddi bir eylemle bizi uyarmaktadır sanki. Bu zaviyeden bakınca, yeryüzünde köpeklerin havlamasının, gökyüzünde bulutların geçişine bir engel teşkil etmediğini ve ama yukarıda değindiğimiz gibi, bu havlamaların bizi derin uykumuzdan uyandırmaya yönelik çok hayati bir ‘ikaz’ olduğunu düşünebiliriz diyorum…
‘Peygamberimize hakaret’ saldırılarıyla, ilgili yapımcıların güttüğü ‘yarar’lardan biri de, Müslüman kalabalıkları galeyana getirerek, doğal olarak galeyana gelmiş kitlelerden sadır olacak birtakım ölçüsüz-kontrolsüz hareketleri ‘şok’, ‘son dakika’ ve ‘flaş’ gelişme gibi kışkırtıcı etiketlerle, ‘suçüstü’ bir vaziyette bütün dünyaya fâş etmek, jurnallemek… Biz dememiş miydik, Müslüman eşittir terörist? E elbette bu Müslümanları terörist yapan, onların dinleridir! İslam, medeniyete düşmandır, insanın ürettiği değerlere düşmandır! Bazı resmi ağızlar tarafından, İslam’ı müslümandan ayırt edici(!) görünen üslup kesinlikle bizi yanıltmamalıdır. Çünkü İslam değil ama Müslümanlar teröristtir söylemi de, verilmek istenen mesajı yeterince doğurmaktadır. Aynı cümleyi Yahudilik ve Yahudiler için kullandığınızda, anında anti-semit oluyorsunuz fakat İslam ve Müslüman söz konusu olunca bu, yerini doğallığa bırakmaktadır.
İşte bu noktada, biz Müslümanlar, Yahudi-Hristiyan medeniyetinin oyun kurucularının tuzaklarına düşmekten mutlak surette kaçınmalıyız. Rasulullah (a.s) Uhud’da kâfirlerin kazdığı bir çukura düşmüştü ve ölüm tehlikesi atlatmıştı. Onun bu tuzağa düşmesini hiç kimse yadırgamaz. Ama Allah’ın Rasulü, kâfirlerin siyasal ve stratejik tuzaklarına hiçbir zaman düşmemiştir. Bu anlamda, Mekke’de 13 yıllık İslam tebliği döneminde, şirkin elebaşlarının olanca tahrikkâr tutumlarını bir daha hatırlayabiliriz. Mekke’nin reisleri Muhammed (sav)’i asla kendi gündemlerini oynamaya sürükleyememişlerdi.
Bizim, ‘Peygamberimize hakaret’ davasına vereceğimiz cevaplar kesinlikle olmalı ama bu, bizim cevabımız olmalı; planı, projesi, zamanlaması, içeriği tamamıyla bize ait olmalıdır. Bu, öyle anlık, önümüze atılan bir ‘proje’ olaya karşı sergileyeceğimiz refleksif tepkilerden oluşan bir cevap olmamalıdır. Bu, Allah’ın ve Rasulü’nün öğrettiği, Allah’ın razı olacağı bir cevap olmalıdır. Bunun açılımı nedir denirse, bütün Rasullerin yol ve yordamı olan nebevî mücadele metodu demek isterim.
Şimdi biraz da, ‘Peygamberimize hakaret’in içeriğine eğilmemiz gerekmektedir.
İslam düşmanı bir medeniyetin çocuklarından, İslam’ın Allah, Peygamber, Kur’an gibi temel iman esaslarına ya da bizzat Müslümanların kendilerine her türlü hakaret beklenir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Fakat Peygambere hakaret, yalnızca kâfirlerden sadır olmamaktadır. ‘Peygamberimize hakaret’i biraz da ‘içeride’, ‘İslam dostu’ olan, yani bizzat Müslümanlık iddiasında bulunan kimselerin söz, yazı ve yayınlarında, Peygamber telakkilerinde aramak gerekmekte değil midir?
Kur’an’dan sonra en sahih kaynak sayılan hadis kitaplarından başlasak, siyer kitaplarını tarasak, vaaz ve irşad(!) kitaplarını gözden geçirsek, Rasulullah’a yapılan atıfların, ona nisbet edilen söz ve fiillerin, ona dair oluşturulan telakkinin çizdiği resimden yüzümüz kızarmakta, öfkeden kalp atışlarımız hızlanmaktadır.
Adı hocaya çıkmış kimi ahlaksız kimselerin Rasulullah’a izafeten anlattıkları şeytanî hikâyeler Peygambere hakaret değil de nedir? Bunları Selman Rüşdî adında bir kâfir yazarsa ölümcül suç, Müslüman adını taşıyan birisi yazarsa, hikmet mi sayılmalıdır? Mesela Peygamber’in adeta Allahlaştırılması, Allah’ın, elçisine âşık yapılması, Peygamber’in Âdem’den de önce yaratıldığı iddiası, Peygamber’in ezeli ve ebedileştirilmesi nedense Müslümanlar nezdinde ‘Peygamberimize hakaret’ sayılmamaktadır! Çünkü bu daha ciddi bir ‘savaş’ vermeyi gerektirmektedir. Diğeri ise daha kolay gelmektedir. Birkaç slogan, bir miting, bir yürüyüş ve bir iki bayrak yakma eylemiyle iş olup bitmektedir.
Peygamber’in idrarını, kanını, sümüğünü, tükürüğünü sahabeye içirten şeytanî hikâyeler kitlelerin öfkesini kabartmamaktadır! Bunun sebebi bellidir: Bu şeytanî hikâyelerin de tel’in edilmesi için, bunları anlatan şarlatanların ‘paralel’ sınıfına alınacağı günü beklememiz gerekmektedir… Hatırlanacak olursa, şimdiki ‘paralel’ de, zikrettiğimiz cinayetlerin hepsini en şirretiyle icra ettiği dönemde hiçbir öfkenin müsebbibi olmamıştı; ta ki ‘paralel’ kampına itekleninceye kadar… Bu da, güce tapmanın bir göstergesi değil midir?
Bu durumda, ‘müslümanların’ ‘Peygamberimize hakaret’ olaylarına gösterdikleri tepkinin sahiciliğinden bahsedilebilir mi?
Peygambere saygı, Peygamber sevgisi, tamamen ve sadece Allah’ın bize öğrettiği kadar olmalıdır. Allah’ın öğrettiğinden en küçük bir sapma, en büyük şirklere götürmeye namzettir. Allah’ın, nasıl bir Peygamber sevgisi öğrettiği ise öncelikle Kur’an’dan öğrenilebilir. Maksat, Allah’a ubudiyet, Peygamber ise bu ubudiyeti öğreten bir elçidir. Sünnet, baştan sona işte bu sevginin tezahürüdür.
Şu halde, bizim önceliğimiz ve bizi sürgünden yeniden hayata döndürecek olan ödev net olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır: Kur’an’a dönüş…