Evet para bir kâğıttır; taşıyanı ve kullananı ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdı. Dostlukları, arkadaşlıkları, akrabalıkları test etmek mi istiyorsunuz? Eline o kâğıtlardan tutuşturun bakalım soluğu nerelerde alacaklar. Gözleri acaba kimleri görecek, kimleri görmezden gelecekler.
Elbette para hiç olmasın demek istemiyorum. Ayrıca her şeye rağmen cümlemi o mânâda yanlış anlamanız beni sevindirir. Keşke hiç paranın olmadığı bir dünyayı düşleyecek kadar derinlikli bir dünyam olsaydı. O derinlik altınınızı, gümüşünüzü sakladığınız kasanın, çeklerinizi senetlerinizi kilitlediğiniz çekmecenin, paranızı korumaya aldığınız cebinizin ya da cüzdanınızın derinliğine hiç benzemez. Keşke kazandığı parayı kalbine ve vicdanına değil, cebine ve cüzdanına yerleştirebilen insanlar dünyaya hâkim olsa. Fakat para öyle akıl çelici bir araçtır ki, kendini bir anda amaç haline getirir.
Ne kadar çok şeyi elinde bulundurduğu ile alabiliyorsa insan kendini mutlu ve zengin kabul ediyor. Gerçekte öyle midir, hayır. Görece olarak öyle olabilir, lakin paranın tahrik gücü bir süre sonra tahrip gücüne dönüşür. Beyin başka türlü çalışmaya başlar. Kişi kazandığı paranın ve malın mülkün kendisine ait olduğunu, kimseyi ilgilendirmediğini düşünmeye başlar. Zamanla bu “kimse”nin içine din de dahil olur.
Parasına kıyamayan sözde dini bütün vatandaş, bütün gücünü namazına vererek o açığı namazla kapatmayı dener. Fakat nafile! Nafile namazlar bile nafiledir. Biriktirdiğinden ihtiyaç sahiplerine vermeden bu boşluğu kapatamaz. Boşuna Kur’an birçok ayette “namazı kılın” ifadesinden hemen sonra “zekât verin” diye emir buyurmamıştır.
Zekâtın sadakalaştırıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Halbuki zekât Müslüman olanların vermesi gereken mecburi bir vergidir. Sadaka ise zekâtın dışında yapılan hayır ve hasenatların bütünüdür. Durmadan parasını biriktirip sayan kişi diğer hesaplarını doğru düzgün yapmakta zorlanır. Yaşadığımız dünya parayı da kendi piyasasına katarak sekülerleştirmiştir. Oysa para diğer unsurlar gibi imtihan aracıdır. Elden çıkarılıp ihtiyaç sahibi birine ulaştığında “fitne” (kendine meftun eden) olmaktan çıkıp asli görevini ifa etmiş olur.
Beş vakit namazı camide cemaatle kıldığımız halde kardeşlik duygularımız halen olması gerektiği biçimde gelişmiyorsa “zekâtsızlık” yüzündendir. Zekât mağdur ve muhtaç kardeşinin yüzüne bakmaktır. Namazda sağa sola selam verirken aslında bu sosyal sorumluluk fırsatına çok yaklaşmış oluruz. Namazın dağılmasıyla beraber gördüğümüz yüzler de yeryüzünün değişik yerlerine dağılmış oluyor. Dağılan bu yüzleri, camide namazda yakaladığımız gibi yeniden hayatın içerisinde yakalamamız gerekiyor. Dertlerini, tasalarını, ihtiyaçlarını ve de sıkıntılarını paylaşmak için namaz ve zekâttan daha büyük fırsat var mıdır?
ŞAİRİN AKLI ŞİİRE ÇALIŞIR
Kimin hizmetindesin ey şair? Diye sordum. Bir müddet düşündükten sonra cevap verdi:
– “Şiirin!”
Peki, dedim; şiirin hizmetinde ne yapıyorsun, beden gücü falan değil herhalde?
– Yok, dedi. “Aklım şiire çalışıyor!”
“Öyle ise aklın şiirin işçisi, doğru mu?”
– “Evet” dedi “doğru”.
“O zaman aklın senin hakimiyetinden çıkmış, onunla bu şekilde nasıl baş ediyorsun?
– Ben de şiiri çalıştırıyorum!
Nasıl yani?
– Şiiri eğitimin, siyasetin, ekonominin, inancın disipline edilip kıvam bulmasında görevlendiriyorum. Sadece akıl ölçütleriyle düşünen insan şiirle düşünmeye başlıyor!
Milli Gazete / Hüseyin Akın