Bizim konumuz Osmanlı’dan Türkiye’ye modernleşmeye aydın ve edebiyat çevrelerinin katkıları sadedinde olacağından yalnızca sosyolik bağlamda konuyu tutmaya gayret edeceğim. Askeri anlaşmalar, savaşlar, toprak kayıpları gibi konulara girmeyeceğim. Konuyu belli bir çerçeve dışına taşmadan ele almaya gayret edeceğim. Şunu itiraf edeyim ki bu konuyu çalışmaya başlamadan önce konunun ne kadar çetrefilli olduğunu tahmin ediyordum ama işin içine girdiğimde konunun düşündüğümden daha da zor olduğunu gördüm. Okunması gereken o kadar fazla kitap ve makale vardı ki ve tahlil edilmesi gereken onca yazar ve eserleri… Malum süremiz kısıtlı, zamanımız az idi. Elimden geldiği kadar kronolojik bir sıra takip ederek konuyu hiç değilse malumat furuşluk babında anlatma gayretim oldu. Umarım faydalı bir çalışma olmuştur.
Modernleşmenin ilk adımları 3. Ahmet döneminde İbrahim Müteferrika’nın 1726 yılında kurmuş olduğu matbaa ile başlar. “Bu ilk matbaanın bastığı eserlere dikkat edilecek olursa 18. asrın ilk yarısını hakikaten bir uyanma devri addetmek zarureti vardır. Bu uyanışın en mühim amili İbrahim Paşa’nın, daha sonra 1. Mahmut’un ve bilhassa asıl matbaacılığın kurucusu olan Said Galip Paşa’nın [Mehmet Said Paşa] himayelerine mazhar olan İbrahim Müteferrika’dır. Tab’ettiği Cihannüma’ya yaptığı zeyillerde bize modern astronominin unsurlarını getiren, Copernic ve Descartes sistemlerinden bahseden İbrahim Müteferrika, ayrıca Fuzuyat-ı Mıknatısiye adlı bir eserle de mıknatıstan bahseder.”[1]
İbrahim Müteferrika matbaayı kurarken yalnız değildir; bir ortağı vardır. Bu kişi Paris’e Osmanlı Büyükelçisi olarak giden (1720 – 21) Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin oğlu Mehmet Sait Efendi’dir. Çelebi Mehmet Efendi, Osmanlı Devleti’nin Fransa ile ilişkilerini geliştirmek ve Batı’daki yenilikleri takip etmekle görevlendirilmiştir. Bu görevi sırasında, gördüklerini anlatan bir Sefaretname yazmıştır. Çelebi Mehmet Efendi bu kitabında, Batı’daki yeni teknikleri, askeri okulları, hastaneleri, rasathaneyi, teşrihhaneleri (anatomi yerlerini) limanları, karantina usulünü, bilim kurumlarını, hayvanat bahçelerini, park, opera gibi eğlence yerlerini anlatmıştır. Bunların yanı sıra, basım konusuyla da ilgilenmiş, yurda dönüşünde bu tekniğin Osmanlı diline ve yazısına uygulanmasını istemiştir. Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa’daki elçilik görevi ve incelemeleri sırasında oğlu Sait Efendi de yanındadır. Dolayısıyla, Sait Efendi, matbaanın kurulması gerekliliğine inanmış bir kişi olarak İbrahim Müteferrika’nın ortağı ve yardımcısı olmuştur.
Matbaanın açılmasından belli bir süre sonrası adeta Osmanlı Devleti’nin modernleşme süreci içinde bir nevi kuluçka dönemi olmuştur. 3. Ahmet’ten 3. Selim’e gelene kadar Osmanlı Devleti’nde askeri ve siyasi bir takım gelişmeler olmuş ve artık devletin yüzünü Batı’ya dönmesi gibi bir zaruret ortaya çıkmıştır. Özellikle 3. Selim döneminde başlayan Fransız Osmanlı yakınlaşması gözle görülebilecek kadar ileridir. Osmanlı Fransa etkisi altında siyaset üretmekte ve hatta Fransa’dan uzmanlar getirilerek orduyu ıslah çalışmaları yaptırılmaktadır. “Devlet, Fransız siyasetine alet olmuştur. Bu yüzden evvela Yedi Sene Muharebesi esnasında (1756-1763) Rusya ve Avusturya’ya karşı muvaffakiyet ihtimali daima mevcut olan bir harbi açmak fırsatını kaybettiği gibi, yine aynı Fransız siyasetinin telkini ile, biraz sonra Lehistan Krallığı meslesi yüzünden Kaynarca felaketiyle bitecek olan meş’um Rus Muharebesine (1768-1774) sürüklenmiştir.”[2]
Selim, Osmanlı Devleti’nin modernleşmesine dair düşüncelerini sadrazam ve devletin ileri gelen bürokrasisi ile istişare eder. Osmanlı Devleti’nde uzun süreden beri süregelen en oturaklı davranış biçimidir bu; her meseleyi mutlaka istişare ederek yapmak.
1789 ile 1807 arasındaki devri garba doğru gidişimizin ikinci safhası addetmelidir. Hakikatte yenileşme ve müesseselerimizi Avrupalılaştırma fikrinin asıl kökleşme zamanı bu on sekiz senedir. Selim, ıslahat hareketlerine rical arasında yaptığı bir anketle başlar.[3]
Aradan geçen birkaç senenin acı tecrübesinden kuvvetini alan ikinci teşebbüs 1792’dedir. Daha ordu Silistre’de iken, Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya gönderilen bir emirde “nizam-ı devlete dair, herkesin mütealatını bir layiha şeklinde kaleme alması emredildi. Cevdet Tarihi’nde her biri ayrı ayrı hülasa ve münakaşa edilen bu layihaların büyük bir kısmı, ıslahından Yeniçeri Ocağı’nın yanı başında Avrupa usulü ile talim görmüş yeni bir ordunun kurulması hususunda -tatbikata ait ufak tefek farklarla- birleşiyorlardı. Aynı zamanda bu ordunun ihtiyaçları için Frenklerin harp fenni kjitaplarının tercümesi ve Avrupa ordularından mütehassıslar getirilmesi tavsiye ediliyordu. Bittabi Humbaracı, Lağımcı ocakları ve Sürat topçuları gibi, daha evvelden kurulmuş teşekküllerin de ıslah ve kadrolarının genişletilmesi çareleri ayrıca aranıyordu. Bunlardan başka bazı layihalarda, son derece bozulmuş olan içişlerinin düzeltilmesi hususunda da teklifler vardı.[4]
Fransız ihtilaline bakıldığında aşağıdan gelenlerin daha amiyane bir tabirle çıplak ayaklıların yapmış olduğu bir devrimi görürüz. Ama Türk Devletlerinin genel karakteristiğine baktığımızda ise toplumsal değişimler hep üst taraftan gelmiştir. Osmanlı yenileşmesi de yine aynı şekilde saraydan halka doğru giden bir süreci takip etmiştir. Cumhuriyet dönemi modernleşmeye baktığımızda da yine aynı tablo görünmektedir. Bunun sebebi elbetteki farklı şeyler olabilir ama en temel karakteristik özelliği zannımca devletin halkını reaya yani sığır sürüsü[5] gibi görmesi ve hiç kaale almamasıdır. Teba, tabi olmakla yükümlü olan halktır. Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylediği gibi “Ulan öküz Anadolulu! Bu memelekete şeriat gelecekse de biz getiririz, komünizm gelecekse de biz getiririz. Sizin iki vazifeniz vardır: Birincisi askere gitmek, ikincisi ise çiftçilik yapmak.” Evet aslında Tandoğan, yılların devlet anlayışını, devletin halkına nasıl baktığını özetlemiş oluyordu. Halkın iki görevi vardı: Birincisi savaşta ölecek çocuklar yetiştirmek, ikincisi ise saray erkanının daha fazla semizleşebilmesi için onlara vergi ödemek ve onların sebepsiz zenginleşmesinin bitmez tükenmez kaynağı olabilmek. İşte bu sebeptendir ki değişim Türk Devletler’inde aşağıdan yukarı doğru değil yukardan aşağı doğru olmuştur ve çoğunlukla da baskıyla olmuştur.
3. Selim, istişarelerinin sonucunda bir takım kararlar alır. Bir müddet sonra “ilk defa olarak Avrupa’da daimi sefirlikler ihdas edilir ve başta Londra olmak üzere Viyana, Berlin ve Paris’e sefirler gönderilir. İşte bunlara verilen talimatnameler ile bu anket adeta memleket dışına nakledilmiş olur. Filhakika yeni sefirler, gittkleri yerlerin “suret-i idaresini, nizamı mülke dair kaffe-i halatını, askerlik sahasındaki vaziyetleri ile” tetkik ederek bildirecekler, maiyetlerinde bulunanlarsa orada ecnebi lisanı öğrenecekler ve devletin işine yarayacak bilgiler tahsil edeceklerdi. Avrupa ile doğrudan doğruya temasımız demek olan bu teşebbüs, aynı zamanda garbı görmüş adamları yetiştirmenin, o devir için en iyi çaresi idi.
Bu tedbirlerin bir de memleketin iç hayatına ait kısmı vardır. Bunların başında rüşvetin ve suistimallerin men’i, adaletin temini ön safta gelir. Ayrıca ulema sınıfının ıslahı çareleri de düşünülür, vezirlik kanunu tanzim edilir.”[6]
3.Selim’den sonra tahta geçen 2. Mahmut; ekonomik alanda, askeri alanda, eğitim alanında, toplumsal alanda, yönetim alanında birçok ıslahatlar yapmıştır. Hepsinin merkezinde Batılılaşma arzusu yatmaktadır. Batı’nın tekniğini almak ama ahlakını almamak düşüncesi baskındır. Ne var ki toplumsal değişimler domino taşı gibidir, taş yıkılmaya başladığı anda nereye kadar devam edeceğini kestirebilmek güçtür. Hilmi Ziya Ülken’e göre Batı’nın bugünkü tekniğini oluşturan şey aynı zamanda onun ahlakını da inşa eden şeydir; “Tekniği Batı’dan alalım, fakat ahlakımızda, hukukumuzda şarklı kalalım diyemeyiz. Hatta tekniği, ilmi milletlerarası bir fikir piyasasından alalım, fakat sanatımız, felsefemiz milli olsun hiç diyemeyiz. Böyle bir milletlerarası piyasa yoktur. Ancak çağdaş ve birleşik faaliyetleri olan bir milletler seviyesi vardır. O seviyeye erişmek için sanatta da, hukukta da, ahlakta da, felesefede de, ilimde de yaratıcı olmak gerekir.”[7] Çünkü Batı rönesansını yaşamış, reformu bitirmiş artık sanayi devrine geçmiştir. Batı yaklaşık üç yüz yıllık bir süreçten geçerek şimdiki kimliğine kavuşmuştur. Kurumlarını, düşüncelerini, ekonomisini, yöenetim modelini kapitalizm üzerine inşa etmiştir. Buldozer misali önüne çıkan tüm kültürleri, medeniyetleri yok edip üzerinden geçmektedir. Osmanlı yönetimi bunu çok geç de olsa görebilmiştir. Fakat görmek ona fayda sağlayacak mıdır bilinmez. Ama en azından gelen bu fırtınaya karşı tedbir almak zorunluluğunu duymuştur. Ne var ki Osmanlı ilmi ve kültürel anlamda Batı’yı sağlıklı bir kafayla ölçüp değerlendirecek bir seviyede değildir. Birçok saray erkanı hala kendi ihtiraslarının peşindedir.
Mahmut’un yapmış olduğu ıslahatlar içinde konumuzca önemli olan bazı ıslahatlar şunlardır: Medrese dışında Avrupai tarzda okulların açılması, ilköğretimin kız ve erkek çocukları için zorunlu olması, ortaokulun açılması, devlet adamı yetiştiren Mektebi Maarifi Adliye okulunun açılması, ilk defa Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş olması, ilk bando okulunun açılması ve ilk resmi gazetenin Takvim-i Vakayi’nin açılması. Bu saydıklarımız eğitim alanında yapılan ıslahatlardır. Ayrıca toplumsal alanda yapılan ıslahatlar vardır: Devlet dairelerine 2. Mahmut’un resminin asılması ki yıllardır İslami düşünceyle yönetilen ülkelerde ki Osmanlı’da buna dahildir, resmi, putla özdeşleştirdikleri için portre tarzı resimlere herdaim bir set çekilmiştir. Ama 2. Mahmut bu anlayışı yıkarak resmini bilfiil devlet dairelerine asılma zorunluluğu getirmiştir. Yine ıslahatlara devamla; Batı tarzı müzik serbest bırakılmıştır, memura fes, ceket ve pantolon giyme zorunluluğu getirilmiştir. O zaman, fes ve pantolondan dolayı padişahı gevur ilan edenler yıllar sonra fesi İslamın temsil aracı olarak görüp şapkayı gevurluk olarak nitelendirmişlerdir. Fesin ve Şapkanın ortak yönü her ikisinin de topluma zor kullanılarak dayatılmış olmasıdır. Askeri alanda Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte artık modernleşmenin önündeki tüm engeller kaldırılmış oldu.
“Bu saydığımız şeyler arasında kıyafetin değişmesi ile devlet müesseselerinin Avrupalıca yeniden kurulması bilhassa mühimdi. Bunlar cemiyetin manzarasını, yaşayış tarzını değiştiren, taklit tarzında olsa bile yeni bir zihniyetin ve yeni modaların hayata girmesi neticesini doğuran hareketlerdi. Böylece o zamana kadar çok dar bir sahada yapılması düşünülmüş düzenleme işi birdenbire cemiyetin hayatında geniş bir değişiklik haline girer. Alaturka musikinin bile hoş görülmediği bir şehir içinde birdenbire ecnebi havaları çalarak geçit yapan askeri bandoya tesadüf edilmeye başlar. Büyük ihtilal ordularında olduğu gibi trampet çalan küçük çocuklar bu bandonun başında yürür. Seyyah Mac-Farlane, hatıratında İstanbul sokaklarında gezerken duyduğu bir İtalyan parçasından nasıl şaşırdığını anlatır ve aynı bandodan kendi memleketi olan İskoçya havalarını da dinlediğini söyler. Daha 1812’de muasır hayatın birçok hususiyetlerini ihtiva eden Beyoğlu’nda garp usulü lokanta, kahve ve oteller açılmaya başlar. Saraylarda, vezir ikametgahlarında Avrupalı mobilya ve Avrupa eşyası belli başlı bir yer alır. Asırlarca işlene işlene tekamül etmiş bir zevkle döşenmiş sofalar ve odalar yerine orta halli bir Avrupa burjuvasının ikametgahını andıran belirsiz zevkli bir mobilya ve dekor ortasında, imparatorluğun bir asırdan beri peşinden koştuğu askeri ıslahatı temine muvaffak olan hükümdar, Avrupa saraylarını taklit eden birtakım yeni merasim ve hakikatte mazi ile mukayese edilirse, çok fakir bir debdebe içinde yaşamaya başlar.”[8]
Ancak bu suretledir ki hududu devlet teşkilatından ileri geçmeyen yenilikler, cemiyetler hayatını idare eden zihniyete doğru genişlemek ve derinleşmek imkanını buldular. Ancak bu mektepler ve onlara benzer bazı tedbirler -Avrupa’ya talebe gönderilmesi, Babıali Tercüme Odası’nın kurulması gibi- sayesinde, yenilik hareketi yavaş yavaş cemiyetin kendi malı olan şuurlu ve iradi bir hareket haline girdi. Yani hamle, cemiyetin içine nakledilmiş oldu ve kökleşti.[9]
2.Mahmut Döneminde yapılan en önemli icraatlardan biri kuşkusuz 1822 yılında Bab-ı Ali’de, tercüme odası adı verilen özel bir bölüm kurulmasıdır.[10] Osmanlı imparatorluğu ile Batı arasında artan temaslar, ondokuzuncu yüzyılın başlarında, acil daha çok ve daha iyi tercüman ihtiyacı ile neticelenmişti. Bu şiddetli ihtiyaç tercüman olarak kullanılan Rumlar’ın Osmanlı Hükümeti’ne ihanet etmekte olduğuna dair şüphelerin oluşmasıyla Avrupa dillerinin Müslüman Türkler’de teşviki gündeme gelmiştir. Tercüme odasının kurulmasını doğuran sebep budur. Zaman içinde görülecektir ki Osmanlı içinde seçkin aydın ve edebiyat çevresi hep bu odadan yetişen kimseler olacaktır. Hemen hemen bütün Yeni Osmanlılar, katip olarak meslek hayatlarına bu büroda başladılar. Namık Kemal, (Tophane-i Amire Tercüme Odası’nda bulunan) Şinasi, Nuri Bey, Mehmed Bey ve Reşad Bey gibi ünlü Yeni Osmanlıların Batı dünyası ile ilk temaslarını nasıl kurduklarını gösteren budur. Felsefe ile ilgili olarak Türkçe’ye çevrilen ilk tercümenin yazarı olan Münif Paşa’da aynı büroda çalışmıştı. Aynı şekilde, Reşid Paşa’nın ardından gelen devlet adamları kuşağı da ya Bab-ı Ali ya da Bab-ı Seraskeri’ye ait Tercüme Odaları’nda eğitim görmüşlerdi.[11]
Avrupalılaşma süreci, sosyal yaşamda nasıl değişikliğe sebep olduysa aynı şekilde dilin de değişmesine sebep olmuştur. Giderek Batı’ya teslim olan bir akıl, kendine dair yeni bir şey üretemeyince edebiyattan sanata kadar ne varsa hepsi bayağılaşma yoluna gitmiştir. “Nedim’den sonra arazı iyiden iyiye görülen, fakat başlangıcı daha evvele çıkan bir zevk bozulması ve dağılışı, ilhamın umumiyetle küçük ve kelime, ifade oyunlarına dayanan buluşlardan öteye geçememesinden gelen bir yoksulluk, mesnevilerde Nabi’den beri çalışılan fakat bir türlü sırrı bulunamayan bir yerli icat arzusu, daha ziyade nesre ait hususiyetlerin artması, bu yarım asrın şiirinin de esas vasıflarıdır. Hamlesini yöneltecek, dağınık tecrübelerine düzen verecek ana fikirden mahrum olduğu için bayağılıktan öteye geçemeyen bir realizm ve yerlilik zevki, daha ziyade değerlerin zayıflamasından gelen bir nefsine düşkünlük teşhiri, söyleyecek hiç bir şeyi olmayan insanların vakit geçirmek için konuşmasını andıran yarenlik edası, ilk göze çarpan şeylerdir.”[12]
En hazin tarafı, bir çöküşün ortasında geldiği için hamlenin hiçbir büyük şeyi besleyememesidir. Eski şiir son sözünü çoktan söylemişti. Mimari bir asırdır garbı taklid ediyordu. Hatta musiki bile, Dede’nin bir iki dehalı talebesi hariç, mahiyet ve vakarını kaybederek soysuz bir hissiliğe doğru adım adım yürüyordu. Hülasa, büyük devirlerin hususiyetlerini veren, o bütün hayatı kucaklayan yaratıcılıktan eser yoktu. 1839’da Türk maliyesi perişan bir vaziyette idi. Paranın ayarı bozuk, hazine ise hemen hemen boştu.
1820’li yıllarda Osmanlı Batı kapitalizmi etkisi altına girmiş bulunmaktadır. Bu etki dilde kendisini 1832’li yıllardan sonra gösterecektir. “1832 senesinde Babıali’de Tercüme Odası’nın kurulması ile dil meselesi daha mühim bir safhaya girer. Bu ilk devirde herhangi bir ecnebi lisanının Türkçeye gramer ve sentaks bakımından bir tesiri görülmez. Yalnız devrin sonuna doğru bu münasebet yüzünden, Türkçe, hayata girmiş teknik kelimeler haricinde, garp siyaset aleminin tabir ve kelimelerini almaya başlar.”[13]
2. Mahmut’tan sonra onun yerine geçen oğlu Abdulmecit tam bir batı hayranı olarak Osmanlı’yı koşar adım Batılılaştırma yoluna gitmiştir. İlk iş olarak 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ilan etmiştir. 1839’da devlet kendisi için Avrupalılaşmayı resmi bir program olarak ilan eder.
Tanzimat Fermanı ile imparatorluk, asırlar içinde yaşadığı bir medeniyet dairesinden çıkarak, mücadele halinde bulunduğu başka bir medeniyetin dairesine girdiğini ilan ediyor, onun değerlerini açıkça kabul ediyordu.
“Başta, daha 2. Mahmut devrinde Avrupalılaşmaya başlayan saray, genç hükümdar ve nihayet hareketin asıl mürevvici olan Mustafa Reşit Paşa olmak üzere Tanzimat ricalinin muhitlerinde başlayan yenilikler yavaş yavaş halkın arasına sokulur. Yazın Tarabya’da, Büyükdere’de görülen ecnebi kıyafet ve adetlerini müslüman halk, artık sık sık gidip gelmeye başladığı Beyoğlu’nda kışın daha yakından görür. Garp hayatının unsurları taklit ve moda sayesinde gündelik hayatımıza girerler. Beyoğlu’nda umuma açılmış Avrupakari müesseseler, terziler, manifatura tüccarları, tuvalet eşyası ve mobilya satan dükkanlar, bilhassa Kırım harbinden sonra müslüman halkın daha sık uğradığı yerler olur. Devrin gazetelerinde görülen ilanlar her gün Avrupa’dan yeni bir modanın girdiğini gösterir. Bugün Büyükdere’de kotra yarışı yapılıyor, ertesi günü İngiliz usulü mobilya satılıyor, daha bir başka seferinde, ecnebi bir kadının piyano denen ve bizim kanuna benzeyen bir çalgıyı istenirse haremlerde öğreteceği ilan ediliyordu. Türk ricalinin de bulunduğu sefaret balolarının, akşam yemeğinden sonra yapılan eğlencelerin havadisleri ağızdan ağıza naklediliyordu.”[14]
1842’de ecnebi kumpanyaları memlekete gelir ve temsiller verir. O zamana kadar Avrupa’dan, vak’anüvislerde ara sıra bahsi geçen pehlivanlar ve hokkabazlar gelirlerdi; bize ait bir dekor içinde marifetlerini gösteren bu ecnebiler, yerli hayatın arasında günlerce, adeta onunla karışmış olarak kalırlar, oyunları bütün halkı alakadar ederdi.
Bu yeniliğin fikri tarafını Reşit Paşa idare ediyordu. Şekle ait kısımlarını terviç eden ise genç hükümdardı. Az çok Fransızca okuyup söyleyen, piyano çalan, tiyatroyu ve garp musikisini seven, Fransızca resimli gazetelerden hoşlanan genç hükümdar Abdulmecid her gün bir yeniliğin peşinde idi kah ani bir kararla imparatorluk içinde esirlik müessesesini ilga ediyor, bir başka defasında behemehal bir banka açılmasında ısrar ediyor ve bir başka sefer de Babıali’deki bayramlaşmalarda Avrupa hükümdarlarının, parlementolarının açılışlarında söyledikleri nutka benzeyen bir yılbaşı nutku veriyordu. Hususi hayatında ise elinden geldiği kadar alafranga yaşayış tarzını tercih ediyordu.
Ölüm döşeğindeki karısını, hususi doktoru Spitzer’e ancak yüzü örtülü olarak gösterecek kadar efkar-ı umumiyyenin tenkidinden çekinen genç hükümdarın Dolmabahçe Sarayı’nın yanı başında küçük bir tiyatro yaptırmaktan çekinmediği, Avrupalı ustaların idaresi altında bir saray orkestrası kurduğu düşünülürse yeniliğe olan sevgisinin derecesi anlaşılır. Saray kadınlarına alaturka teganni ve sazın yanı başında garp musikisi öğretiliyor, küçük balet ve dans heyetleri teşkil ediyordu.[15] Devlet ricalinin resmi elbisesi olarak “İstanbulin” icat ediliyor, saltanat arabası moda oluyor ve sadece bu arabanın kullanılması ile Cuma ve Bayram alaylarının çok mahalli olan mana ve mahiyeti değişiyordu.
Devlet müesseselerinin yeni baştan kurulmaya çalışıldığı, Avrupa ile münasebetlerin büsbütün başka bir şekil aldığı bu Tanzimat yıllarında, devletin yeni unsurlara, açık fikirli, dürüst ve iş bilir siyaset ve idare admlarına ihtiyacı vardı. Reşit Paşa’nın büyük hizmetlerinden biri bu unsurları yetiştirmesi olmuştur. Daha ilk devirlerde tuttuğu Sadık Rıfat Paşa, Nuri Efendi, Sarım Paşa gibi kendi nesline yakın, Ali, Fuad, Ahmet Vefik, Ahmed Mithad Paşalar gibi kendi zamanında ve kendinden sonraki devirde siyasi hayatta daima ön safta görülecek olan şahsiyetler -heyhat, Mahmut Nedim Paşa’da içlerindedir- bu mektepten yetiştikleri gibi, Şinasi, Ziya Paşa gibi 1826 sularında doğmuş münevverlerin çoğu da bu dairenin az çok mensubu idiler. Devrinin en anlayışlı adamlarından biri olan Şinasi’nin paşayı şiirlerinde nasıl övdüğünü biliyoruz. Ziya Paşa ise, Şinasi’nin anlayışına varmamakla beraber, yine onu gerek kasidelerinde, gerek büyük mersiyesinde tebcil eder. Ali ve Fuad Paşalar birbirine yazdıkları mektuplarda ondan “velinimet” sıfatıyla bahsederek şükranlarını gösterirlerdi. Fakat asıl onun yetiştirici tarafını anlatan Cevdet Paşa’dır. Gerek Cevdet Paşa ve Zamanı’nda gerek Tezakir-i Cevdet ve Maruzat’ta paşanın şahsı ve konağı hakkında epeyce malumat vardır. Bu sayede biz, Reşit Paşa’nın kendi mensupları arasında yaşamaktan, devlet işlerinde onların yardımını temin ederek çalışmaktan hoşlandığını, elinden geldiği kadar ve istidatları derecesinde onları yetiştirmeye çalıştığını öğreniyoruz.[16]
Devlet işleri için ecnebi dili bilen gençlere olan ihtiyacın 1839’dan sonra artması tabii idi. Bu ihtiyacı karşılamak için mekteplerde okutulan ecnebi dillerinden başka bazı tedbirler daha alınır ki, bunların arasında 1832’de kurulan Tercüme Odası’nı önde saymak icap eder. 1839’dan sonra burası adeta bir mektep haline gelmiştir. Tanzimat devrinde Ali, Fuad, Saffet Paşaları yetiştiren bu oda, sade yeni yetişenlere ecnebi dili öğretmekle kalmaz. Yavaş yavaş yeni bir dünya görüşünün, yeni bir siyasi idealin geliştiği çok ileri bir muhit olur. Abdulaziz devrinde hızlanan fikir hayatının başında bu tercüme odasının büyük hissesi vardır.
Garplılaşma fikrinin, siyasi mücadele fikriyle beraber yürümesi ve yeninin bütün düşünce ve sanat hayatını sarması, nispeten sade dil ve düzgün nesir endişesinin ön safta yer alması gibi vakıalar, bu kalemde kendiliğinden teşekkül eden muhitin tabii eserleridir. Mustafa Refik, Namık Kemal, Edhem Pertev Paşa, Sadullah Paşa gibi Abdulmecid zamanının son senelerinde yetişen gençler, Said Bey’in “Babıali’nin muhalefet fırkası” adını verdiği bu muhite şahsiyetlerini idrak ederler.
Bir müddet sonra Bab-ı Ali Tercüme Odası’nın yanı başında, Mabeyn Kalemi, Tophane Kalemi, Gümrük Kalemi gibi teşekküller görülür. Diğer taraftan 2. Mahmud devrinde Avrupa’ya tahsil için gönderilen talebe 1839’dan sonra yavaş yavaş memleket dönmeye başlar. Bunlar bulundukları muhitlerdeki gençleri yabancı dillere ve garp irfanına sevkederler. Sade, Mabeyn müşiri İbrahim Edhem Paşa’nın Ziya Paşa ve Edhem Pertev Paşa’nın hayatlarında oynadığı mühim rol düşünülecek olursa bu tesirin derecesi anlaşılır. Nihayet, memlekette açılan mekteplerden bilhassa Tıbbiye’de uzun zaman dersler Fransızca okunmuştu.
Bütün bunlara, ecnebi gazete ve kitaplarının yavaş yavaş memlekete girmeye başladığını, bazı tütüncü dükkanlarında ecnebi eserleri satıldığını -bunlardan Dubois isminde bir Fransız’ın adını Ceridei Havadis verir- ilave edersek devrin garba nasıl muhtelif kollardan yavaş yavaş açıldığını anlarız. Hakikat şu ki, yeni yetişen gençlerin mühim bir kısmı 18. asrın büyük muharrirlerini asıllarından okuyorlar, fikirlerini aralarında münakaşa ediyorlar, ecnebi ve bilhassa Fransız gazetelerinin neşriyatından siyasi hadiseleri, memlekette aksettiğinden büsbütün başka şekilde görüyorlardı.[17]
Gazete, Gazetecilik, Makale
Yeniliğin memleket içinde yerleşmesinde ve gelişmesinde amil olan şeyler arasında yeni yeni filiz süren gazeteciliği de saymak lazım gelir. Takvim‘den sona, ilk Türkçe gazete Akif Paşa’dan bahsederken adı geçen İngiliz tebaasından Çörçil’in (churchill) çıkarttığı Ceride-i Havadis‘tir. Takvim-i Vakayi, sadece devlet eliyle çıkardı. Muhteviyatı da daha ziyade beyanname, tevcihat ve teşrifat gibi resmi hayata ait neşriyattan ibaretti. Ara sıra merak çekici bazı dünya havadisleri verdiği de olurdu. Her resmi gazete gibi bazı meselelerde bugün mühim bir vesika kıymetine haiz olan bu gazetenin ufku kendiliğinden dardı. 1826-1839 yıllarına nispetle daha müsait bir havada çıkan Ceride-i Havadis ilim, ahlak ve hatta edebiyat üzerinde makaleler, 1842 senesinde memlekette başlayan tiyatro hayatının verdiği imkanlarla bazı piyes hülasaları neşretmek suretiyle bu daireyi daha çok genişletir. 63. nüshasında çıkan “Tiyatro” makalesi, bu sanat şubesinin, doğuşundan başlayarak, trajedi, komedi, vodvil, pandomim, opera, balet gibi muhtelif nevileri hakkında malumat verir ki, biz de bu mevzua dair ilk yazı olduğu muhakkaktır. Bundan üç nüsha evvel de Londra’daki bir tiyatro binasının tarifi vardır. Labrador’da bir avcı hikayesinden Çince bir şiir tercümesine kadar giden karışık münderecatı arasında basit bir hikaye haline indirilmiş roman mevzularına, Avrupa gazetelerinden alınmış gündelik garip hadiselere sık sık tesadüf edilir.[18]
Bunlardan başka, mesela 23. nüshasında vatan sevgisi hakkındaki makale gibi devri için ehemmiyetli yazarlar da bulunuyordu. Türk okuyucusunun dünya hareketlerine alaka ve merakı biraz da bu gazete ile uyanır. Kırım Harbi esnasında neşrettiği ilavelerle sahası daha da genişler.
Tıpkı öğretimde olduğu gibi, bu ilk yıllarda iktidar mevkiinde bulunanların hiçbiri memleket içinde matbuatın kuvvetinden istifadeyi ciddi surette düşünmüş değildirler. Onda ancak harice karşı kullanılacak bir silah görüyorlardı. Bu yüzden daha ziyade ecnebi dille ve çoğu ecnebiler tarafından çıkarılan gazeteler himaye ediliyordu. Memlekete dışardan gelen gazeteler için bazı tedbirler alındığı halkı tahrik edici mahiyette görülen havadis ve yazıların bulunduğu gazete nüshalarının sansür edildiği de oluyordu.[19]
Tiyatro ve Diğer Garp Nevilerinin Görünmesi
1839-1856 yılları arasında memlekete giren yenilikler arasında bizce en mühimi, o zamana kadar pek az bilinen bir yazı ne’vini tanıtması, sonra da bir taraftan umumi hayata, diğer taraftan gelecek nesillerin fikri çalışmasına tesiri itibariyle tiyatro olmuştur. Fakat kendi binası içinde, bütün şehir halkına açık olacak bir tiyatro eserinin temsili, yani bildiğimiz manada tiyatro hayatının başlaması 1842 senesindedir.[20]
1860’ta Hoca Naum, Ermeni artistlerden bir kumpanya kurar. Bu suretle tiyatro hareketi yerlileşir ve Türkçe temsiller başlar. Henüz sahneye Türk artisti çıkmamış, hakiki Türk şivesi sahnede duyulmamıştır. Filhakika bir Türk tiyatrosunun teşekkülü için hiçbir ciddi devlet teşebbüsüne şahit olmayız. Bununla beraber, 1856’ya kadar ki zaman içinde Türk münevverleri sahne zevkine iyiden iyiye alışmış bulunuyorlardı. Bu kadarla da kalmaz daha 1844 senesinden itibaren yerli piyes yazılmaya başlanır.[21]
Tanzimat devrinin ilk ideolojisi medeniyetçiliktir. Nihayet, bu devirde hayatı idare eden amiller arasına yeni yeni gelişmeye başlayan gazetenin girdiği görülür. Bu yeni unsur sayesinde dış dünya ile temas büsbütün başka bir safhaya girer. Islahat ve Tanzimat sadece bir devlet programı olmaktan çıkar. Yeni bir nesil, 1826-1840 arasında doğanların nesli, meselelerin üzerinde o zamana kadar görülmemiş bir şekilde durmaya başlar ve onları gazete vasıtasıyla halkın arasına, “agora”ya taşır. Bu suretle az zaman içinde ortaya hadiseleri daha yakından ve daha anlayışlı bir şekilde takip eden bir “efkar-ı umumiye” çıkar. Hülasa, garbın tesiri altında ilk defa bir siyasi ideal etrafında toplanmış bir umumi kanaat teşekküle başlar. Bu tam manasıyla bir ufuk değişmesidir. Yeni kıymet hükümlerinin, yeni mefhumların cemiyeti sürüklemesidir. Bu heyecanın, bu zihni gerginliğin neticesi olarak devlet ile münevverin arasındaki münasebetin şekli değişir. Tanzimat, mektepleriyle, kalemleriyle, gazeteleriyle yetiştirdiği nesle karşı tedbirler almaya mecbur olur. İleri hamle, çoğu küçük veya büyük memur aristokrasisinden yetişmiş gençlerin eline geçer ve o zamana kadar yenileşme hareketinde önde giden devlet, kendi tesirlerinin içinde dahi bir muvazene ve hatta muhafaza unsuru olmak durumuna düşer, yani uyandırmaya çalıştığı fikrin hızını kesmek zorunda kalır. Rollerin bu suretle değişmesinin aşikar bir manası vardır: Devletin iradesiyle dıştan ve yukarıdan gelen bir düzenleme hareketi, içe intikal etmiş ve bir ihtimal mahiyetini almıştır. Bu da bir evvelki devrin değişerek devamıdır. Devlet eliyle başlatılan değişim devletin kontrolünden çıkıp önü alınamaz bir sele dönüşmüştür. Ne kadar örf, anane varsa önüne katıp sürüklemiştir.
Beyoğlu, Avrupalı lokanta ve kahveleriyle, en basit gündelik ihtiyaçtan en pahalı zevk unsuruna kadar her şeyi Avrupa’dan tedarik eden zengin mağazalarıyla, gece hayatıyla, eğlence yerleriyle Avrupa hayatının küçük bir numunesini verir. Her modasıyla büyük Avrupa merkezlerine, bilhassa Paris’e tabidir. Giyim ve kuşamda, debdebe ve sefahatte onu takip eder, eğlencede onun artıklarıyla geçinir. Bendre fabrikasından araba, Bulvar Tiyatrosu, içkili sazlı gazino, Fransız veya İngiliz tarzı mobilya, yabancı dil hocası, bazı zümreler için olsa dahi şehir hayatının, Orta Oyunu ve Karagöz gibi yerli gelenekler ve biraz sonra doğacak yeni edebiyatla beraber derece farklarıyla besleyecek unsurları haline girer.
Alafranga muaşeret, o zamanlar şehzadebaşı, Beyazıt ve Aksaray semtlerinde toplanan vezir konaklarıyla İstanbul’un içine, asıl Türk halkının arasına sokulur. Bu, araba sevdalarının, Sahrayıcedid köşklerinin, Çamlıca bağlarının ve Boğaz yalılarının, büyük koruların zengin, teşrifatlı, tenperver ve müsrif mevsimidir. Hulasa, müreffeh sınıflarda, ferdi hayat hemen her safhasında mahiyeti tam bilinemeyen garba doğru kaymıştır. Birkaç zümrede olsa dahi tereddüt ortadan kalkmış eski ile yerlinin gelenekten, alışkanlıktan, dini terbiyenin aksülamelinden başka dayanacağı şey kalmamıştır. Vakıa, birçok eski gelenek hala devam eder. Fakat ona büyük bir şey ilave etmek şöyle dursun, bu devam ediş çok defa garip bir hissiliğin tesiri altında bir nevi soysuzlaşma manzarası gösterir. Yavaş yavaş umuma açılan, kahveye, mesireye taşınan günün musikisi gibi bunu pekala gösterir. Şiirde ancak daha eski devirlere, eski ustalara dönen ve onları taklid eden bazı eserler -mesela gazel ve kasidelerde Nef’i tesiri gibi- dıştan bir salabet (dayanıklılık, sağlamlık) manzarası gösterirler. Artık, yeni olan her şey eskiyi tüketmekteydi. Eski artık yeni bir şey üretememekteydi, yeni bir şey üretemedikçe eskilere daha sıkı sarılmakta ve muhafazakarlaşmaktaydı. Uzak artık bu sayede daha gerilere doğru yol almaktaydı ve daha gerilere düştükçe her şey daha beter soysuzlaşmaktaydı.
Büyük şehirlerdeki yeni hayat şartlarının bütün toplum kurumlarında az çok değişikliğe sebep olacağı meydanlardaydı. Eski Türk ailesinin Batılılaşma hareketi önünde ilgisiz kalması ve sarsılmaz bir direniş göstermesi imkansızdı. Eski aileler, eğer bu harekete karşı koydu ise, Batılılaşmayı zorunlu gören yeni kuşaklar bunu alkışlayacaktı. Böylece eski “konak” ailesi ahlakını savunmak isteyen bir nevi gelenekçi zihniyete karşı, aileyi Batılılaştırmak eğiliminde olan ve “yuva” ailesi ahlakını savunan hürriyetçi bir zihniyet meydana çıktı. Bu zihniyetin başında Namık Kemal’i görüyoruz. İbret’te yayınladığı Aile, Görenek, Medeniyet vb. Adlı makalelerinde, eski ailede ana, baba ve çocuk münasebetini, çocuğun yetiştirilme tarzını tahlil ve tenkit ederek, buna karşı modern Batı ailesinin çocuk yetiştirme ve aile mutluluğu noktasından üstünlüğünü açıklıyor ve savunuyor.[22]
Bürokratlar Tanzimat fermanı ile bu defa, gerçekten Batılı görüntülü yeni bir Lale Devri başlattılar. Bu dönem aynı zamanda balolar dönemidir. Bu defa, kaplumbağaların mum taşıdığı lale bahçeleri yerine saraylar, elçilik binaları seçiliyordu. İstanbul’da elçiliklerde, saraylarda ve Osmanlıların Avrupa elçiliklerinde verilen bu balolarda bürokratlar Batılı dostları ve levanterlerle beraber eğlenirken, işsizlik artıyor ve yerli üretim güçlerinin yok olması son derece süratle devam ediyordu. Bu baloların benzerlerini, hatta devamını, daha sonra C.H. Fırkası döneminde, tüketim mallarının kıtlığının yarattığı koşullar altında Anadolu kasabalarında halkın nefreti altında verilen Cumhuriyet balolarında görmemek mümkün mü![23]
Sarayın, konağın, evin batılılaşması, Batı giyim ve kuşamının, görüşme ve yaşama tarzının eski adetlerimizin arasına yavaş yavaş sokulmaya başlaması, Tanzimat’tan sonra gelen devirde düşünce ikiliğinin bu alanlarda da hakim olduğunu gösterir. Tıbbiye öğretmenlerinden Mehmet Kamil Efendi’nin (1275/1858) de yayınlanmış olduğu Melcet’ül-Tabbahin (aşçıların sığınağı) adlı yemek kitabı konak ve evlere kadar sokulan bu geçim değişmesinin önemli vesikalarından biridir. Yazar, eserinin önsözünde hayat şartlarının değişmesi yüzünden artık eski yemeklerin yetmediğinden, yeni hayata göre Batılılardan yeni bir mutfak tarzı almamız gerektiğinden söz ederek eserini bu maksatla yazdığını anlatıyor.
Problem şudur: Batılılaşmak şarttır. Fakat bunun İslamcı ve Osmanlıcı kadrolar içinde yapılmak zarureti vardır. Zaruridir. Çünkü Osmanlı imparatorluğu, kapsadığı çeşitli kavimlerle, yaşamak istiyorsa kendisine Batılı bir seviye ve şekil vermelidir. Batılılaşma artık sadece bir seçkinler programı değildir. Bu programın gerçekleştirilmesi için ortaya, diğerlerinden daha ağır basan üçüncü bir kuvvet çıkacaktır. Bu kuvet bizzat Batı’dır.[24]
Görüldüğü gibi üstünlüğü her alanda Osmanlı’ya kabul ettiren Batı’ya duyulan hayranlık ve özenti, Osmanlı Batıcılarında “çöküntüye karşı tedbir” olarak “Batılı kurumların” topluma ithal edilmesi tezini güçlendirmiştir. Çünkü zannedilen, Batı uygarlığı ve gücünü yansıtan modern kurumlar Osmanlı toplumuna ithal edilirse, onlar gibi uygar ve güçlü olunabileceğidir.[25] Oysa bu bakış yanılgı dolu bir bakıştır. Zira Batı şimdiki kurumlarına kavuşana kadar bir çok aşamadan geçip gelmiştir. Ve bu geçirdiği evreler içinde kendisine uyabilen, sorunlarına cevap verebilen bir yapıya kavuşmuştur. Oysa Osmanlı Batı’nın geçtiği süreçten hiç geçmediği için kurumların aynısını ithal etmek Osmanlı’nın sorunlarını çözmeyecektir. Çözmediği gibi daha da karmaşık hale getirecektir.
Yine aynı dönemde danıştay, yargıtay benzeri şura, Batı tipi ticaret kanunları vs. alınmıştı. Batı kapitalizmi, artık bilinen her şeyiyle imparatorluğa girip onu dağıtıyor ve kendine gerekli olanı da kontrol altına alıyordu. Balolar gibi, Batılı görüntülü yaşantı yanında kültür emperyalizmi eğitim kurumlarıyla ve zorunlu olarak giriyordu ülkeye. 1863’de Amerikan Koleji açıldı. Anadolu’da özellikle doğuda Amerikan misyoner okulları kurulmuştu. Robert Koleji azınlık komitecilerinin yetiştirildiği bir yer olmuştu. Daha sonra doğudaki Amerikan misyonerlerinin Ermeni-Kürt çatışmasını açıkça körüklediği görülecekti. “Batı’ya açılan pencere” denilen Galatasaray Lisesi 1868’de açıldı. Diğer okul, kolej ve benzeri misyon kuruluşları kurulmaya devam etti. Yine bu arada feminist hareketler de görülüyordu.[26]
1845’li yıllarda bütün eğitim sistemini yeniden organize etmek için bir komisyon oluşturuldu. Bu, o tarihe kadar ilk ve orta seviyedeki eğitimi kontrol etmiş olan ulemadan bu tekeli zorla söküp almaya yönelik bir teşebbüstü. Bir yazar, Maarif Komisyonu’nun kurulmasıyla, eğitimin sekülerleşmesinin 1866’ya doğru tamamlanmış bir olgu haline geldiğini, kesin olarak ifade edebilmektedir.
Yeni Osmanlı hareketi görülebilir bir hıza ulaşmadan önce, 1850’lerde, Münif Paşa mümkün olduğu kadar geniş bir dinleyici için ulaşılabilir bir üslup hazırlıyordu. Daha sonra, Şinasi’nin Türkçe’yi açık, kısa ve sade kullanışı ile onun klasik ikili konuşma aleyhinde protestoları ile karşılaşıyoruz; orjinale, İslam öncesi dönemin “bozulmamış” Türkçe’sine dönme görevinin, güçlü klasik eğilimine rağmen, Ziya Paşa tarafından üstlenildiğini görüyoruz.
Dilimizde garp nevilerinin ilk defa olarak görüldüğü 1859 yılı ile Yeni Osmanlıların teşekkül tarihi olan 1865 senesi arasında fikir ve sanat hayatımızda bilhassa üç kişi yapıcı rol oynar. Bunlar: Ahmet Cevdet, Mehmed Münif Paşalar ile İbrahim Şinasi Efendi’dir. Bunların içinde Şinasi Efendi gerçekten bir yol açıcıdır. Her şey onunla başlar. Cevdet Paşa, gelecek nesiller üzerine belki en az tesir edendir.[27]
Muhaverat-ı Hikemiye, Münif Paşa’nın Fenelon, Fontenelle, Voltaire’den topladığı bazı diyaloglardan teşekkül eder. Bu eserle ilk defa okuyucular, insan yaratılışı, şöhret telakkisi, ferdi ihtiras, vatan sevgisi, cemiyet ahlakı, genç kız ve kadın terbiyesi gibi esaslı meselelerle, bizde o zamana kadar hakim olan görüş tarzından ayrı bir şekilde karşılaşırlar. Bilhassa genç yaşta okuyanların düşüncesinde, bu küçük kitabın bir ihtilal yapması imkansızdır. Münif Paşa, Tanzimat hareketinin, tercüme yolu ile ahlak prensiplerini münakaşaya koyan adamdır denebilir.[28]
Yeni Osmanlı hareketi birçok etkinin ürünü olmasına rağmen, onun entelektüel temellerini atmak, bir kişinin üzerine kaldı. Bu kişi yayınları on dokuzuncu yüzyılın ortasında Avrupa’da geçerli edebi, sosyal ve siyasal kavramlarla Türk aydınlarını tanıştıran şair Şinasi Efendi idi. Bizzat Namık Kemal, Yeni Osmanlıların entelektüel üstadlığının bütün şerefini, Şinasi’nin omuzları üzerine yerleştirir.
[1] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 62
[2] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 65
[3] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 68
[4] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 69
[5] İslam Ansiklopedisi cilt 34, sh. 490, (رعايا)Osmanlılar’da tebaa, halk anlamında kullanılan bir tabir. Sözlükte “sığır, koyun sürüsü” anlamına gelen raiyye / raiyyet kelimesinin çoğuludur.
[6] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 69,70,71
[7] Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Ülken Yay. 4. baskı, İst. 1994, sh.23
[8] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 83
[9] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 86
[10] Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Şerif Madin, İletişim yay. 8. baskı, İstanbul, 2009, sh. 233
[11] Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Şerif Madin, İletişim yay. 8. baskı, İstanbul, 2009, sh. 235
[12] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 89
[13] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.121
[14] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.139
[15] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.139
[16] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.148
[17] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.148
[18] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.153
[19] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.154
[20] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.155
[21] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh.156
[22] Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Ülken Yay. 4. baskı, İst. 1994, sh.41, 42
[23] “Batılılaşma” Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Bağlam Yay. 3. basım, İstanbul, 2002, sh. 61
[24] Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, Tarık Zafer Tunaya, İstanbul Bilgi Üniv. Yay. 2. baskı, 2010, sh. 32
[25] Türkiye’de Modernleşme Açısından Din-Kütür Siyaset, Nazmi Avcı, Pınar yay. 1. baskı, 2000, sh. 82
[26] “Batılılaşma” Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Bağlam Yay. 3. basım, İstanbul, 2002, sh. 66
[27] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 166
[28] Ondokuzuncu Asır Türk Edebiyat Tarihi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yay. 27. Baskı, İst. 2017, sh. 185