Ortak Zemin
Edep Adap ve Vahdet
Müslümanlar olarak mütemadiyen İslami oluşumlar ve yapılarla karşılaşıyor, büyük bir ihtimalle kendimiz de bir yapının içinde bulunuyoruzdur. İslam’a olan ilgimizden dolayı bu birlikteliklerimizin konusunu doğal olarak İslam’ın kendisi belirliyor. Farklı yapılar içinde yer almamız veya insan olarak farklı olmamız, farklı düşünmemiz ister istemez farklılaştığımız konuları gündemimize almamıza yol açıyor. Bu doğal bir durumdur.
Samimi bir Müslüman, kendi kurtuluşunu istediği gibi diğer insanların da kurtuluşunu ister. Bu İslam ahlakının Müslümana bahşettiği bir lütuftur. Teslim olduğu, merhametlilerin en merhametlisi olan rabbinin emridir. Elbette kendisi de merhametli olmalıdır. O’nun derdi Allah’a verdiği sözü tam olarak yerine getirip mübelliğlik vasfına gölge düşürecek söz ve davranışlardan sakınmaktır. Sözlerini ve davranışlarını titizlikle ve tartarak Müslümana yakışır bir edep ve ciddiyet içerisinde sunmaktır. Çünkü üstlendiği görev, şahsi bir meseleden öte, allemlerin rabbi olan Allah’ın indindeki dini layıkıyla temsil etme işidir. Yapılan her yanlış İslam’ın aleyhine yazılacaktır.
Bir Müslümanın iç dünyası kin, nefret gibi olumsuz ahlaki zaaflarla şekillenemez. Bırakın bir Müslümana, bir kısım kafire dahi merhametle yaklaşır. Olmadı, adil davranması şarttır. Kin besleyecekse bile bu da ancak rabbi için olur ki, rabbi kafirler için azılı ve olmayan şeklinde bir ayırım yapar. Fıtratı çok kirlenmemiş, kendini içinde bulduğu toplumun örf ve adetleri bağlamında şekillendirmiş, daha iyisini bilmeyen kafirler, İslam’a kazandırılacaklar, hidayetine vesile olunacaklar arasında görülmeli değil midir? Kaldı ki, bahse konu edilen insanlar, doğrusu ve yanlışıyla Müslümanlardır. Hatta bir dava bilinciyle İslam‘ı yüceltmek için mücadele vermektedirler. Allah’ın kelâmını hakikat bilip yüceltme görevini üstlenmiş ve hayatında en ön safhaya koymuş Tevhid erleridir. Sünneti resulüllah’ı en doğru biçimde hayata geçirme iddasında olan, hayatın her alanına zaman ve mekan tanımadan geçirmek isteyen değerli Müslümanlardır. Zamanın ruhuna göre şekillenmek istemeyen, dini sadece Allah’a has kılarak ne geleneğin ne de modern hurafelerin etkisinde kalmadan, seçmeci bir yöntemi benimsemeden (eklektik) insan kaynaklı ‘sözde’ hakikat iddialarıyla harmanlamayan, ezik ve yenilmişlik pisikolojisiyle özür dileyici bir dil ve davranışla Taguti sistemlerin modern ayartmalarına öykünmeyen, İslam’ı Allah kelam’ı bilip bu uğurda fedakarlık göstermek isteyen müminlerdir. Evet isteklerimiz bu minval üzeredir ama insanız, eksiğiz ve hata yapacak potansiyeli daima barındırıyor ve birçok hatalar da yapıyoruz. İşte bir Müslüman bu bilince de sahip olmalıdır. Olmalıdır ki, karşısındakine adil davranabilsin. Yersiz ithamlardan uzak durabilsin. Yine, olmalıdır ki, kendi hatasının da farkında olsun. Hatasından dönebilsin, özür dileyebilsin ve davasının önüne engel olmaktan kurtulsun.
Lakin, öyle Müslümanlarla karşılaşıyoruz ki, İslam’ın bu lütfundan hiç nasip alamamış. İç dünyasını kara bulutlar kaplamış. Kasırgaların dinmediği, çakan şimşeklerin her an bir Müslümanı yakıp kavurduğu bir ruh haline tutsak. Çözümden, merhametten uzak kişilikler.
Bu kişiliklerde dikkat çeken bir husus vardır ki, çoğu zaman kendilerinin bile fark edemediği karanlık bir ruh halidir bu. Bu ruh hali, üstlendikleri işin, Allah’ın kendilerine yüklediği bir görev olduğunu unutturup şahsi bir işe dönüştürmeleridir. İşte sorun bundan sonra başlamaktadır. Artık din, Allah’ın değil şahsına ait ve üzerinde tasarrufunu kullanmaya başladığı bir din olmuştur. Haşa hidayeti veren de alan da, kafir kılıp, mürted eden de kendisi olmuştur. Din gününü dünyaya taşımış sultanı kendi olmuştur. Yaptığı işe deliller bulmada da gecikmemiştir. Haşa Allah adına Allahlık yapıyor ve bu halini zihninde ve kalbinde meşru bir zemine oturtup yaptığı işin memnuniyetiyle aydınlık zannettiği karanlıklar içinde, düştüğü bataklıkta debelenip duruyordur. Eline yüzüne bulaşan çamuru gül zannedip etrafına uzatıyordur.
Yapının önünde olan ve işleri çekip çeviren bu şahıslar dini, kendi ellerine almış, bağlılarının teslimiyeti üzerine kurdukları güçlerini pervasızca kullanırlar da çoğu zaman farkında bile olmazlar. Bir taraftan bu gücün verdiği sarhoşluk diğer yandan yaptığı işi, Allah için yaptığı inancı gözü kör, kulağı sağır etmiş ve hakkı anlamaz olmuştur. Tabii üzüm üzüme baka baka kararır; taklitçi bağlıların durumu ise liderlerininkinden farklı değildir. Hakkı isterler ama hakkı ancak liderlerinin veya cemaatlerinin taktığı at gözlüğünden görürler. Takılan gözlük hakkı göstermediği zaman ise liderlerinin talimatı ve edine geldikleri ahlak gereği hakkın sahibini karalama işine koyulurlar. Tabi bu onlarda müthiş bir lezzet verir çünkü hakkı göremeyen gözlüğün zaafını kapatmada bire bir ilaçtır. Aslında zehirdir ama bunu anlayacak ne ilm ne de basiret vardır.
Peki, bu ruh haline bürünen insanlar yukarda tasvir ettiğimiz tevhidi bilince ne kadar uyar? Farkında mıdırlar, ruh hallerinin kendilerini düşürdüğü konumdan? Bu halleriyle iddia edegeldikleri hakikatin önüne büyük bir engel koymuş olmuyarlar mı?
Müslüman öfkesini yenebilen, Allah için uhulet ve suhulet içinde tebliğini yapan sonucu ise Allah’a havale eden mütevekkil bir şahsiyettir.
Sorduğum bir sorudur. Müslümanlar düşünce içerikli konularda farklılar ama iş ahlaka gelince hepimizin de ittifakla kabul ettiğimiz üzere İslam’ın tebliğinde edep adap kuralları vardır. Bunlara uyulması gerektiğini hepimiz de kabul ederiz. İsterseniz bakalım. Bu bağlamda yazılan yazılar, verilen konferanslar iki ayrı uçta bulunan Müslümanlar için de içerik olarak aynılık arz ediyor. Her iki kesimde İslam’ın en üstün ahlak öğretisi olduğunu savunuyor. Ahlaklılığın güzide temsiliyeti olan Allah resulünü rol model olarak sunuyor. Musa a.s’ın, belki de tarihin gelmiş geçmiş zalimi Firavun’a giderek kavl-i leyin hitap ettiğini, Allah’ın emri gereği yaptığını çok yerinde vurgularla anlatıyorken neden kendimiz buna uymuyoruz? Düşüncede farklılaşan bizler, neden bu ortak kuralı işletemiyoruz? Bu kural sorunlarımızı konuşabilmek için güzel bir zemin oluşturmaz mı? Ki, bizler ne Firavun ne de Ebu Cehiliz… Hepimiz de Allah’a, resulüne, kitabına ve içindekilere iman ediyoruz. Hedefimiz İslam ama yolda farklılaşıyoruz. Evet yolunda meşru olması gerektiği bilincindeyiz elhamdülillah ama bunu birbirimize nasıl anlatacağız? Tahkir ederek mi yoksa İslam’ın edep adap kurallarına uyarak mı? Hepimizde elbette ‘edep adap’ kuralı diyeceğiz ama, bir ama cümlesiyle edepsiz davranışımıza bahaneleri sıralayacağız.
Hiç düşündük mü, rabbimizin şu çarpıcı ayeti bizi de içine alıyor olmasın?
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘AZGINLIK ve KISKANÇLIKLARI’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri hakka kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir.” Bakara 213.
Tarihin de şahitliğiyle insanlık hiçbir zaman her konuda hem fikir olamamıştır. Müslümanlar hakeza. Bu, bir akla ve özgür iradeye sahip olmanın doğal sonucudur. Elbette İslam’ın sabiteleri vardır. Bu konular zaman ve mekana göre değişkenlik arz edemez. Zaten İslam’ın vahdet talebi bu sabiteler üzerinden olmalıdır/olacaktır.
Ben inanıyorum ki, ancak İslam’ın edep adap ortak paydasına inanan ve uygulayan kesimler, İslam’ın vahdet talebini gerçekleştirebilecek çalışmaları yapabileceklerdir. Çünkü bu kesimler insanlığın kurtuluşunun İslam da olduğuna kesinkes inanan ve bunu gerçekleştirebilecek ‘İslam ahlak öğretisiyle’ donanmışlardır. Şahsi zaaflarının farkında olup bunlardan beri durabilenlerdir. Yaptıkları münazaraları hakkı tespit ve ihya için yaparlar. Karşısındaki şahsın kendisine katacağı hak bilgi için müteşekkir olabilecek olgunluğa erişmişlerdir. Yaptıkları ayıbın farkına varıp af dileme erdemini gösterebilen yiğitlerdir ancak ‘İslam ahlak öğretisinin’ bayraktarlığını yapabilecek olanlar ve dolayısıyla vahdet için bir umut ışığı olabilecekler.
ALLAH RAZI OLSUN KARDEŞİM
Cümlemizden Abdullah kardeşim.
Cümlemizden Allah’ ın kulu kardeşim.