Leyla Yıldız 04.06.2021 , Dünya Bizim
“Ey unutuş! Kapat artık pencereni.”
“Neyi kaybettiğini hatırla!”
Modernizmin her şeyi “tek tip”leştiren ideolojisi, eskinin tüm güzelliklerini sür’atle eritiyor. Bize ait ne varsa silinip gidiyor. Sanayi devrimiyle başlayan; mutluluğu konfor ve refahta aramanın bir sonucu olan fabrikalaşma ve makinalaşma, tabiatı ölçüsüzce tahrip etmeye devam ediyor. Horkheimer ve Adorno’nun tespitleriyle “Tamamen aydınlatılmış yeryüzü bugün muzaffer bir felaketin belirtilerini taşıyor.”
Şehirlerin, köylerin, kasabaların nev-i şahsına münhasır dokusu, kültürel panoraması ressamların buruk tablolarında kaldı.
Sen, ey sen, modern insan!
“Neyi kaybettiğini hatırla!”
Yemyeşil iki ağacın hayat verdiği avlu formlu bahçeleri hatırla! Ve bu bahçelere kurulan sofraları… Yer minderlerine bağdaş kurup etrafını çevrelediğimiz, şen kahkahaların birbirine karıştığı yer sofralarını hatırla!
Küçük bir bahçe içerisinde bacası tüten, kerpiçten, taştan imal edilmiş kiremit çatılı, beyaz badanalı, mütevazı evleri hatırla! Sivil mimarinin estetik, sadelik ve sıcaklığını haykıran, her odasında, her sofasında alı pembesine karışan işlemelerin, beyaz dantellerin gülümseyerek misafirler karşıladığı evleri hatırla!
Ey unutulan!
Tarihî, kültürel dokusu ve kimliğiyle adeta konuşan sokaklarda topaç çevirip saklambaç oynayan, rengarenk bilyelerin alaimisemasında yükselen çocuk gülüşlerini hatırla!
Pencere önünde açan fesleğenin, akrep motifli kilimin, şark usulü bir sedirin mes’ud ettiği insanları hatırla!
“Ey unutuş!”
Hükümran olma isteğinin tenine sıcak bir demir parçası gibi yapıştığı Bacon; “Bilmek egemen olmaktır.” diyordu. Bildin ve egemen oldun. Tabiatta benmerkezci hakimiyet kurdun, öteki canlıların yaşam hakkını gasp ederek. Ürkek ceylanı, sevimli pandayı, şirin sincabı, gösterişli tavus kuşunu tabiî ortamından koparıp daracık kafeslere tıkarak çocuklarına parmakla gösterdin.
“Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!”
Türk mimarisinde ahşap ve hafif malzeme kullanılması, hayatla kurulan fanilik ilişkisine bağlanmıştı. Sivil mimarinin göz kamaştıran, tabiatla uyumlu inşa edilmiş, cumbalı, eli böğründeli, kafes pencereli, zamana ayak direyen tarihi ahşap konaklarını hileyle yakıp yağmaladın. Faydacı, fırsatçı ve egosantrik kapitalist ahlakın emrinde köle olarak aldandın.
Ey aydınlanmış insan! Yeterince aydınlandın, kendi afetinin altına imzanı atarak… Aydınlandın ve aldandın.
Maviyi kaybettin; masmavi denizleri, gölleri, ırmakları fabrikaların atık sularıyla kirlettiğin maviyi…
Yeşili kaybettin; yemyeşil vadileri, beldeleri toplu konut inşaatlarına, lüks otellere, turistik işletmelere peşkeş çektiğin yeşili…
Kötü bir alışverişte bulundun. Kuş cıvıltılarını, rüzgârın fısıltısını verip korna ve motor seslerini satın aldın. Uçurtmaları, balonları verip her yeri istila eden vericiler ve antenler satın aldın. Gökyüzünü rehin verip ayağını yerden kesen gökdelenler satın aldın; deprem korkusu olmadan başını yastığa dayayamadın.
Ey aldanış!
Çayın sımsıcak sohbetlerini kaybettin, uzletin zirvesinde kahveye mahkûm oldun.
Cümbür cemaat evlerini kaybettin, koskoca evlerde tek kişilik senfoni oldun.
Şen şatır bayram ziyaretlerini kaybettin, akrabalarının, dostlarının çehresini unuttun.
Yüzlerce insanın katıldığı cenaze ritüellerini kaybettin, bir başına gömdün en yakınını, sonra başında matemden değil kimsesizlikten yaş döktün.
“Durma kendini hatırlat!”
Ey doyumsuzluk çağı, bayındır ülkeler ürettin, “Amaca giden her yol mubahtır.” diyerek ülkelere kıyan. “İnsan insanın kurdudur.” diyen Hobbes kazandı. Okyanusta çırpınan balıklar gibi botlarda can havliyle yaşam mücadelesi verenlerin seyrine daldın. İstiridye misali kıyıya vuran masum bedenleri topladın sahillerden.
“Kendi kötülüğünüzü tanımak zorundasınız.” diyen faşizmin fikir babası Nietzsche kazandı. Kendi kötülüğünü tanırken yepyeni şer yöntemlerini hayata geçirdin. Pis kokulu, tazyikli su; plastik mermi ve ses bombası ile az gelişmiş ülkelerde kötülüğünün hudutlarını denedin.
Ey çok aydınlanmış çağ, “durma kendini hatırlat!”
Kan içindesin!
“Hayat mücadelen ibarettir, güçlü olan ayakta kalacaktır.” diyen Darwin kazandı. Dünya güç meydanına döndü. Zayıflar elendi, zorbalar ayakta kaldı.
“Durma kendini hatırlat”
Hem akıl çağısın hem aptallık… Hem çok gelişmişsin hem hiç gelişmemiş… Hem çok şeyin var hem hiçbir şeyin yok.
Ey aydınlanma çağı! Ey göğe doğru kat kat yükselirken yalnızlık cehenneminin zakkumunu içinde açtıran! Ayağını topraktan kesen beton yığınlarında, can sıkıntısının zirvesine ulaştın.
Ey yeryüzünde cenneti arayan seküler çağ, ey kendi cehennemini kendi elleriyle yaratan! Aşkın bir zekâyı dışlayıp kendi aklını tanrılaştırdın. Aklın sana oyunlar oynadı. Öylesine rasyonel düşündün ki kendine özgü vehimler, ürpermeler, fobiler icat ettin.
Ey boğuluş çağı, öylesine geliştin ki bir serseri virüsün girdabında çırpınıp duruyorsun. Som ıstırabından heykeller dikiyorsun yeryüzüne. “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor.” Lakin cins hastalıkların pençesinde çırpınan, tuhaf ölümlerle havlu atan “üst insan”ın acizliğini izlemek zor.
“Ne efsunkâr imişsin ah” ey özgürlükler çağı… Öylesine özgürleştin ki “Evde kal!” sloganıyla insanı parmaklıksız kafeslere mahpus ettin, dijital dünyaya esir kıldın. Madde bağımlılığına bir de dijital kölelik eklendi. Kendin gibi olmaya müsaade etmeyen tahakküm odakları, sürü psikolojisini hâkim kılarak seni istediği gibi yönetti.
Ey ölü ruhlu çağ! Foucault haklıydı galiba: “Modernlik ölü ruhlara yapılan makyajdır.”
Leyla Yıldız