Toptan gümüş takı satışı için seyahatler yaptığım dönemde, pek çok şehir ve kasabayı görmek ve bu şehirlerin insanlarını tanımak mümkün oldu. Bazen farklı bölgelerdeki insanlara aynı soruyu sorup cevaplar aldım. Kültürel katmanlarının, bilinç seviyelerinin, yeme-içme alışkanlıklarının farklılığına rağmen aynı soruya tek cevap almak beni hem şaşırtmış hem de düşündürmüştür.
Ankara, Çorum, Merzifon, Samsun, Trabzon, Adana, Konya, Mersin, Niğde, İstanbul ve benzeri şehirlerde pek çok farklılığa rağmen nasıl olur da insanlar aynı cevabı verir? Şu soruyu sormuştum ; “salatalık ve kabak aynı aileden iki cins sebze olduğu halde birisi pişiriliyor, yemeği yapılıyor, diğeri ise devamlı çiy yeniyor. Salatalıktan hiç yemek yapmayı denediniz mi? Mesela yoğurtlu bir yemek yapmayı, ya da kızartmasını hiç düşündünüz mü veya dolmasını?”
Farklı şehirlere ve onca farklılığa rağmen aldığım cevap hep aynı olmuştur;” hayır hiç denemedik .”
Hiç kimse denememiş. Mesela bir defa bir kg. salatalık alıp onunla yemek yapmayı, tadının neye benzeyeceğini hiç kimse merak etmemiş. Hiç kimse ,yemeğin kötü olması durumunda , bir kg. salatalığı çöpe dökmeyi göze alamamış ve denememiş. Sadece bir hanımefendi; ” hiç düşünmedim ilk fırsatta deneyeceğim “dedi.
Hiç denemedim cevabında, namaz kılan-kılmayan, başı açık-kapalı, kültürel seviyesi düşük-ya da yüksek hiç fark etmiyor, maalesef…
Bu durum niçin böyle ve bizim insanımız niçin yeni şeyleri tecrübe etmeye açık değil? Sanıyorum bu durum bizim milletimizin iliklerine kadar işlemiş, DNA ya kadar yerleşmiş, atalardan miras aldığımız Muhafazakâr düşünce tarzı ve davranışlarımızla ilgilidir. Tabi ki bunları söylerken tepeden inme yöntemlerle yapılan; baskı, algı operasyonu, moda, reklam ve benzeri etkileri konumuzun dışında tutuyorum.
Sadece halkta değil, farklı ideolojik çevrelerde de kimi uygulamalar hep aynıdır. Mesela bütün partilerde; sağ –sol, muhafazakar, dini, Kemalist, çağdaş, Türk, Kürt ve benzeri fark etmiyor; tamamında padişahlık sistemi hakimdir, faşizm hakimdir.
Bu anlayış ve tarz eğitimle ve toplumsal baskı ile hayatın her döneminde devam eder. Mesela askerlik yapan herkes 3k kuralını bilir;” karışma- konuşma- kaytarma.” Sadece emredileni yapacaksın, hiçbir şeye karışmadan, sorgulamadan, konuşup eleştirmeden sadece itaat edeceksin. Askerlikte en saçma emirleri bile sorgulamadan itaat edip yerine getirme öğretilir. Her şey konuşmama, sorgulamama ve sadece itaat etme mantığı üzerinden insanların iliklerine kadar yerleşir. İnsanlar böyle hareket etmeye alıştırılır; hem eğitim-öğretim, hem askerlik, hem de toplumsal kurallarla…
FETÖ yapılanmasının hem devlet kademesinde, hem de ordu bünyesinde yaygın bir örgütlenme ağına ulaşmasındaki asıl önemli etken bu muhafazakâr-sorgulamayan zihindir, denebilir. Tabiidir ki kimi odaklar tarafından önlerinin açılmasını, gördükleri derin destekleri de unutmamak gerekiyor.
Hiçbir şeyin sorgulanmaması ve mutlak itaat kültürü ; yani muhafazakâr kültür sadece bizim camiaya “mahalleye” has değildir. Her mahalleye; her partiye, gruba, cemaat yapılanmalarına, legal veya illegal; sağ, sol, İslami bütün örgütlere, tarikatlara mezheplere vs. hâkimdir. Tarikatlarda şeyhe bağlılık “gassâlın önündeki meyyit gibi olmak.” Cümlesiyle anlatılır. Aslında bu cümle her mezhepte de geçerlidir, sadece tarikatlarda değil. Şii, Sünni veya Selefi mezhepler de fark etmiyor.
Mesela Şia dünyasında geçmiş dönemin imamları masum olduğu için sorgulanmazken, bugün de Mehdi ile irtibatlı olduğuna inanılan pek çok isim sorgulanamaz.
Geleneksel-muhafazakâr Şii düşüncede de devrim yapmak için çabalamış; tıkanık olan Şii düşüncenin önünü Velayet-i Fakih ve devrimci düşüncesiyle açmaya çalışan 20. yüzyılın en büyük devrimcisi merhum İmam Humeyni de muhafazakâr geleneksel-Ahbâri/batıni düşünce tarafından hiç sevilmemiştir. Hatta “bu adam Sünni oldu” diyerek dışlanmıştır. Halbuki merhum İmam Humeyni’nin , düşüncesi ve mücadelesi, çıkmaz sokak olan Şia’nın imamet/masumiyet/Mehdi düşüncesinin önünün açılması için çok önemli bir imkandı.
Sünni dünyada sahabenin, saygı sınırlar içerisinde bile hiçbir hatasını konuşamazsınız. Sanki zımnen hepsi de masumdur. Hiçbir âlimin hatasından da söz edemezsiniz. Söz ettiğinizde konuyu izah etme yerine; “sus, sen kimsin” diyerek susturulursunuz. Hâlbuki hayır ve saygıyla yâd ettiğimiz müçtehit imamlarımızın içtihat hatalarından pek çok örnekler verilebilir.
Muhafazakâr zihin aynı zamanda, mevcudatta-mahlukatta cereyan eden olayların akışına da karşı bir zihin demektir. Çünkü varlık âleminde durgunluk ve durağanlık yoktur. Eşya her an oluş ve bozuluş içerisindedir. Varlık ve eşya her an hareket halinde olup değiştiği gibi hayat ve şartlar da değişir. Bu nedenle her yüzyılda bir müceddidin gerekli olduğu genellikle kabul edilir. Ancak bu kabule rağmen muhafazakâr zihin ya müceddidi kabul etmez, ya da geçmişi tekrar edip geçmiş fetvaları nakil edenleri, hiçbir yenilik düşüncesi olmayanları müceddit ilan eder.
Asırlardır bu muhafazakâr zihin telfik’i asla caiz görmez. Mezhep imamının veya mezhepte müçtehit alimin fetvalarını da mutlak doğru kabul eder. Hâlbuki sorgulayıcı zihin her insanın hata edebileceği esasını asla unutmaz. Mevlana’yı sever; ama ”bir ayağım şeriatta, diğer ayağımla bütün din ve mezhepleri dolaşıyorum.” cümlesini veya “bu gün yeni şeyler söylemek lazım” cümlesini anlamaz. “Tecellide tekrar yoktur” cümlesini ezbere tekrar eder durur, kavrayamaz.
Bu konuya dair Atasoy Müftüoğlu ağabey şöyle der; ” İslam bir muhafazakârlık iklimi içerisinde yaşatılamaz, ancak öldürülebilir. Muhafazakârlık atıl ve köhne değerleri korumak için yarayışlı olabilir. Muhafazakârlığı İslam’la eşitlemeye kalkışmak İslam’a ihanet ve iftira etmektir.”
Muhafazakar zihin düşüncesine-kabullerine ters bir şey söylendiğinde, karşı düşünceyle konuyu izah etme, tartışma zahmetine girmez. “Niçin” sorusunu asla sormaz. Aslında niçin sorusu bir konunun hakikatini anlamada en hayati sorudur. İslam fıkhında, hükmün illetini, sebebini, hikmetini, mekasıdını ve benzeri hususları anlamada da kilit sorudur.
Habercilikte de böyledir. Bir haberin dört başı mamur haber olması ve haberin doğru anlaşılması “niçin” sorusunun cevaplanmasına bağlıdır. Habercilikte-medyada çokça kullanılan algı operasyonu, PR çalışması, kitlelerin manipüle edilmesi, niçin sorusunu sorulup yanıt alınamamasıyla ilgilidir.
Bunun içindir ki muhafazakâr zihin her türlü algı yönetimine, manipülasyona çok kolay maruz kalır. Algı yönetimine kolay maruz kalanlar ise çok rahat güdülüp yönlendirilir.
Niçin sorusunu sormayı düşünen bir zihin kolay kolay algı operasyonuna maruz kalmaz.
Kitlelerin medya ile güdülebilmesi niçin sorusunun gözlerden uzak tutulabilmesine bağlıdır.
Muhafazakâr zihin, ”atalarını üzerinde buldukları yola “ olduğu gibi tabi olurlar; bu halleri Hazreti Peygambere karşı çıkan Mekke müşrikleri ile aynıdır, aynı taşlaşmış zihin yapısının tezahürüdür. (Bu vurgu tekfirci bir anlamda anlaşılmamalıdır.)
Muhafazakâr zihin hakikat arayışının da hakikate saygının da düşmanıdır. Hakikat diye bir derdi yoktur. Bu zihinde mevcudu korumak esastır.
Tüm dertleri kendi grubunu cemaatini, kabilesin, partisini, tarikatını veya örgütünü muhafaza etmek ve sayılarını arttırmaktır. Muhafazakâr demokratların seçimlerdeki sayısal üstünlüğü de, kimi cemaatlerin sayısal fazlalığı da bu genel anlayışla yakından alakalıdır.
Tabii yaşadığımız ülkede sosyal demokratların da en az onlar kadar muhafazakâr olduklarını görmek gerekir.
Muhafazakâr zihin cesur değil korkaktır. Eric Hoffer” Değişim Sancısı” isimli kitabının ilk bölümünde bu durumun zihinsel arka planı ile ilgili şunları söyler;” İntibam odur ki, aslında kimse yeniyi sevmez, yeniden korkarız. Dostoyevski’nin sözünün ötesi de vardır; insanlar en çok yeni bir adım atmak, yeni bir söz söylemekten korkar.”
Belki de bu korku sebebiyle bu zihin dünyasının, Atasoy ağabeyin sıkça söz ettiği “eleştirel bir dikkatle okumak” diye bir derdi yoktur. Pek çok grup cemaat ve tarikatta okunacak kitaplar bile çok sınırlıdır. Sınırsız kitap okuma özgürlüğü asla yoktur. Farklı olan her düşünce, algı, yorum, baskı ve zorla yasaklanır.
Bu zihniyette düşünce ve görüşün yine düşünce ve görüşle çürütülmesi anlayışı yoktur. Çünkü kendi düşüncesine güveni de yoktur. Genellikle nezaket sınırları içerisinde, kendi düşüncesini savunmayı, karşıt düşünceyi eleştirmeyi başaramaz. Hemen “kırmızı çizgilerini” çeker, sesini yükseltir ya da sizi suçlar. Kendisini asla sorgulamaz.
Hiçbir grup, dernek, cemaat, örgüt; okuyan, düşünen, eleştiren, hakikate saygısı olan kişileri bünyesinde barındırmaz, barındırmak istemez çünkü bu tür insanlar yanlışları görür eleştirir ve her zaman doğru bildiğini teklif eder.
Hiçbir grupta, grubun başındaki abiyi hocayı geçecek adam yetişmez. Özellikle yetiştirilmez, sadece sayılar artırılır. Kalite; düşünsel ve ilmi seviye hiçbir zaman artmaz. Bu durum özellikle son yıllarda belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Belki de bu durum son dönemde bütün grup, cemaat ve benzeri yapılanmaların neredeyse tamamının devletleşmesinden /devletleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Sivil Toplum Kuruluşları olması gereken STK lar bile neredeyse SDK yani “Sivil Devlet Kuruluşları” oldular.
Bu zihne sahip abi, lider, başkan üstat ve benzerleri aynı zamanda ciddi bir özgüven eksikliği ile maluldür. Bundan dolayıdır ki, çevresinden mutlak itaat ve bağlılık ister. Bu bağlılıkta soru sorma, “niçin böyle” diyebilmek mümkün değildir.
Bugünkü düşünce ve inanç dünyamızı şekillendiren ve hepsini rahmet ve saygıyla andığımız altmışlı yılların üstat ve ağabeylerinde de durum hiç de olması gereken İslami örnekler gibi değildir. Heyecanlı konuşmalarına, yazmalarına rağmen özgüven eksikliği ile maluldürler. Bu eksiklerini narsizim, kibir ve enâniyetle, kendilerini mutlaklaştırma ile gizlerler. Bir abinin, üstadın yanında, yakınında bulunan bir kişi asla bir başka üstadın yanına-ziyaretine gitmeyi bırakın, yanından bile geçemez, dergisini okuyamaz. Bu görülür ya da duyulursa hemen tart edilir ve hain damgası yer.
Nutuklar atıp konuşan, güzel şeyler yazan bu abiler toplumsal bir hareket vücuda getirme çabası içerisine hiçbir zaman girmemişlerdir. Çünkü böyle bir çaba devrimci bir perspektif gerektirir. Salt edebiyat adamı değil, düşünce ve hareket adamı olmak gerekir. Acaba, merhum Sezai Karakoç merhum Aliya İzzetbegoviç’den daha mı az şey biliyordu veya daha mı az entellektüel idi? Bu coğrafyadan bir imam Humeyni, bir Aliya İzzetbegoviç ve benzeri isimlerin çıkmaması, pek çok sebebin yanı sıra belki de bu muhafazakâr zihinsel yapı ile ilgilidir. Ancak edebiyat diliyle ilgili olabileceği düşüncesi de görmezden gelinemez…
Bu probleme ilişkin “Yazının Düşüşü” isimli kitabında Abdurrahim Karadeniz şöyle der; “Türkçenin sorunu , (belki de Türkiye’nin demek lazım) edebiyatçının düşünür olması değil, sanat diliyle düşünce üretilmesidir. Sorun kişi sorunu değil uslûp sorunu. Bu yüzden Türk Edebiyatı ile Türk Düşüncesi iç içe. Yüzlerce yıldan beri şiirle, sanat ve edebiyatla yolumuzu bulmaya çalışmışız. Sanatsal söylemlerde yaşamsal kesinlikler aramışız. Oysa sanatçı, bir taraftan dünyayı birçok biçimde tasvir etme hürriyeti varmış gibi görünür; diğer taraftan dünyayı nasıl tasvir ederse etsin kelimelerle onu çarpıtır. Tasvir etmeye çalıştığı şeyi soyutlamayla yansıtır. Bir şeye ne derse desin ; dediği, o şey değildir. Hâlbuki düşünce dediği olacak bir dil kesinliği arar.
Sanat ve edebiyat genellikle , teskin edici bir eğlence olmasa bile en azından bir tür ikinci el dünya deneyimi, eylemsiz öğrenme ve icrasız tatmin arayışıdır. Ruh dünyamız bu yüzden sanatla teskin edilebilir. Oysa Türkçenin,(belki de Türkiye’nin) edebi eserlerden düşünce kırıntıları çıkarmaya değil, salt düşünceye gereksinimi var. Bu yüzden öncelikle düşünce diliyle sanat dilini birbirinden ayırmak, karıştırmamak gerekir.” Yazının Düşüşü. sh.72
Bu üstat ve abilerin çevresinde yetişen günümüz yazar, çizer, edebiyatçı, şair pek çok isimde de aynı muhafazakar zihni, enaniyet ve kibri görmek mümkündür. Miras aynı şekilde geliyor. İstisnalar şüphesiz var, onlara saygı duyuyoruz. Ancak kahir ekseriyetinin Özal, refah yol, ya da ak Parti döneminin milletvekili, bakan ve bürokratlarını oluşturmaları ve özellikle son dönemde muhafazakar demokrat anlayışla kucaklaşmaları sebepsiz değildir.
Kitap yakan ve yasaklayan Kemalist -sol- batıcı bir zihinle, kitap yasaklayan muhafazakâr demokrat zihin arasında yasakçılık konusunda ne fark vardır? Aslında her ikisinin de yasakçılığı muhafazakâr olmalarından ve kendilerine güvensizlikten ileri gelmektedir. Kendi düşüncesine, inancına, paradigmasına güvenen bir zihin, farklılığı yasaklar ve ortadan kaldırmaya çalışabilir mi?
Muhafazakâr statükocudur, saltanatçıdır, devletçidir. Taşlaşmış bir zihne, defolu bir akla sahiptir. Hz. Ali’yi de Muaviye’yi de haklı görür. “Muaviye haksızdı.”, diyemez. Saltanatın her yaptığı ilgili kurumlarca bir şekilde meşrulaştırılır. Bu zihin günümüzde de devletin her yaptığını doğru görür. Mesela bu zihne sahip yazar-çizer abi tayfasına Suriye’de uygulanan politikanın yanlış olduğunu; resmi politikaya destek verdikleri için orada akan kandan sorumlu olduklarını anlatamazsınız. Yakılıp yıkılan bir Müslüman ülkesinde payları olduğunu kabul ettiremezsiniz. Hiçbir zaman “devlet, şu konuda hata yaptı” diyemezler.
Devlet, muhafazakâr zihnin en büyük putudur. İsrail’le –Siyonizim’le, batılılarla onca geçmişe, dostluğa rağmen” Filistin’e Türkiye kadar hiçbir ülkenin destek ve katkıda bulunmadığını” savunurlar. Bu cümlenin hakikate ters olduğunu hatırlatsanız bile sizi dinlemezler.
Böyle bir cümleyi kuran zihnin arka planında ;”devlet her ne yaparsa doğrudur bunun için her hal ve şartta devlet savunulur” mantığına sahip muhafazakâr sağcı düşünce vardır. Batılı efendilerinden bağımsız politika da geliştiremezler ve bunu asla düşünemezler, düşünmezler.
Merhum Ali Şeriati’nin,”eleştirinin olmadığı yerde putçuluk vardır” cümlesi tam da bu konuyla ilgili bir tespittir. Bu zihinde devlet putlaştırılır. Devletlu şahısların muhafazakârlığı ve hiçbir şeyi sorgulamamaları aslında biraz da çıkarları öyle gerektirdiği içindir. Çünkü kendileri de sorgulanmak istemez. Sorgulayan sorgulamaya da açık demektir. Her konuda hesap soran Ömer’e herkes hesap sorabilir, konu bu kadar açıktır. Derin ilişkilerle anılan pek çok isim belki de sadece çıkarları için statükocu ve muhafazakâr olmayı seçmişlerdir. Mekke müşrikleri de öyle değil miydi?
Mekke müşriklerinin Arap kabileleri arasında ki saygınlıkları, otoriteleri, Kabe’ye ev sahipliği yapmanın yanında orada bulunan ve tapınılan putlardan ileri geliyordu. Çıkarlarının devamı statükonun devamını gerektiriyordu.
Mekke’de o günlerde olanlar ile, bugün; Kemalizm, AB hedefleri, batıyla dostluk, demokrasi, liberalizm ve benzeri ne kadar put varsa yüceltilmesi ne kadar da benziyor.
Putların gerçekte ne olduğunu, ilahın, rabbin ne demek olduğunu anlatan, onları hakikate çağıran Hazreti Peygambere-as-tabii ki bu müşrik zihniyet karşı çıkacaktır. O zaman da temel cümleleri ; “biz atalarımızın gittiği yola tabi oluruz.” cümlesiydi…
Talip Özçelik / Her Taraf