-Efendim on beş sene oldu, dış dünyadan, ailenizden, toplumdan uzak?..
-Evet, on beş sene. Son dokuz senesi de hücrede, tecritte. Ağızdan kolayca çıkıveriyor; iki kelime dört heceden ibaret bir ses… Yazdıklarımız, anlattıklarımız okunuyor ve anlaşılıyorsa, bu iki kelimede ifâde edilen zamanın ne kadar dolu dolu, ne kadar ağır ve yoğun bir “yaşanmışlıkla” geçtiği-geçmeye devam ettiği- görülebilir. Yıllardan beri söyleyip durduğumuz; Zaman kadans dedikleri ahenk helezonuna vakıâların posasını değil de ruhunu yerleştirme işinden başka gaye tanımaz… Vakıâların posasını değil de ruhunu… Bu süreçte ortaya koyduğumuz eserler, zamanın ruhunu yakaladığımızın, zamanın gayesine uygun yaşadığımızın misâli köşe taşları… Anlaşılıyorsa ne âlâ…
-“Hukuk” ve “Mirzabeyoğlu”… Ne yan yana gelebiliyor, ne de birbirinden ayrılabiliyor. Bu ikisi aynı anda anıldığında, yargı paketleri ile cilâlanmaya çalışılan “hukuk devleti” imajı sönükleşiyor, sahte hukuk makyajı dökülmeye başlıyor?
-Hep aynı kısır döngü; fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz diye bas bas bağırıyoruz yıllardır. Hukuk ahlâkın pıhtılaşması… Ahlâk yoksa?.. Ne pıhtılaşacak. Neyin pıhtılaştığı meydanda. Fikrin ne ki, onun oluşturduğu “ahlâk” ve “hukuk” olsun… Özellikle “sosyal ve siyasî” meseleler söz konusu olduğunda, âdeta ‘kim daha ahlâksızsa o kazansın’ der gibi bir yarış. Yarış da değil, itiş kakış. Bu dilden anlayan bir Allah’ın kulu da çıkıp; “iyi, doğru, güzel nedir ve onun adına neyi, hangi ahlâkı teklif ediyorsun?” demiyor. Tabii bunu sormak “sistem” ve “dünya görüşü” mevzunu anlamayı gerektiriyor. Üstad’ın Batı’yı tarif ederken; “Yunan aklı, Roma nizâmı, Hristiyan ahlâkı” diye, Batı’nın üzerinde yükseldiği temeli işaretleyen tesbitine kıyasla, buraya bakarsan ne göreceksin?.. “Osmanlı aklı” desen değil, “Osmanlı nizâmı” desen değil, “İslam ahlâkı” desen hiç değil. Sistem zaten onu yok etme üzerine kurulmuş. Ne kaldı geriye “temel aldığın?.” Yok. ‘Kuralsızlık bile kuraldan’ noktasına kadar incelen bir idrâkle mevcut duruma bakarsan, orman kanunundan başka bir şeyin geçerli olmadığı hemen görülebilir. Halbuki hukuk… Değil mi? Adalet onunla, mülk onunla, ahlâk onunla, ideale yaklaşmak onunla, devlet onunla… Meşruiyetinin dayanağı mânâsına… Bunları kaldırdığın zaman, devleti “örgütlenmiş ahlaksızlık” diye tarif eden Batılı aydına hak vermek gerekir. Tersinden ifâde ederken bile o; “ahlâk” veya “ahlâksızlık”… Bunu ahlâkın pıhtılaşması olan “hukuk” anlamında söylüyorum. Dün ‘kanun böyle’ deyip içeri atmışsın, bugün ‘değiştirdim kanunu’ deyip bırakmışsın… Bu kadar çok, bu kadar sık kanun değiştiren başka bir ülke var mı onu da bilmiyorum. Neyin suç olup olmadığı artık anlaşılamayacak hâle geliyor nerdeyse… Bunu şununla karıştırmamak lazım tabii ki; Hukuk, canlı, dinamik ve değişmez esaslar ve temeller üzerinde sürekli “değişen”, yenilenmesi gereken bir şey. Hayatın her ân yeniliği içinde bu tabii ve zaruri bir şey. Bu keyfe keder ‘suçlar icâd edip’, yine suç olan şeyleri keyfe keder suç olmaktan çıkarmak değil.
-Sizin dâvânız üzerinden örneklemek gerekirse?…
-Al sana hiçbir şekilde izâh edilemeyecek bir durum. Yeni Şafak’tan gelen gazeteci arkadaş soruyor; “Bu hukuksuzluğa ne diyorsunuz?..” Adı üstünde hukuksuzluk; yani suç. Ne diyeyim. Yapan orda, uygulayan burada, “Bu kadar hukuksuzluk karşısında ne diyebilirim ki” dedim. Siz gazeteci olarak bunu görüyorsunuz, öbürü bakan olarak, diğeri siyasetçi olarak, hukukçu olarak; herkesten ve her taraftan görülen hukuksuzluk. Bunu buradan düzeltmesi gereken de ben değilim. Hukuksuzluk suç değil mi?. Suçsa burada ne işim var. Farz edelim ki ben suç işledim. Sen, beni “suçlu” diye karşısına çıkaracağın hukuka uymuyorsun. Darbe, suç. Darbecilerin yargıya talimât vermesi suç. Ama talimâtla verilen karar doğru(!) Ee? Bunun böyle olduğunu Araştırma Komisyonu ile resmî rapor hâline getirdin?.. Darbecileri de “darbe yapmak suçundan” içeri attın… Şimdi sen de sorarsın; “Bu kadar çelişki karşısında ne diyorsunuz?..” diye… Ne diyeyim…
Türkiye’nin son on beş yıllık hukuk serüvenini benim üzerimden, benim aynamda seyredebilirsiniz… Şimdi bir de ben sorayım; Senin bu hukuksuzluk yapma imtiyazın nereden geliyor?.. Bu “imtiyaz”(!) başka birinin eline geçerse, sürekli çiğnediğin, üzerinden tankları geçirdiğin hukuka sığınıp, “hak ve adalet” dâvâsı güdecek misin!..
“Hukuk”u, bize karşı silah olarak kullanıp bizi boğmaya çalışanlara karşılık, biz dâvâmız, inancımız, imanımız gereği-kendi dünya görüşümüze bağlı olarak- “zerre-i miskal” hukuksuzluk yapmadık, yapmayız. Özellikle “Hukuk Edebiyatı” isimli eserimiz ve DGM’deki tarihî savunmamız, hukuk anlayışımıza dair, hukuk hassasiyetimize dair yeteri kadar ipucu verir… Hele “hukuk düzeni” adına yapılan hukuk dışı işleri göz önüne alırsanız, biz hep üstte, hak ve hukukun merkezindeyiz, onlara göre…
-Özellikle idâm kararı öncesi çok ağır işkenceler gördünüz, yaşadınız?..
-Evet, yaşadık ve yaşadığımızı da yazdık. Yeniden oralara dönecek değilim; ama şu kadarını söyleyebilirim; idâm kararını büyük bir sabırsızlıkla bekliyor, idâm edecekler ve kurtulacağım diye seviniyordum. Düşünün yani, o kadar… O zaman kendilerini “devlet” zannedenlerin bugünkü acıklı hâli ortada; şimdi “hukuk-adalet” arayıp soruyorlar mahkeme koridorlarında, cezaevi koğuşlarında. “Gücü” eline geçirenin ne kadar alçalabildiğine iyi bir örnekti o, özellikle ‘Telegram’ isimli eserimde anlattıklarım…
-Bugünle bir kıyaslama yapmak gerekirse?..
-Ölçüsüz, endâzesiz kıyaslama olmaz. Kendi “tarih muhasebemiz” açısından bir kıyaslama yapabiliriz, ama o zamanda mesele derinleşir; alâkalı olduğu mevzuları da ele almak gerekir-ki uzar- fakat dış yüzünden kabaca söylemek gerekirse; bir “tasfiye” yapıldığı herkesin malûmu; dış yüzden yılanın kabuk değiştirmesi gibi, bir “el” değiştirme. “Balkondakiler” değişince düzenin-sistemin özü değişmez, ama tabii ki politikalar, uygulamalar değişebilir, yumuşayabilir. Bizim için önemli olan; İdeolocyamızda tablolaştırılan sistem ve toplum hayalidir. Gaye odur. Ve o muhkem bir kale edâsıyla yükselmeye devam ediyor, çerden çöpten ‘düşünsel’(!) gecekonduların ortasında… Elhamdülillah…
-“Balkondakiler” mi değişti sadece?..
-Bu o kadar mühim bir mesele değil. Bir toplumda öncelikli olarak yönetici sınıfta olması gereken temel insanî vasıflar ve kültür-irfan meselesi… Yüceler Kurultay’ını hatırlayın, orda sorumluluk alacak insanda bulunması gereken vasıf ve nitelikleri… Uyanıklık, kurnazlık, yalakalık şu bu marifetiyle(!) “Balkona çıkanlar”ın, aşağıdakileri obje gibi görmeye devam etmesinde şaşılacak bir durum yok tabii ki. O yüzden niye önce “bir dünya görüşü” şartını ısrarla tekrarladığımız anlaşılmalı… Fikir diyoruz, dil diyoruz, dünya görüşü diyoruz, sistem diyoruz, bir toplum mimarîsinin temelini oluşturan bu meseleler anlaşılmadan, her biri başlı başına bir idrâk harikası olan, ortaya koyduğumuz çözüm çekirdeklerinin anlaşılması da imkânsız. Misâl olarak söylüyorum; sen gerçekten zor bir problemi tarif edip, onun çözümüne dair bir şey anlatıyorsun; ama muhatap kopya çekme-taklit derdinde. Sen ne anlatırsan anlat… Olmaz… Mesele bu çözümü bu filân derken…
–“Var olma müşkülü” gibi?…
-“Çözdük her müşkülü derlerse de ki / Sonunda var olma müşkülü kaldı…” Var olmak başlı başına bir mesele ve bütün meselelerin de başı… Varsın… Mesele başladı… Niçin?… Cevabının bulunması, aranması, verilmesi gereken bir mesele… Muhatap bu mevzuya yabancı, sığır gibi yaşayıp gidiyor diye, bu mevzu mesele olmaktan çıkmaz. Sadece; “Onun meselesi karnı doyuncaya kadarmış” olur. Cevap zarureti ortadan kalkmaz. “Varsın”… Niçin?… Hadi buyur… Bak şimdi, tâ “Kültür Davamız”dan beri anlatıp duruyoruz; insana kendini empoze eden temel meselelerin(varlık nedir, hayat nedir, sanat nedir, ölüm nedir, fert nedir, toplum nedir, insan nedir, ben kimim, zaman nedir, oluş nedir v.s.) bir sistem tutarlılığı içinde cevaplanamadığı yerde, bunlara nisbetle ele alınması gereken diğer bütün meseleler havada kalır… Bir ân için; “çözdük her müşkülü” ifadesini, “çözdük bütün insan ve toplum meselelerini” diye düşünün- ki temel meseleler çözülmeden bu imkansız ya, neyse- öyle kabul etsek bile “var olma müşkülü”, dağ gibi sahici insanın omuzunda durmaya devam edecektir… İnşallah bu söylediklerimizden, bir bütün halinde Büyük Doğu-İBDA Külliyatı’nın, niçin Mucizevarî olduğu ve Mehdi misyonuna bitişikliği de anlaşılıyordur. İnsanlığın varoluşundan bugüne temel mesele; “Var olma müşkülü…”dür…
-“Zulüm” deyince, yalnız hadisenin mağdur edebiyatına yatkınlarca kolayca anlaşılan tarafı yanında bunun bir de…
-Zulmün, zulme maruz kalanı mağdur ettiği bir gerçek tabii… Tamam. Şimdi… Zulme uğramak başka, gördüğün zulme hangi şart altında olursa olsun direnmek başka, “edebiyat yapma” denilen cinsten, hakikatsiz ve abartılı zulüm veya mağdur edebiyatı yapmak başka, bizzat yaşanmış bir zulmü, zalimliği tesbit başka… Bu çerçevede kendi adıma şunu söyleyebilirim rahatlıkla; Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz… Bakın ne kadar hassas bir inceliğe işaret ediyorum, dikkat edin;Zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih ederim… Özellikle Üstad’ımı başa alarak, hem Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar’ı, hem Son Devrin Din Mazlumları’nı hatırlatarak… Bunları hatırlayınca O’nun işaretiyle yazdığım- dünyayı kalburdan geçirircesine- dört ciltlik “Büyük Muzdaripler”i hatırlamamak olmaz… O zulme ve bu ızdıraba yabancı olmadığımızın delili hâlinde… “Zalimin” dünyada ve ahirette Allah’ın gazabına hedef olması da unutulmamalı tabii…
-“Cinnet Mustatili” de var?..
-Cinnet Mustatili… Ne kadar derin tedailere yol açıyor, bir adı da Yılanlı Kuyu… Reis Bey… Özellikle bu ikisi “cezaevi tabloları” açısından-müdâfâlarım da dahil- husûsen hukuk, adalet, suç ve ceza kavramlarını da insanî ve İslamî bir hassasiyetle bir temele oturtması açısından ayrıca ele alınabilir, “anlayış” noktasından diyorum tabii ki. Mevzunun “zindan edebiyatına” girmeden, Üstad’ımın Cinnet Mustatili eserini de hatırlatarak, benim “Telegram” ve “Ölüm Odası” çerçevesinde yazdığım ve yaşadıklarıma bakmak kâfi..
-Bu “Arab Baharı” denilen hadiseleri, herkes bir ucundan bir tarafa çekiyor?
-Bir şeyler oluyor. Olup biteni-olup bittikten sonra- siyasî istismar-kendi lehine- ayrı mesele, hadisenin çok farklı bir arka plânı var; sanırsın dünya sancılanıyor… Doğum sancısı mı, ölüm sancısı mı; düğüm bu. Yanlış hatırlamıyorsam Amerikan Dışişleri Bakanıydı; “Gerçekçi olalım, ne olup bittiğini biz de anlamıyoruz, neticenin nereye varacağını bilmiyoruz” gibi laflar ediyordu. Hadise ortada ama, “niyetler başka başka” olmasından hareketle, Zamanın Maksatlılığı’ndan-bizim için- onunla irtibatlı, ona rabt olmuş bir şuurla sezmeye çalışmak lâzım; Zamanın maksatlılığına rabt olmuş bir şuurla değerlendirmek… Bu da ideolocya demek, sistem demek… Bunun gerektirdiği bir oluş çabası ve duruş yoksa; dünya yıkılsa sana ne gibi bir yere varır. Orda öyle olur, burda böyle olur… Sen “nesin?” nerdesin ve kimsin, “hastanın” karşısında doktor-doktor keyfiyeti ile- çözüm reçete sunan bir yerde mi, hastayı seyreden meraklı kalabalığın içinde mi, durduğun yer neresi…
-“Çözüm süreci” konusunda ne düşünüyorsunuz, bu konuya bakışınız?..
-Bu konudaki tavrımız bugün değil yirmi sene öncesinden belli… O gün ortaya koyduğumuz “çözüm”de… O yüzden; yirmi senedir Kürtlere küfredip, bugün yalancıktan “kardeşlik edebiyatı” yapanlara mukabil, Türk-Kürt kardeşliğinin hakikatini teslim edende biziz; bizim ideolocyamız temelinde açtığımız keyfiyet şemsiyesidir…. Çözülecekse, biz bu “çözüm sürecinden” tabii ki memnun oluruz… Bu ayrı dava. Ama, “amasız barış olmaz” diyorlar ya, bizim de insan ve toplum hayatına bitişik, -Türk’ü de Kürd’ü de ilgilendiren- ;”yaşanmaya değer hayat sorusuna teklif ettiğin sistem ne?” Sorumuz baki… Cevabımızın İslam’ın kefaleti altında ve sistem çapında ortada olduğu gibi… “Niçin savaşıyordun da, şimdi niçin barışıyorsun gibi” işin aslına ve hakikatine dair mevzulara hiç girmiyorum…
-Bu yeni süreçte Hizbullah da partileşti biliyorsunuz?…
-Bu vesile ile buradan onlara da selamlarımı gönderiyor, hem televizyon kanalları, hem de yeni kurulan partileri için hayırlı olsun diyorum. İslâmın hakimiyeti, ümmetin topyekûn kurtuluşu dâvâsı söz konusu olduğunda, garazsız ve ivâzsız bütün mü’minler kardeştir…
-Yarı resmî, yarı sivil ‘Necip Fazıl’ı Anma’ etkinlikleri bu Mayıs ayında da ‘şarkılar, türküler eşliğinde’ birçok yerde, farklı çevrelerce kutlanıyor(!). Bu konuda?…
-Bazen insanın nutku tutuluyor, hani ‘bu ne yahu böyle’ dersin… Onun gibi… Şimdi diyelim ki bir insanın O’nun mânâsına ve dâvâsına zıt çevre ve kişilerce, O’nun “mânâsı ve dâvâsını” tahrif amaçlı gayretleri neyse de… Bir de “O’nun tarafından”mış, “gibi”lerin hali… İşte bunu bir yere oturtmak çok zor… Ne yapıyorsun, ‘Necip Fazıl’ı Anma’… Evet? Birisi; “Necip Fazıl büyük adamdı…”, diğeri; “Olur mu, Necip Fazıl daha büyük adamdı…”, öbürü; “Ne diyorsun sen, Necip Fazıl daha daha daha da büyük adamdı…” Bu… Bu mudur yani… Bu pohpohtan en çok nefret eden, bizzat “andığın” adam… “Mış gibiler…” Söyledim, O’nun mânâsına-davasına zıt… E, ne takâza yapıyorsun… Pislik… (…..) Nuh Aleyhisselâm gemiyi yaparken, kâfirler pislik yapmak için, gelip gemiye pislerlermiş… Allah onlara öyle bir illet veriyor ki, tek çaresi; kendi pisliklerini vücutlarına sıvamak… Vicdan, utanma, Allah korkusu?.. (…..) Vesilesi geldi madem ölçüyü de söyleyelim; Bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Alimi alim, arifi arif, veliyi veli… O da bir hikmete, bir inceliğe mebnidir… Aynı ölçü içinde; âlimi âlim bilir, arifi arif olan… Ee, senin de esnaf kılıklı hâlin ortada… O’nun manası ve davası etrafında, böyle bir incelikle ele alınmadığına göre, ne bu goygoy!… Hademenin başhekimi “takdiri”(!) cinsinden takdirler. Öyle yapacağına önce bir hademe keyfiyetinden kurtulmaya baksana… Erin Generali övmesi gibi, bayağılıklar… (…..) Demin söyledim; bir büyüğü ancak bir büyük metheder… Hiç bir şey anlamıyorsan bu mânâdan pay almaya bak. O’nu mânâsı, davası ve gayesi dışında- bu arada bizi de yemiş oluyorlar(!) tabii- “anma ve değerlendirmeler” hep aynı kapıya çıkar… “Dâvâ ve mana” dediğin kapılar daha açılmadan suratına kapanır… Ondan sonra da kendi şeyini üzerine sıvazla dur; ‘o bir dehaydı, olur mu dehadan da dehaydı, ne diyorsun sen o dehadan dehadan daha dehaydı’ filân… Kelâm yalama oluyor.(…..) defalarca yazdık, söyledik, anlattık; Büyük Doğu’nun muradı İbda’dır… Gösterdik, eğer derdiniz bunu perdelemekse, o treni kaçırdınız… Elhamdülillah. İstediğiniz kadar debelenebilirsiniz, bu “mânâ” artık hiçbir hile ile boğulamaz şekilde, cemiyet meydanında heykelleşmiştir, Allah’ın izniyle…
-Genel olarak gençliğin durumunu nasıl görüyorsunuz veya bu çerçevede söylemek istediğiniz Bir şey var mı?..
-Adres belli, adresi bulduktan sonra, neyi nasıl yapacağını da “bulduğun” adresten öğrenmek üzere, estetik, diyalektik, ideolojik ve politik sahalarda, “gençliğe” yol gösteren “pusula” hüviyeti ile; fikir sistemi- dünya görüşü… Bunu işaretledikten sonra, bu “temel ihtiyacı” hâllettikten sonra diyelim, diğer hususlar, zaman, mekân, imkân ve keyfiyet şartlarına bağlı olarak değerlendirilecek hususlar… Misâl olarak söylüyorum: Millet tarlasını, üniformalı ve üniformasız genç fidanlar ve yeni ekinler hâlinde donatmak gerektiğini işaretlemişim. “Bu nasıl olacak” diye sorduğunuzda; fikirdir, ruhtur, sistemdir, İslâma Muhatap Anlayış’tır… Böyle bir “nisbet noktanız” olmasa, tarla da gider elden, fidanları da tanıyamazsınız… (…) Meseleyi daha aktüel plâna çekmek istemenizi anlıyorum, fakat bildiğiniz gibi 15 senedir zindandayım, o yüzden meseleyi hep fikir plânında ele alıyorum. “Anadolu Gençlik” diyorsunuz, rahmetliErbakan Hoca’nın millî bir çizgide tutmak için çok büyük bir gayret sarfettiğini bildiğim gençliğin, bugün fikrî bakımdan çok ileri bir aşamada olduğunu görmek, Anadolu’nun ruh ve mânâ köküne sahip olarak “Anadolucu” çizgide durmasını ve bu çizginin fikir zeminini güçlendirmesini çok mühimsediğimi söyleyebilirim…(…) “Fikir zemini” sağlam olduktan sonra da, zaten kendi “ideal nizâmına” doğru tabiî bir tekâmül olacaktır; konjöktürel savrulmalara karşı bu temel çok mühim… (…)Anadolu Gençlik de içinde olarak, bütün gençlikte, “fikir”e duyulan ihtiyaç ve alâkanın artmasını çok önemli buluyorum tabii ki… Hele bugün, bu şartlarda bu daha hayatî bir önem arzediyor. Hem küresel saldırı ve dayatmalara, hem de “iç” ve “dış” kaynaklı konjoktürel savrulmalara karşı durabilmek açısından bu çok mühim…(…)
-Ülke gündemindeki hadiselerle ilgili pek değerlendirme yapmıyor diye bir görüş ve beklenti var?
-Öyle mi?… İlginç. Bunu da yeni duyuyorum bak… Madem öyle, önce şunu söyleyeyim; Eşya ve hadiseleri İslam’a- İslamî gayeye nisbetle değerlendirebilmenin yegâne ideolojisini, bakış açısını, dilini, diyalektiğini, ölçülendirme ölçülerini ortaya koyduktan sonra, günlük hadiselere dair ânı ânına bizden yorum beklemek-hadi dışımızdakiler neyse- ortaya koymuş olduğumuz “dünya görüşü”ne tamamen yabancı olmak anlamına gelir. Veya bizi bir “siyasi parti lideri” gibi görme yanlışlığının sonucudur… Bizim durduğumuz yer belli… Fikrin, işlendiği, uygulandığı ve bunun pratikteki sonuçları görüldüğü zaman yaptığımız değerlendirmeler de ortada… Kaldı ki siyasete usûl ve metod dâvâsını getiren biziz, çünkü fikri koyduk önce ortaya, sonra fikre nisbetle “olması gereken”i… Usûl ve metod tabii olarak fikrin, fikir sisteminin davet ettiği bir mesele… Yani teori-pratik ilişkisinin sürekliliği ve bunun “ilke”lerinin olması gerektiği… Teoriye nisbetle atılan adım-pratik, bu pratikle zenginleşen ve hedefe doğru ilerleyen teori vesaire… Şimdi bütün bu temel meseleleri es geçip, “siyaset” deyince “hangi partiye oy verelim yani?”yle karşıma çıkılırsa, tabii ki söylenebilecek fazla bir şey kalmaz… Buna içinde bulunduğumuz şartları da ilâve edersiniz, tabiidir ki günlük, günübirlik hadiselerle ilgili değerlendirme yapmamıza gerek kalmaz… Ayrıca şunu da söyleyeyim, o anlamda, ne dün ne de bugün basit siyasî itiş kakışların içinde olmadık, olmayız da. Misâl söylüyorum, ben siyasî bir şuuru temsil ediyorum diyelim, bu şuura nisbetle tavrım ve duruşum bellidir…
Diyelim ki; “fikirde müphem, aksiyonda açık” olmak ideolocyamızın hüviyetidir, özünde mündemiçtir. Sen şimdi geçmişsin oraya, en ufak bir şekilde meçhule hürmet tavrı olmaksızın, fikirde “dır, dır, dır”la konuşuyor, açık olman gereken aksiyonda da, sarhoş yürüyüşü gibi bir sağa bir sola yalpalayıp duruyorsun… Bu mu anladığın o ilkeden! Hadi bu esası anlamadın diyelim, onun bu kadar tersine davranmayı nasıl başarıyorsun ben de bunu anlamıyorum… Bu, “fikirde müphem” mevzunu da anlattık, bu “müphemlik” belirsizlik mânâsına değil tabii ki…
-Telegram Mevzu çok konuşuluyor son zamanlarda?…
-Bu konuda söylenebilecek ne varsa yazdık, söyledik hemen hemen… “Konuşuluyor” derken sizin kasdınız meselenin bir şekilde gündeme gelmesi mi, kulaktan dolma malûmatlarla, farkında-veya farkında olmadan- olayın sulandırılması mı?…
-Her ikisi de…
-Meselenin gündeme gelmesi, anlaşılıyor olmak bakımından sevindirici tabii ki. Ama “telegramı” bilerek konuşmak lâzım. Benim, yapılan işe telegram ismini vermem, onun “Ölüm Odası” isimli Mücerred bir dünyayı toplayan hücre hâlinde, benim hayatın nihayeti ve nihâi gayesi amacıyla girişeceğim toplam bir muhasebenin içine, bir kader sırrı olarak hapishâne hayatım ve bu hayat içinde yerini alan bir vakıâ şeklinde dahil oldu. Her şey gibi tesiri adamına göre bir iş, bende temel muhasebem içinde müthiş bir kemirgen rolü oynadı. Üstelik telegram, sürekli bir iş ve bahsi geçtiği şekilde beni sadece beden değil, ruhî olarak da takibte ve tacizde… Bu mevzuyu isbat ve izah çerçevesinde konuşmaktan yoruldum ve söylenebilecek nihâi şeyleri de söyledim sanıyorum; devlet telegram yok desin… Bu konuda bilir bilmez konuşanlara gelince; bir misâl veriyorum hadiseyi tarif için, sonra bir bakıyorum, hâdise ortada yok, “misal” gerçek diye konuşulmaya başlanmış… Olmaz. Hani adamlar bilmediği bir mevzu olunca, ‘ben bu konunun uzmanı değilim’ diyor. O kadar. Bilmediğin, anlamadığın bir mevzuda “ya tutarsa” diye değerlendirme yapılır mı. Bunun tekrar bana ezâ olarak dönmesi de var; bilen konuşmuyor, bilmeyen susmuyor hesâbı… Olmaz tabii ki. Son zamanlarda bu konuyu bilerek konuşanların gündeme getirmesinden de memnun olduğumu ayrıca belirteyim…
-Bir de şu dikkatimi çekiyor; sizin bir mevzu anlatırken verdiğiniz orijinal misâller var, mevzuyu bilmiyorum ama ‘misâller” neredeyse herkesin dilinde, bu da bana her zaman ilginç gelmiştir?…
-Böyle kaba saba bir yaklaşım olmaz. Biz bir fikri, bir düşünceyi, bir mânâyı, bir hakikati anlaşılır kılmak için bir misâl veriyoruz, mânâ-hakikat ortada yok, “misâli” tekrarlayıp duruyorsun. Olmaz.Anlaşılması gereken, misâllendirilen hakikat, misâl de onun için. Bir mesele üzerinde, meseleye dair.(…..) Kur’an’da çok sık geçer; Allah kelamında… “Görmedin mi! Allah nasıl bir misâl verdi”, “İşte Allah böyle misâller verir” diye… Bu tür ifadeler çok… Bir “mânâyı” ifade etmeye çalışırken…
-“Güzel söz”ün ağaca benzetilmesi var?..
-İbrahim Sûresi’nde, meali tam olarak hatırlayamadım şimdi…(“Güzel söz, kökü yeryüzünde sabit, dalları göğe uzanan bir ağaç gibidir. Ki o ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir.” Mealen böyle… Devamında da; “Allah insanlara düşünüp ibret alsınlar diye işte böyle misâller verir…” diyor.. ş.s.) Ne kadar zengin, uçsuz bucaksız tedailere yol açıyor değil mi; “kökü yeryüzünde sabit, dalları göğe uzanan…” Aynı şekilde “kötü söz”ün de “köksüz kötü bir ağaç”a benzetilmesi… Sanıyorum bunu devamındaki ayette mealen; “Allah iman edenleri dünyada ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar…” seziliyor mu bilmem…(……)
İmanın “zevken idrak” olması, bunun da şiir idrâkiyle sezilebildiği hakikatine nisbetle, anlamak, hissetmek, sezmek lâzım; “sağlam bir söz üzerinde” olmak… Allah kelâmı, Resûl kelâmı ve bize en “yakın” olan Veli kelâmı… “Veli kelâmı” buğusu içinde de; İslam’a Muhatap Anlayış dâvâsı… Her örgüsü tamam, tezadsız bir dünya görüşü, bir anlamda “sağlam söz”ün sistem olarak ifadesini bulmuş hâli. “Mustakîm yol” anlamıyla da “istikâmet” üzere… Bütün Büyük Doğu-İbda Külliyatı’nı bu ölçünün mânâsı önüne yığabilirsiniz… Bu tür ölçülerin papağanvâri tekrarlanmasına niçin şiddetle karşı çıktığımız da anlaşılıyordur herhâlde, “dır-tır” yok… Sanırım tedâi etmiştir; “Ölüm Odası”nın alt başlığı gibi her hafta tekrarlanan şiir; “…. Döllenir kelimeler kelimelerle/ Sura üflenmeden önce soyumuz…” Kelime… Söz… ve güzel sözün; “her zaman meyvesini vereceği..” Allah kelâmıyla sabit…
-Sizin Lügât tiryakiliğiniz ve bunun fikir ve sanat hayatınızda çok farklı bir yeri olduğu da biliniyor; Tilki Günlüğü’nden Lügât-ı Salihûn’a kadar?…
-Lügât tiryakilğim… Evet… Nasıl başladı, vesilesi neydi oralara girmiyorum. Bütün kainât kelimeler hâlinde lügatte toplu… İdrâk lisanla mühürlendi. Lügât içine doğuyor, lügât içinde kendimizi tanıyor, tanımlıyor, kendimizi onunla ifâde ediyor, bir bakıma onunla da ölüyoruz. Her şey onunla; dil, düşünce, fikir, sanat, hayat… Harf, kelime; belirme, taayyün mânâsına geliyor. Anlama onunla, anlaşma onunla, fert onunla, toplum onunla, ilim onunla… Cehâleti ifâde onunla… Bu mânâda anlaşılmak üzere; Lügât hayattır, tâ kendisidir; “mânâ”nın ve “mânâlandırma”nın… Sevgimiz, nefretimiz, öfkemiz, kavgamız, topyekûn hayat, varlık ve oluş… Varlık; Allah’ın kelimeleridir, her şey… Bu söylediklerim etrafında, “Lügât tiryakiliği…” İnsan dil içine doğar ve kendini dil içinde idrâk eder. Tek başına bu hakikat bile “Varoluş Müşkülü”ne yaklaşabilmenin “cümle kapısı”nın “Lügât-Lisan” dâvâsı olduğunu göstermeye yeter. Sürekli mevzular içinde gösterdiğimiz ölçü; “Herşeyden önce kelâm vardı…” Ne demiştik? Her şeyden sonra kalan da o… Lügât tiryakiliğimin izleri buralardan süzülebilir… Terkibî bir hüküm hâlinde söylersek; “Kâinat bir dildir, ama karanlık ve belirsiz bir dil; insan bu dili el yordamıyla anlamaya çalışır ve yapacağı işler için talimât çıkarmaya uğraşır… Ve sır, bütün ifade biçimlerine hep karşı koyacaktır…” Bunun yanı sıra kendi dünya görüşümüz Büyük Doğu-İbda’nın-her dünya görüşü ayrı bir dildir- nasıl bir dil zenginliği ve hafıza derinliği taşıdığı da, bu “Lügât tiryakilği”nden görülebilir… Hülâsa; “Lügât’in tercümesi yanında- Yer eder ehl-i dilin cânında.”
-Evvel eski bir “anlaşılmama” mevzu var… “Anlaşılmanızın zor olduğu” meselesi?..
-Bu da eski ve eski olduğu kadar da eskimemiş yeni bir mevzu demek ki… Fazla teferruata girmeyeceğim; bir şeyi anlamamak, ya mevzunun derinliği ve çetrefilliğiyle ilgilidir veya muhatabın donanımsızlığı-şuur seviyesi- ile ilgilidir veya bu ikisini de kapsar şekilde; “dil”in imkânları ile ilgili… Misâl olsun diye söylüyorum; “Matematik bir dildir, matematikçiler o dili konuşur ve problemleri o dil içinde çözer. Bunun gibi; “her dünya görüşü ayrı bir dildir” derken, demek ki, herkesin bildiği değil de “öğrenilmesi” gereken şeyi de işaretlemiş oluyoruz… Şimdi ben sorayım; tâ Kültür Davamız’dan beri, bu muazzam dil zenginliği içinde, bu muazzam diyalektik örgü içinde, neyi anlamaya çalıştın da, gayret ettin de neyi anlamadın?… Sadece “anlama-anlaşılma” üzerinde dahi, yeterli çaba ve gayretle yoğunlaşılmış olsa, fikrin derinlik buudu zevkini muhatabına verir. Bu bile başlı başına tutturmaya çalıştığımız mayanın “sefil kolaycılık ve ucuzculuk” işi olmadığını, bunu dışladığını göstermeye kâfidir. Şiir zevki, estetik idrâki, lisan kültürü, sanat çabası, ilim gayreti hep bunun etrafında oluşan şeyler değil mi…
-Bu çok kronik bir mesele olduğu için…
-Kronik- mronik, neyse… Tamam, “anlaşılmış” olanlara bakalım?.. “Anlamak”, anladım iddiasının dışında, anlamışlığın tezahürleri ile görünecek bir keyfiyet değil mi? Hani?.. O keyfiyet(anlamak) iş ve eser olarak görünürlük kazanmadığı sürece, anlamak ve anlamamak arasındaki FARK da “görünmeyecektir…” Bari bunu olsun anla!.. Dil, dünya görüşü, hayat tarzı gibi meselelere hiç girmiyorum…(……) Hadi, bilmeden konuşmak, anlamadan yazıp çizmek gibi basitlikleri es geçelim… Orda o kadar eser, o kadar mevzu… Hiç birini okuyup anlamıyorsun ama, iş “uçurmaya” veya “batırmaya” gelince, hop ölçüsüz endazesiz atlıyorsun… Biri “okuyucu”ların, diğeri “okumaz”ların hâli… Ne garip… Hâlbuki iki taraf içinde ön şart; “tanımak…Anlamak…” Birinde, insan bilmediği, tanımadığının düşmanıdır, diğerinde düşmanını düşmanından daha iyi tanıman gerektiği ölçüsü… “Küfrün kaynağını bilmek” de dahil…
-Bir de sizin her meselede, “usûl dâvâsı”nı önceleyen, başa alan bir tavrınız olduğu biliniyor?..
-Buna sevindim… Çünkü hangi mevzu olursa olsun, önce “usûl” gelir. Herşeyde bu böyle, usûl… Bak bu konuşmada bile bir usûl var, o olmazsa, bu konuşma olmaz. Benim durduğum yer itibariyle, mevzumuz İslam’a Muhatap Anlayış davası olunca, bu mevzu daha hayatî bir önem kazanır. Bunu niçin söylüyorum, bakın ilimlerde daima “usûl” önce gelir; önce “hadis usûlü” sonra o usûle göre öğrenilen Hadis ilmi… Fıkıh, tefsir, kelâm… Bunlar hep öyle, aynı sistemle öğretilir, sosyal ilimlerde de aynı şey… İslam’a Muhatap Anlayış davasının merkezinde de “doğru bir usûl” mevzu vardır; İslam’a Muhatap olmanın usulü… Eserlerimiz boyunca bunun yüzlerce misâlini verdik; “Mutlak Ölçü”lere hangi idrak seviyesinde muhatap olunabileceğinin… Mutlak Ölçüler’e götüren “vasıta sistem”le mümkün olduğunun… İslamî bir devlet-toplum-hayat tarzı inşâı gibi bir drdi ve meselesi olanların öncelikle bu mevzuyu anlamaları gerektiğinin… Bizim yıllardır çilesini çektiğimiz dava; müthiş bir imkânsızlık içinde otomobil icad edip, üretip, “muhatab”a hediye ettikten sonra, bir de ona, şöförlüğü, bununla nereye nasıl gidebileceğini öğretmek gibi, zorların zoru bir dâvâ… İslam’a Muhatap Anlayış… Bu “zor” mademki başarılmıştır, gerisi kolay… Allah’ın izniyle..
En genel mânâda-mevzumuz İslam’a Muhatap Anlayış- bütün “kötü, çirkin ve yanlışların” kaynağında “usûlsüzlük”, “iyi, güzel ve doğru” sonuçlara ulaştıran işlerin başında da “usûle riayet” vardır. Bir mevzuda “usûl”e uyulmasına rağmen “yanlış bir sonuç” ortaya çıksa bile bu kalıcı bir yanlış olmaz, doğruya tahvil edilebilir… Ama “usûlsüz”lükte?… O yüzden, “usûl” mevzuna göre, “o işe yanaşabilmenin” ön şartı ve kurallarını da ihtivâ eder. Misâl, yürümek istiyorsan, önce, oturduğun yerden ayağa kalkacaksın, “oturduğun yerden koşmak” diye bir şey olmaz, işte “usulsüzlük” budur!… Bir meselede “usûl” belirlendiği ve bilindiği zaman, kaba saba dış şartlar ve şekil benzerliğinden doğan mânâ kaymaları-hedef sapmaları da olmaz… Bu anlaşılmayınca da, “ağız yolunu bilmiyorsun” ama pilava kaşık sallamaya devam…
-Bunu sormam belki abes olacak ama yine de sormak istiyorum; sizin etrafınızdaki bir takım itiş-kakışları da duyuyorsunuzdur mutlaka?..
-Evet, abes. Hiçbir şekilde duymak istemediğim bir soru. Ama madem soruldu, ölçüleri hatırlatma vesilesi yaparak cevablıyalım; tabi ki, içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı, hepsi olmasa da bazı şeyler çalınıyor kulağa… Bu da ayrı bir ezâ… Yüce bir ideale göz diken insanların, basit itiş kakışlar içinde olamayacağı bir bedahet. Bir ideale kendini adamış insan, en önce “basitlik” ve “sığlıktan” kurtulmuş insan demektir. Düşünün ki “Biz”i tarif eden şey, şu kadar sayıdan müteşekkil “külliyatımız”da ifade edilmiş fikirlerdir. Şimdi, o fikirlere külliyen yabancılığı gösteren “basitlikler”, bu sarayın çevresinde olmaması gerekir. Sarayın içinde, içine girende zaten olmaz. Fikre odaklanması gereken ilgi, alâka, merak, fikre değil de sığ ilişkilere ve “şahsa ilgiye” çevrilirse böyle basitlikler ve itiş kakışlar olur. Yani ayıp. Yakışmaz!..
-“Her şeye sahtesi musallat” sizin ifadeniz. İşin hakikatinin davet ettiği zorluktan kaçıp, taklide yeltenenler kasdıyla…
-Şapşal bir taklidin, insanı taklit ettiği şeyin hakikatinden büsbütün uzaklaştırdığını söyleyen de biziz… “Asıl”a yabancı olmak da, sahte gibi… Aynı neticeye çıkar. “Asıl” dan kastettiğimiz; fikrimiz, dünya görüşümüz… Onun dili, diyalektiği, ahlâkı, kültür edâsı, duruşu, telkin ettiği tavır, estetik idrâkı… “Asıl” bunlarda görünür… Sırf “görünme hevesi” ile olacak şeyler değil bunlar… Okumadan, anlamadan olmaz. Ne düşünüyoruz, ne yazmışız, ne anlatıyoruz… Değil mi?.. Olmaz…
Allah’ın ezelî ve ebedî kanunu; ihlâs olmayan yerde tekâmül olmaz.
Üstadıma nisbetimi; “Şahıs değil, fikir… Fikrinden dolayı şahıs” şiarıyla, hayatımız ve eserlerimizle nasıl muhkem bir zemine oturttuğumuz görülmüyor mu? Ne demektir kuru bir şahıs alâkası!.. İlgi, alâka ve merakın fikir üzerinde yoğunlaşması gerektiğini tekrar tekrar hatırlatmaya ne gerek var… Ben yiyince sen doyuyor musun? Yok… Ee, o hâlde ne bu takâzâ… Sofra orda… Açsan, oraya…
-Bir de, tamamen sizin dışınızda olan bazı hadiselerin de, sanki sizin kefâletiniz altında oluyormuş gibi, yanlış bir algı var, zaman içinde oluşan?..
-Olmaz öyle şey… Bu şartlar altında?.. Hiçbir ilgim ve bilgim olmayan bir şeye ne gibi yani, nasıl bir kefâletim olabilir?… Varsa eğer öyle bir algı, tamamen yanlış. Böyle bir algıya kapı açmak da ayrıca yanlış.(….) “Kârı tamamen kendine ait olmak üzere birisine sermaye vermek”; İbda’nın bir anlamı da bu değil mi?.. Ben sana sermaye vermişim, batırmışsın, öbürüne sermaye vermişim, işlete işlete büyütmüş, sermayeyi. Diğeri zaten çulsuz, bir başkası har vurup harman savurmuş sermayeyi, ne bileyim ben… Olmaz. Sanki ben herkesin yaptığı şeye kefilmişim gibi. Sermayeyi vermişim “n’aptın onu?.” diye daha sormamışım bile sana. Bunu bile sormamışken, ne kefâleti. Yaptığı şeyin sorumluluğunu almayan, yaptığı işin fikre uygunluğuna bakmayan… Olur mu öyle şey. Hani sermaye onu göster sen önce bana… Şimdi bu misâl de “ona buna para veriyor” diye anlaşılmaz inşallah… Bir şey asıl maksadının dışına çıktığında-çıkarıldığında buralara kadar düşer mesele.(…..) Bizim açtığımız “keyfiyet şemsiyesi” altında, kendi keyfiyetlerini parıldatmaları gereken yerde, keyfiyetsizliklerini gizleme-veya görünmesin- gibi bir hileli(nefs hilesi) duruş, sahibine zarar herşeyden önce…. (……) “Takdir” ve “tekdir”imiz ayrı, müsbet çaba ve gayretleri taltif etmemiz tabii. Bunlar başka şey. Ama, her durumda, benim duruşum(durduğum yer) belli değil mi. “İbda Reçetesi” ne mânâya geliyor, süs olsun diye yazmadık bunları.(…..) Netice şuraya gelir; İnsan “anladığı” kadardır. Bu mânâda da ben fikrime, eserlerime kefilim; her zaman ve daima…
ŞÜKRÜ SAK
Mayıs 2013
F Tipi Cezaevi/ B2.7.40 / BOLU
Milli Gazete