Kalem-Der “Öncü Dava Adamalarının Hayatı” Programında bu ay, Seyyid Ebu’l A’la Mevdudi’nin Hayatı ve Mücadelesini gündeme taşıdı. Kalem-Der dernek binasında gerçekleştirilen programı, Hasan Taştekin hazırlayıp sundu.
Hasan Taştekin, konuşmasına şu şekilde başladı; “Selamun aleykum kardeşlerim. Cuma gecesi vefat eden Seyyid Kutub’un kardeşi, değerli alim Muhammed Kutub’u da rahmetle anıyorum. Bir alimin ölümü bir alemin ölümü gibidir. Onlar toplumlarına yol gösterirler. Dava adamları ve alimler ay gibidirler. Nasıl ki ay, ışığını güneşten alıp gecelerimizi aydınlatıyorsa, alimlerimizde kur’an ve sünnetten aldıkları ışığı toplumlarına yansıtırlar.
Bu vesileyle şunu da ifade edeyim. Bir hocamız şöyle diyordu. Bir hizmet adamı bir de dava adamı vardır. Hizmet adamları belli vakitlerini belli günlerini parasının belli bir miktarını davasına ayırır. Bir halı gerekiyorsa onu alır. Talebelere erzak lazımsa o onu temin eder. Ancak hizmeti bittiği zaman artık kendi dünyasına döner. Keni işleriyle başbaşa kalır. Dava adamları ise böyle değillerdir. Onların herşeyi davaları içindir. Mallarıyla canlarıyla davaları için kurban ederler kendilerini. İşte mevdudi de böyle bir dava adamıydı. Ama maalesef dava adamı yetiştiremeyen bir ümmete dönüştük. Aramzdan dava adamları çıkmıyor. Bu ümmet için çok büyük bir problem. Rabbim ümmete ve bizlere yardım eylesin.
Programımız iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde ebu’l a’la el-mevdudi’nin hayatını anlatan iki parttan oluşan bir belgesel olacak. İkinci bölümde ise mevdudinin fikri yapısı ve tevhid anlayışını temellendirişi ile ilgili bir sunum yapacağız inşallah dedi ve Mevdudi’ni hayatı ile alakalı bir video dineyiciler ile paylaşıldı.
Sonra Taştekin, konuşmasını şu şekilde sürdürdü; “Temsil ettiği fikri gelenek itibarıyla mevdudi birçok alimden etkilenmiştir. Kur’an ve sünneti yorumlamada İmam Ebu Hanife’den, Müslümanların özgüvenini kazanması, islami devlet özlemi v.s gibi konularda birlikte çalıştığı muhammed ikbalden etkilenmiştir.
Yine klasik literatürü yeniden değerlendirirken fıkhi bakış açısından yararlanılması gerektiği fikrini şibli numaniden, kur’an ve sünnete dönme çağrılarında ise ibn teymiyye ve muhammed b. Abdulvehhabdan etkilenmiştir. Adeta bir arı gibi çalışmış. Bu alimlerin düşüncelerinden faydalanarak seçmeli bir şekilde kendi düşünce yapısını oluşturmuştur.
Mevdudi çalışmalarına islam akidesini yeniden ele alarak başlamıştır. Onun tevhid anlayışı bütün düşünce sisteminin kilit kavramıdır. Bu yüzden biz de ilk olarak onun tevhidi nasıl temellendirdiğini ele almayı uygun gördük. Mevdûdî, İslam akîdesini akılla izah etme ve rasyonelleştirme çabası içerisinde olmuştur. Her kesimden insana hitap eden ve anlaşılması kolay olan, Allah’ın varlığının ve birliğinin delillerinden biri olarak klasik kaynaklarda zikredilen ‘Nizam ve Gaye Delili’ Mevdûdî’nin başlangıç noktasıdır. Bu delile göre evrende hâkim olan ve mükemmel işleyen bir düzen vardır. Evrendeki bu düzeni koyan Hâkim’in birden fazla olması da düşünülemez. Eğer birden fazla hâkim olsaydı hiçbir zaman bu düzen kurulamaz ve devamı sağlanamazdı. Nasıl ki bir devletin birde fazla yöneticisinin, bir okulun bile birden fazla müdürünün varlığı kargaşaya sebep olursa, evrende de birden fazla hâkim’in olması kargaşa çıkmasına ve evrenin düzeninin bozulmasına neden olur. Bu yüzden evrenin tek bir hâkimi vardır. O da Allah’tır.
Mevdûdî evrenin tek yaratıcısı ve tek hâkiminin Allah olduğuna inanmanın tevhid inancını açıklamaya yetmediğini, ayrıca insanın soysal ve siyasal yaşamı üzerinde de tek hâkimin Allah olduğuna inanması gerektiği yönünde yeni bir tanımlama yapar. Bu şekildeki bir tevhid inancına göre Allah her şeyi yaratan, kâinatın düzenini elinde tutan ve aynı zamanda insanın sosyal ve siyasal tüm etkinliklerini belirleyendir. Allah tek hâkim otoritedir. Otoritesini hiç kimseyle paylaşmaz. Câhiliye Arapları Allah’ın var olduğunu, hatta bazıları bir olduğuna da inanmaktaydılar. Ancak, onların kabul etmediği şey Allah’ın siyasal hâkimiyetiydi.
Mevdûdî’nin teolojisi Allah’ın zat ve sıfatları etrafında değil, O’nun hâkimiyetinin neyi gerektirdiğini açıklama yönünde gelişmiştir. Mevdûdî Allah’ın varlığını ve birliğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmenin hakikî Müslüman olmak için yeterli olmadığına inanır. Mevdûdî bu şekilde bir ikrara ‘kelime-i hâtibe’ demektedir. ‘kelime-i tayyibe’ ise Allah’ın varlığı ve birliğini tasdik ve ikrarın ötesinde, O’nun gönderdiği kanunların insanın tüm kişisel tercihlerinde olduğu gibi sosyal ve siyasal bütün alanlarında da tek hâkim belirleyici olarak kabul edilmesidir.
Mevdudi ilah kavramından; evrende var olan her şeyi yaratan; evrendeki düzeni kuran ve devam etmesini sağlayan kanunları koyan; insanların tüm ihtiyaçlarını karşılayan ve dualarına cevap veren güç ve otorite anlamını çıkarır. Ancak, aşağıdaki ayetlerden hareketle ilahın siyasî ve sosyal kanunların belirleyicisi anlamına geldiğini, asıl vurgunun ve üzerinde durulması gereken noktanın da burası olduğunu söylemektedir. Bu konuyla ilgili şu ayetleri aktarmaktadır: “Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rab yerine koydular. Meryem’in oğlu Mesih’i de. Oysa kendisinden başka ilah olmayan o biricik ilaha, sadece O’na kulluk etmekle emrolunmuşlardı. Ortak koşa geldikleri şeylerden uzaktır O. (Tevbe 9/31)
Rasulullah sahabeye bu ayeti anlatırken yanlarına adiy bin hatem gelir ve ben onların içindeydim. Ama biz rahiplerimizi ilah olarak kabul etmezdik der. Rasulullah ona der ki: ey adiy! Rahiplerin helal dediğini helal, haram dediğini de haram olarak kabul ediyor muydunuz? Adiy evet der. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurur.”İşte böyle! Sizin onların helal dediğini helal, haram dediğini haram olarak kabul etmeniz onları ilah etmeniz demektir.”
Bununla birlikte bir de şu ayeti delil olarak gösterir mevdudi. “Hevâsını ilah edinen kişiyi gördün işte! Ona sen mi vekil olacaksın.” (Furkan 25/43)
Ona göre bu ayetler, irade ve buyruklarına uyulan kişileri, iktidar sahibi liderleri ve insanların kendi nefislerini ilah edindiklerini izah etmektedir. Dolayısıyla emir ve talimatları din ya da yasa olarak kabul görüp itaat edilen gerçek kimseler ilah yerine konmaktadır. Dolayısıyla, ilah yerine konan şeyler sembolik olabileceği gibi, kendisinden daha üstün bir otorite tanımaksızın kanun yapanlar da olabilmektedir. Çünkü birilerini ilah ya da rab edinmenin ilk şartı bu kimselerin din ve yasa koyucu olarak, Allah’ın ne vazettiğine bakmaksızın bizatihi helal ve haram olanı tayin edici mevkide görmektir.
Mevdûdî Dört Terim’i(ilah, rab, ibadet ve din) anlamlarını merkeze çekmiş ve Kur’an’ın tamamını bu yeni anlamlara hizmet edecek şekilde okumuştur.Hz. Adem’le başlayan vahiy ve peygamberlik sürecini ve insanın yaratılış gayesini ‘Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetini gerçekleştirme’ olarak değerlendirmiştir. İslâmî bir devletin kurulmasını dinin gönderiliş gayesi olarak ele almış ve insanı yeryüzünde Allah’ın siyasal egemenliğini kuracak halifeler olarak görmüştür.
Mevdudi’ye göre; Allah (cc), Hz. Âdem’i yarattıktan sonra tüm insanlıktan bir sadakat yemini almış ve onları kendisinin halifesi olarak yeryüzüne gönderdiğini bildirmiştir. O halde insan malik değildir, o sadece Allah’ ın temsilcisidir ve kendisine gerçek Hâkim tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip değildir. Mevdudi, halife kavramıyla ilgili olarak ayetlerin ışığında bazı açıklamalar yapmış ve aşağıdaki şekilde yorumlarını dile getirmiştir.
“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.”(33/Ahzab:72) Burada “emanet” kelimesi, Kuran’a göre yeryüzünde insana verilen “hilafet” görevi yerine kullanılmıştır. İnsana isyan ve itaat etme seçeneğinin ve bu özgürlüğü kullanırken kendisine sayısız yaratık üzerinde hâkim olma yetkisinin verilmesi kaçınılmaz olarak insanın yaptığı hareketlerden sorumlu olmasını ve iyi amelleri için mükâfatlandırılıp, kötü amelleri için cezalandırılmasını gerektirir. İnsan bu güç ve yetkileri kendisi kazanmadığı gibi, bilakis bunlar kendisine Allah tarafından ihsan edildiği ve Allah’ a bu güçlerin iyiye veya kötüye kullanılmasının hesabını vereceği için bunlar, Kuran’ın başka yerlerinde hilafet, burada ise emanet olarak tanımlanmıştır.”
Mevdûdî’nin kurguladığı devletin başarılı olmasında en önemli yeri halife almaktadır. Her bir ferdi Allah’ın halifesi konumundaki üyelerin toplum içerisinden en üstün nitelikleri kendinde toplayan kişiyi seçmelerini liderlik için çözüm olarak sunmaktadır. Bu devletin temelinde egemenliğin sadece Allah’a ait olması yatmaktadır. Şeriat insanlar arasında adaleti ve huzuru sağlayacak yegâne kanunlar olarak sunulmaktadır.
Mevdûdî, Dört Halife dönemini ideal İslâmî sistem olarak görmekte ve daha sonra Müslümanların kurdukları devletleri İslâmî olmadıkları gerekçesiyle eleştirmektedir. İslam Anayasasını oluşturacak kaynakları Kitap, sünnet, icma’ ve ictihad olarak sıralamaktadır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi olan Allah’ın, insanlara göndermiş olduğu şeriatın da sonsuza kadar geçerli olacağı görüşündedir.
Mevdûdî bütün bu düşüncelerden hareketle İslâmi bir devlet modeli ortaya koymaya çalışmış ve bu amaçla uzun yıllar liderliğini yaptığı Cemaat-i İslâmî Partisi’ni kurarak düşüncesini hayata geçirmek istemiştir. Mevdûdî’nin düşüncelerinin etkilerini Mısır başta olmak üzere birçok ülkede ve Türkiye’de de görmek mümkündür dedi ve sunumunu tamamladı.
İslam ve Hayat