Daha Âdem (insan) yaratılmadan, meleklerin kan dökücü ve fesat çıkarıcı olarak tanımladığı insan, tabi tutulduğu ilk sınavda şeytanın da ayartmasıyla cennetten çıkarılmış. Daha doğuştan fücur ve takvasını sırtında taşıyan insan, cennetten kovulmasıyla beraber artık yeni bir görev yüklenmiştir. Allah’ın affından yararlanan ve çift boyutlu bir kişiliğe sahip olan insan, bu inişle beraber artık işlediği her fiilden sorumlu ve attığı her adım iyi veya kötü olarak kayıtlara geçecektir. Ahir hayatında ise bu kayıtlar (amel defteri) sağından veya solundan kendisine arz edilecek. Aslında insanın yüklendiği bu emanet/görev ilahi senaryonun bir gereği olarak yeryüzünde yaşanacak büyük mücadelenin (iyi ve kötünün mücadelesi) de ilk işaretiydi. Kur’an’ın kavramsallaştırdığı bu mücadelenin (tevhit ve şirk, maruf ve münker, hak ve batıl) ne kadar çetin geçeceği ise, Adem’in çocukları (Habil ve Kabil kıssası) üzerinden gelecek tüm nesillere aktarılmak istenen bir mesaj niteliğindeydi. Mesajın genetiğiyle oynayan önceki kavimler, (ehli kitap) tahrif ettikleri kutsal kitaplarda (Kitap-ı Mukaddes) hak ve batılı iç içe geçirdiler ve anlam kaymasına/sapmasına uğrattılar. Fakat Kur’an, bu mesajı tekrar hakkı batıldan ayırarak bütün gerçekliğiyle yeniden insanlığın önüne koydu. Önümüze konan ve kıyamete kadar geçerli olan bu mesaj tevhid ve şirkin, hak be batılın, maruf ve münkerin mücadelesinden başkası değildi.
Yukarıda insanın hayat serüveni hakkındaki kısa bir hatırlatmadan sonra, üzerimize farz olan emri bil maruf nehyi anil münker yapma konusuna/görevine dönebiliriz. Türkçedeki iyilik ve kötülük, Arapça olan maruf ve münker kelimelerini tam olarak karşılamasa da maruf ve münker, ( iyi ve kötü) kavram olarak Türk insanının aşina olduğu ve günlük hayatta sıkça kullandığı iki kelime ve kavramdır. Yine de biz bu yazıda meramımızı daha iyi anlatabilmek için hem Arapça hem de Türkçe olarak her ikisini de kullanacağız. İnsanla yaşıt olan maruf ve münker kelimeleri her ne kadar cümlede beraber kullanılsa da ikisi birbirine zıt kutuplarda yer alır. Sadece Hilkat’te kardeş olan bu iki kelime, hak batıl, mümin kâfir, doğu batı, ıslak kuru, sıcak soğuk vs. gibi birbirine tamamen zıttır. Ancak Kur’an’ın kelimeleri kullanış biçimi ve estetiği o kadar mükemmel ki kelimelerin yan yana kullanılış biçimi aynı amaca hizmet etmektedir. Aslında cümlede maruf ve münkere yön veren emr ve nehy kelimeleridir ki, bu iki kelime de Türkçede yaygın kullanıldığı için okuyucu tarafından rahat anlaşılacaktır. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’an daha birçok iyi ve kötüyü tanımlarken çok farklı kelimeler kullanmıştır. Fakat biz konumuz gereği emri bil maruf nehyi anil münker farziyeti üzerinde durmaya çalışacağız.
Emri bil maruf nehyi anil münker, tüm Nebilerin/Rasullerin hayatları boyunca dillerinden düşmeyen ve aynı zamanda İslam’ın omuzlarımıza yüklediği farz görevlerden birisidir. Dolayısı ile tüm Nebiler/Rasüller tarihin seyrini değiştirmek ve emri bil maruf nehyi anil münker yapmak için gönderildi dersek abartmış olmayız. Kur’an’ın bize bildirdiğine göre, Rasullerin uyarısına kulak asmayıp, kötülüğü/münkeri/şirki tercih eden her kavim sonunda helak olmuştur. Bu helaklerin ardından Hatem-ül enbiya olan Hz. Muhammed (sav) tüm insanlığa gönderilmiştir. Yani kurtuluşumuz Kur’an’a ve son elçiye tabi olup münkeri/kötülüğü terk edip maruf olana (İslam’a, tevhide, hak ve hakikate) yönelmeye bağlıdır.
Kur’an’la biraz dostluğu olan herkes bilir ki geçmiş kavimlerin helak sebepleri tabiat olaylarıyla gerçekleşmiş. Günümüz kavimlerinin helaki ise topluca yerin dibine geçirilmek olmasa da daha çok dini, ahlaki boyutlarda yaşanmaktadır. Bu ahlaki helak ve çöküntüye karşı müminlerin hem farz olarak hem de nebevi bir sünnet olan emri bil maruf nehyi anil münker yapma zorunluluğunu unutmamak gerekir. İyi ve kötü sünnetullah gereği (maruf ve münker, hak ve batıl) kıyamete kadar varlığını sürdürecek olduğuna göre insanın bu mücadelesi de kıyamete kadar sürecektir. Bu anlamda Kur’an’a baktığımızda İslam’ın tüm emir ve yasakları maruf ve münker hak ve batıl’ın mücadelesi üzerinden yorumlanabilir. Daha açık bir ifadeyle tarih bu iki kelimenin kavgasından ibarettir.
İyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek madem kadim bir mesele, biz de bu kadim meselemizi tekrar gündem etmek istedik. Ekonomik ve gelecek kaygılarının ağır bastığı bir zaman ve zeminde yaşıyoruz. Dünyadaki tüm gelişmeleri üst üste koyduğumuzda bir kaos ortamından bahsetmek de mümkün. Bu gelişmelere paralel olarak müslümanlarda da emri bil maruf nehyi anil münker yapma görevine karşı bir çözülme ve gevşemeden söz etmek mümkün gözüküyor. Oysa Kur’an’ın kılavuzluğunda nebilerin mücadelesine baktığımız zaman, yaptıkları en asli görev insanları hakka, hakikate, iyiye ve doğru olana bıkıp usanmadan davet etmek olmuştur. Hatta Müddessir suresi Kur’an’ın ilk ayetlerinden olmasına rağmen “kalk ve uyar” emri ilahisi İslam’ın erken döneminde oldukça manidardır. Maruf ve münker’in iç içe geçtiği bir toplumda Allah Rasulü daha ilk mesajlarda uyarılıyor. Yani ayet şunu der gibi; küfrün, şirkin, münkerin zirve yaptığı bir ortamda zaman durulacak zaman değil, kalk ve bir an önce işe koyul. Bu mesaj Allah Rasulünün şahsına hitap etmekle beraber tüm müminleri de kapsamaktadır.
Bu bağlamda biz müminler için bir numune-i imtisal olan ve Kur’an’ın usvetün hasene dediği Hz. Nebi (sav) ve tüm Rasuller yaşanmış örneklerdir. Yaşayan bu sünneti devam ettirmek için farzları doğru anlamamız elzemdir: “Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır. (Ali İmran:104). Cehennemden kurtulmanın ve Allah’ı razı etmenin en güzel yollarından birisi de insanları (ümmeti) kötülükten/münkerden sakındırıp marufa/iyiye yönlendirmek olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Medine’de inen Ali İmran 104. Ayeti kerimeyi aslında 102. Ayetten 107 ayete kadar anlam bütünlüğü içerisinde okumak gerekir. Allah’ın ipine (Kur’an’a İslam’a) sımsıkı sarılmanın, ancak müslümanlar olarak can vermenin, ümmet olmanın ve hayra çağırıp kötülüğe/şerre engel olmanın önemini bu bütünlük içerisinde daha iyi anlıyoruz. Ve hemen birkaç ayet sonra: “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam’a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…” (Ali İmran:110). Demek ki bizim böyle bir özelliğimiz ve güzel bir vasfımız varmış. Son zamanlarda modern batı düşüncesi karşısında eziklik hisseden ve adeta İslam’dan umudunu kesen birilerine tavsiyemiz, Allah’ın kitabından ilişkinizi kesmeyin. Ki nasıl bir ümmet olduğunuzu unutup saçma sapan fikir akımlarının cazibesine kapılmayın. Gerçekten inanıyorsak üstün olan biziz, zira bunu biz değil rabbimiz söylüyor. Allah’ın şeref ve izzet bahşettiği bir ümmetten daha bahtiyarı kim vardır?
Bu konuda Hz. Nebi’den (sav) gelen bir hadisi tüm müminler bilir. “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”(Müslim, İman 78). İtiraf etmek gerekirse, bizim yaptığımız da daha çok üçüncü şık olan buğz etmeyi tercih etmektir. Her ne olursa olsun, hangi şartlarda olursa olsun bu mücadeleyi ve bu sünneti sürdürmek bize yazılmıştır.
Müminler bilir ki sünnetler farzların pratiğe dönüşmüş halidir. Emri bil maruf nehyi anil münker emri tüm zamanları aşarak şu veya bu şekilde günümüze kadar gelmiştir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Birçok Nebi, Rasül, İslam âlimi, aydın ve birçok tevhit eri bu mücadeleye katılmış ve canları pahasına geride bir şahitlik bırakmışlardır. Fakat son yıllarda (tüm dünyada mı böyle bilemiyoruz) pandeminin de etkisi ile sanki bir fetret dönemi yaşanmakta ve Kur’an’ın bazı hükümlerine karşı kayıtsız kalındığı gibi, emri bil maruf nehyi anil münker yapma konusuna da müminler olarak durağan bir görünüm sergilemekteyiz.
Dünya hayatının oyalayıcı ve aldatıcı olduğunu bu satırları yazandan daha fazla okuyucuların bildiğini biliyoruz. Maksadımız bu zorlu dönemde yeniden bir hatırlatma yapmak ve modernizmin açtığı yaralara hep beraber çare aramaya yöneliktir. Tarihin her döneminde kırılmalar, rehavet ve gevşemeler olmuştur. Hatta birçok İslam âliminin eserlerinde kendi dönemlerinden şikayet ettiğini de biliyoruz. Ancak onlar bir ümmetti geldi geçti, önemli olan bizim ne yaptığımızdır. İlgi alanlarının ve değer yargılarının çok değiştiği modern insana emri bil maruf nehyi anil münker yapmak gerçekten çok zor. Bu zorluğu hepimiz biliyoruz. Fakat Rabbimiz de bize her zorlukla beraber bir kolaylık olduğunu hatırlatıyor.
Emri bil maruf nehyi anil münker yapmanın ne kadar elzem olduğunu anlamak için yine Kur’an’a dönelim. Maide suresi 78-79. Ayetler İsrailoğullarının helak olma sebeplerini bize şöyle haber veriyor: “İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” Demek ki, her aklıselim sahibi insan, Nebilerin lanetine maruz kalmamak için bir diğerini kötü eylemden vazgeçirmeye çalışmalıdır. Merhum Üstad Seyyid Kutup Maide Suresindeki bu ayetleri tefsir ederken farklı bir yaklaşımla şöyle der: “Allah’ın hâkimiyetini kabul etmeyen, dolayısıyla Allah’a ibadet etmeyen bir cemiyette insanları dine küfretmekten nehyetmenizin ne önemi vardır. O cemiyet bu durumuyla zaten Allah’tan başka çok çeşitli rabler edinmiştir. Binaenaleyh küfreden de, küfredilen de Allah’ın dininde değildir.” (Fîzilal).
Şehid Seyyid Kutup merhumun yaptığı tespit kendi içerisinde oldukça tutarlı. Fakat biz Kur’an bütünlüğü açısından baktığımızda ve yine Üstadın Ali İmran 104. Ayetin tefsirinde müslümanın, yeryüzündeki vazifesini tanımlarken: “hayrı şerre, marufu münkere, hakkı batıla galip kılmak ve Allah nizamını ikame etmek için zaruri olarak üzerine düşen vazifeler…” Olarak açıklık getirir. Yine Üstad başka bir paragrafta: “Emri bil maruf ve nehyi anil münker’e kuvvet olmadan davet etmek mümkün ise de emir ve nehyi yerine getirmek için mutlaka bir kuvvete ihtiyaç vardır”. Diyerek bu konuda yapılacak ferdi çalışmalara da yeşil ışık yakmaktadır. Ama Üstad’ın vurguladığı gibi bir otorite, bir kuvvet olmadan ferdi anlamda emir ve nehy yapmak gerçekten zorlu bir görevdir. Ama bir o kadarda şerefli bir görevdir. Müminler bu şerefli göreve talip olmalıdır.
Çok zor da olsa mümin şahsiyetlerin vahye kayıtsız kalmaması ve hayata küsüp kendi gettolarına çekilmemesi gerektiğine inanıyoruz. Hayatın her alanında tek başımıza bir ümmet de olsak kötülüğe karşı bir duruş sergilemek zorundayız. İslam’ın ve Kur’an’ın gücünü ilişki kurduğumuz çevremize ve en yakın akrabalarımıza gerek beden diliyle gerekse konuşma diliyle hissettirmeliyiz. Nasıl ki üzerimize top yekûn bir kötülük/pislik boca ediliyorsa, bizim de ümmet olarak, hak, hakikat ve maruf olanla karşılık vermemiz gerekiyor. Unutmamamız gereken bir şey var, genel adıyla cahiliye dediğimiz toplum ne kadar güçlü görünse de inanın cahiliyenin/şirkin gücü örümceğin evine benzer. Yani güçlü görünen şirkin, tevhidin gücü yanında hiçbir mukavemetinin olmadığını tüm müminler bilir. İşte bu bilgi yakîn bir imana dönüşmek zorundadır.
Zaten rabbimiz olan Allah’da bu bilincin ürünü olan müminlere hitaben: “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tövbe:71).
Ve yine: “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekâtı verirler, marufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir. (Hac:41) Demek ki İslam tıpkı namaz, oruç ve zekât gibi iyiliği emretmeyi ve kötülükten sakındırmayı bize farz kılıyor. İktidar olunca şımarmamayı, mazluma sırt çevirmemeyi, heva ve hevesimizi ilahlaştırmamayı ve Allah’ın hükmüne razı gelip emri bil maruf nehyi anil münker yapmaya devam etmeyi rabbimiz bizden istemektedir. Nasıl ki bir müminin namazı terk etmesi düşünülemezse iyiliği emr ve kötülüğü nehy etmeyi terk etmesi de düşünülemez. Ancak ehl-i kitabın düştüğü şu duruma da düşmemeliyiz: “İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz!…” (Al-i İmran: 66). Demek ki sadece bildiğimiz, yakinen inandığımız ve yaşadığımız konularda konuşacağız. Aksi halde abesle iştigal etmiş oluruz.
Yani söylemek istediğimiz şey müslümanlar, Kur’an’ın, İslam’ın dinamik yapısı karşısında bir uyuşukluk halini terk edip yatay pozisyondan dikey pozisyona geçmeli ve hareket halinde olmalı. Öncelediğimiz tüm işlerimizden daha elzem olan bu görevi mademki Allah bizden istiyor, o halde bizim nasıl bir mazeretimiz olabilir ki? Müminler olarak gerçekten Allah’tan yardım almak istiyorsak bunun yolu Allah’ın dinine yardım etmekten geçer. Ancak bu görevi yerine getirirken Kur’an’ın şu beyanına dikkat etmek gerek: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saf:2). Ne demek bu? Yani tutarlı olun, ağzınızdan çıkan her kelime sizi bağlar. Siz yapabileceğiniz veya yapamayacağınız konularda diğer insanlara karşı ilkeli ve net olun ki, söylediğiniz sözler karşılık bulsun.
Birbirilerinin velisi olan mümin erkek ve mümin kadınların yapması gerekeni tövbe 71. Ayeti kerimede gördük. Bir de bunun tam zıddı olan münafıklarla ilgili olanı var: “Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münafıklar fıska sapanlardır. (Tevbe:67). Bu ayeti kerime bugün safların çok net olmadığı bir ortamda bize bir mesaj veriyor. Eğlencede, helal ve haramda, modada, giyim kuşamda ve her türlü tüketim ve fiilde, kadın ve erkek, münker olanı tercih edip ve bu münkeri de birbirilerine/ümmete tavsiye ediyorlarsa ayetin muhatabı olmaktan kurtulamazlar. Bu tür insanlara karşı yapmamız gereken onları kavl-i leyin ile uyarıp marufu tavsiye başkası olamaz. Çünkü mümine verilen yetki ve görev buraya kadar.
Maide suresi 78-79. Ayetlerde gördüğümüz gibi kötülüğe engel olmayan ve hatta onu yayanların durumu kendi Rasüllerinin diliyle lanetlenen bir kavmin durumuna benzer. Bu duruma düşmekten korktuğumuz gibi Furkan 30. ayete muhatap olmaktan da korkmalıyız: “Rasul der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.” Unutmayalım ki Rasülün kavmi de Allah’a inanıyordu. Ama müşrikler içtimai hayata ticaretlerine, siyasetlerine, düğünlerine ve toplumsal düzenin hiçbir alanına Allah’ı karıştırmıyorlardı. Aslında meseleni püf noktası tamda burasıdır. Dil ile ikrar edilen bir imana rağmen, nasıl olurda insan içtimai hayatta işlerine Allah’ı karıştırmaz? Şirkin genel karakteristik özelliği bu. Sadece yaratıcı bir gücün varlığını kabullenip hayata müdahil etmemek: “Andolsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla ölümünün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler…” (Ankebut:63). Sadece tabiat olaylarını yaratan ama sosyal hayata müdahale etmeyen bir ilah İslam’ın ilah anlayışına taban tabana zıttır. Tevhitle şirkin en büyük çatışma alanı tamda burası. Tevhidin bulunduğu yerde şirke yer açmak tam bir zulümdür. Onun için müminler her işlerine Allah’ın adıyla başlar ve onu hesaba katarak ve rızasını umarak amel işlerler. Ve yine Musa’nın (as) diliyle rabbimiz senden gelecek her hayra muhtacız derler.
İsrailoğullarının uğradığı (lanetlenme) akıbet kadar ağır olmamakla beraber, Allah Rasulü de Furkan 30. ayet-i kerimede kavmini Allah’a şikayet etmektedir. Aslında bu şikayet Rasulden bu tarafa tüm zamanları kapsar. Bu anlamda zımnen bizde bu şikayetin içerisindeyiz aslında. Hz. Nebi’nin (sav) dünyada ne kadar acı çekip hüzünlendiğini bu şikayetten anlamamız mümkün. Demek ki İsrail oğullarının lanetlenmesine sebep olan kötü ve münker amel Rasulullah tarafından da Allah’a şikayet konusu oluyor. Biz müminlerin yapması gereken şey, Rasulün şikâyetine muhatap olmaktan kurtulmak. Yani Kur’an’a kayıtsız kalmadan, şirke, taguta, küfre ve tüm münkere karşı teyakkuz halinde olabilmek. Ve her daim dilimizle haykırdığımız kelime-i tevhidi, hayatımızın her alanına müdahil kılıp örnek bir ümmet olmak.
Son olarak temennimiz, kötülüğün bu kadar alıcı bulduğu bir dünyada hiç olmazsa kötülükten vazgeçirmeye ve yerine iyiliği ikame etmeye çalışan bir topluluk oluşturmak. Ki ümmetin kurtuluşuna katkımız olsun. Bu bağlamda bizi ayağa kaldıracak değerlerin en başında tevhit bilinci ve ahlaki temellere oturmuş erdemli bir ümmet bilincini kuşanarak emri bil maruf nehyi anil münker yapacak topluluğun (ümmetin) devamlılığına katkı sağlamak olmalıdır. Gayret bizden başarı Allah’tandır.
Not: bu çalışmada Diyanet vakfı ve Ali Bulaç’ın meallerinden yararlanılmıştır.
Allah razı olsun Ahmet abi. Kaleminize, yüreğinize sağlık.
Kaleminize saglik degerli calismalarinizin devamini bekliyoruz
Şükrü hocama ve Adem kardeşe ilgilerinden dolayı teşekkür ederim.
Tüm sistem ‘bireycilik’ üzerine kurgulanmışken, Müslümanlar dahil toplumun büyük çoğunluğu “kendi aklını kendine sakla” mantığı ile yaşamaya geçmişken ve hatta insanın kendi ailesinde bile kesin olarak “haram” olan şeylere karşı bir duruş sergilemelerini emretmek yerine “rica etmek” yolunu seçmeye başlamışken, emri bil maruf gerçekten de çok güç oluyor. Allah işlerimizi bize kolaylaştırsın ve mücadele azmi versin Ahmet abi… Dert güzel, kalemine sağlık. Dua ile…
İşimizin zor olduğunu yazıda da belirttik Rahman kardeş. Ama yine de biz sonuca fazla odaklanmadan bu farziyeti (emri bil maruf nehyi anil münker) yerine getirmek zorundayız. Bir düşünelim Allah Rasulü Mekke’den niçin çıkarıldı? Cevabımız şu olsa gerek: Muruf ve münkerin uyuşmazlığından dolayı. Hal böyle olunca başka şansımız yok. Kaldı ki bizi yurdumuzdan, evimizden sürecek bir fiilde henüz ortaya koymadık. Fakat tüm Rasuller bu bedeli en ağır şekilde ödediler. Allah’ın selamı onların üzerine olsun.
Allah ecrini versin Ahmet abi. Müslümanların çözüldüğü günümüzde ihtiyacımız olan uyarılarda bulunmuşsun. Çok zor bir dönemden geçiyoruz. En yakınlarımızla, kendi elimizle eğittiğimiz ve terbiye ettiğimiz evlatlarımızla imtihan olunuyoruz. Biz mi terbiye edemedik yoksa bizi aşan başka etkenler mi var bilemez olduk.
“İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfatın ise yalnız Allah’ın yanında olduğunu unutmayın”. Enfal 28
Rabbim bizleri imtihanı kazananlardan eylesin.
Gönlüne ve kalemine sağlık. Allah’a emanet…
Allah razı olsun Ahmet. Malum dinimiz aynı olunca derdimizde aynı. Dönemimiz gerçekten zor, ama yine de ölüm bizi alıp götürünceye kadar cehd etmek zorundayız. Rabbim ayaklarımızı dini üzere sabit tutsun inşallah. Selamlar.
Ahmet abi kalemine yüreğine imanına selâm olsun güzel insan tebrik ederim
Senin, o güzel selamının bizde karşılık bulması temennisiyle, Allah’ın yardımı her daim biz müminlerin üzerine olsun inşallah güzel kardeşim.
Allah razı olsun Ahmed abi, yazıyı okuyunca aklıma geldi.
Kulu ve’şrebuu, ve la tefekkeruun.
Yiyiniz içiniz fakat düşünmeyiniz.
Düşünmenin farz olduğu yerde düşünmemenin sonu fetret olsa gerek.
Bu toplumda hak ediyor düşünmediğinden bir çok münkeri…
Selamlar