Müezzinin sesi bayağı yanıktı. Adamın gözleri doldu. Kim öldü acaba, Şekerci Sıtkı mı, Yorgancı Hafız Yaşar mı? Yol kenarındaki bir yabani sarmaşık çiçeği maviye çalan beyaz yüzünü kaldırdı. “Ne Sıtkısı, ne Yaşar’ı kardeşim. Onlar öleli seneler oldu”.
Salâ bitti, araba yürüdü.
Adam, “Bari tahta minareyi göreyim” dedi, sokak arasına daldı. Kadın “Bu sokaklar ne kadar dar” diye söyleniyor, endişeyle sağa sola bakınıyordu. Adam “Eskiden burası gecekondu idi” dedi.
Köşeyi dönünce tahta minareli minik mescit gözüktü. Adamın yüzünde bir gülümseme, yıllar sonra bir dostuna rastladı.
Biraz hırpalanmış mescit, sanki sağa doğru kaykılmış. Arabadan indi, kadının şaşkın bakışları altında mescide doğru yürüdü. Bitişiğindeki çeşmeye vardı, musluğu açtı su yok.
Oysa elinde testi, dizlerinde yara, ne çok gelmişti bu çeşmeye. Suyu soğuktu. O suya ne oldu acaba?
İnek içti.
İnek n’oldu?
Dağa kaçtı?
Dağ ne oldu?
Yandı bitti kül oldu.
Adam elini uzattı, çeşmenin ayna taşına dokundu.
Çeşme “Eyvallah” dedi.
Kadın araba camından başını uzatmış sesleniyor:
— Hadi ama gecikiyoruz.
Adam ona boşverdi. Kıble duvarına bitişik küçük hazirenin önünde durdu, yosun bağlamış kavuklu mezar taşlarına doğru ellerini açıp bir Fatiha okudu. Hazirenin zeminini yabanî otlar, dikenler kaplamıştı. Bir kirpi kımıldadı, adama “Dünya fani” dedi. Kayboldu.
Adam artık arabaya doğru gidiyor.
Çekiç örse mütemadiyen iniyor.
Örs hasretle içini çekiyor: “Bir orak olaydı şöyle, ocaktan kıpkızıl çıkmış”.
Çekiş aynı ızdırapla: “Ya, döver dururduk şevk ile. Kıvılcımlar saçılırdı etrafa”.
Su değirmeni söze karışıyor: “Ben de buğday isterdim. Ama buğday öğüten kalmadı. Su akıyor şükür. Biz iki taş, iki eski arkadaş dönüp duruyoruz yine. Ama birbirimizi
yiyoruz. Bakın yaralarımızdan duman tütüyor”.
Kadın: “Buralarda bir AVM olacak diyordun”.
Adam: “Koca çınarı kesmişler, yazık” diyor.
Kadın: “AVM demiştin, AVM”.
Adam: “İleride, şu sokaklardan bir çıkalım göreceksin”.
Kadın: “İyi, aman, içim sıkıldı”.
Gidiyorlar, arkalarında aşklar, özlemler, düş kırıklıkları dedeler, torunlar, varlık-yokluk-fukaralık ve en nihayetinde konfeksiyon atelyeleri ile dolmuş, bu sebeple adı çıkmış, ama hâlâ eski adıyla ve şöhretiyle anılan semti bırakarak.
Yeniden asfalt, yeniden sürat, kadın camı açıyor, başını camdan çıkarıp saçlarını savuruyor. Bir mutluluk çığlığı atıyor.
Adam arabayı ilerideki tepelere doğru sürüyor.
Kadın: “AVM’nin terasından deniz görünüyor demiştin”.
Adam: “Evet görünüyor”.
Yüksek ve yeni binalarla dolan tepedeki semte yaklaşıyorlar. Kadın gazetede görmüş burayı. Adam zaten biliyormuş. “Orası orman alanıydı, kitabına uydurup villa ile rezidans ile doldurdular”. Kadın: “Havadar ve havalı” diyor. Arabanın üstünden geçen kuş: “Ağaçları kestiler, bizi buradan kovdular. Sizi de yaşatmazlar” diye sitem ediyor.
Kadın: “Kuş aklı” diyor, “Aldırma”.
Adamın gözleri doluyor. Doymayan nefsine sesleniyor: “Çek şu ellerini kalbimden. Duymuyor musun hayat bizi dinliyor”. Nefis: “Dinlesin. Ne var. Yaşamak sizin de hakkınız”. Adam itiraz edecek: “Ama kuş, çekiç ve örs, sonra o değirmen taşları”. Nefis: “Geçmişe mazi, ince bacaklı ite tazı derler”. Adam “Hesap günü var. Kirpi ne dedi duydun. Bu dünya geçici.” Nefis: “Sen sana bak. Gün bu gün, saat bu saat”. Adam taşı gediğine koyuyor: “Hadi be. Yaşadık işte göz açıp kapayıncaya kadar”.
Tepeye doğru çıkarken yeşillik artıyor. Çiçek, çimen, börtü-böcek adamı alkışlıyor. “İşte bizi düşünen, bizi işiten biri. Senin için hesap gününde iyi biri idi ama nefsini yenemedi diye şahitlik ederiz” diyorlar.
Kadın yine AVM’yi soruyor.
Adam aniden arabayı durduruyor. Kadına dönüp:
— Allah’a inanıyor musun? diye soruyor.
Kadın şuh bir kahkaha atarak saçlarını savuruyor:
— Elbette şekerim. Ama daha genciz. Öyle değil mi?
Adam “Şuralarda bir kaplumbağa olsa yüz seksen yaşında falan, şu kadına bir cevap verse” diyor içinden.
Yeni Şafak / Mustafa Kutlu