Topluma “Elmalı Vakası” olarak yansıtılan olayın gündem olmasıyla birlikte, cinsel istismara uğradıkları iddia edilen iki çocuğun annesi ve üvey babasıyla ilgili sosyal medyada bugüne kadar gördüklerimizden daha ağır sayılabilecek bir linç kampanyası başlatıldı. Bu kampanyaya spor kulüplerinden, sanatçılara; siyasetçilerden STK temsilcilerine; sekülerinden muhafazakârına kadar pek çok kişi katıldı. Çocukların çizdiği resimler; çocuklara ait olduğu iddia edilen ses kayıtları ve yine çocuklardan birine ait olduğu söylenen mektup sosyal medyada paylaşıldı. Anne-baba; fotoğrafları, isim ve soy isimleri verilerek doğrudan hedef gösterildi, galiz küfürler ve öldürme tehditleri savruldu. Milyonlara varan paylaşım yapıldı.
Hatta bazıları hızını alamayıp “aile kurumunu” hedef tahtasına oturttu. Ailenin “istismar ve şiddet üreten” bir mefhum olduğuna dair söylemler dolaşıma sokuldu. Bazıları aile kurumunun mahremliğinden dert yandı, “şeffaf” yani görülebilir/gözetlenebilir/denetlenebilir olması gerektiğini savundu. Ama bu şeffaflığın sınırlarının ne olacağı, gözetlemenin kimler tarafından yapılacağı ve hangi değerler sistemine dayanacağı meçhuldü.
Bütün bunlar yargı süreci devam ederken oldu. Daha bir gün öncesine kadar olaydan haberi olmayan binlerce kişinin her biri “yargıç” olup karar verdi, ceza kesti. Öfke ve nefret tufanında kurulan “sosyal medya mahkemesi” tek taraflı infazını yaptı. Suçlanan tarafın ne söylediğine, iddialara ne cevap verdiğine bakılmaksızın!
İki gün boyunca devam eden linçten sonra, sosyal medyada paylaşılan ses kaydının çocuklara ait olmadığı; yine sözü edilen mektubun dosyada olmadığı anlaşıldı. Suçlanan kişiler olayı kendi pencerelerinden anlattılar. İddiaların bir yalan olduğunu, çocuklarına bir istismarda bulunmadıklarını belirttiler. Mahkeme dosyasının tamamını okuduğunu ifade eden Habertürk gazetesinden Sevilay Yılman, 1 Temmuz’da, “Elmalı Davasındaki Yanlış Bilinen Tüm Gerçekler!” başlıklı bir yazı kaleme alarak olayın sosyal medyada yansıtıldığı gibi olmadığını, bu süreçte en suçsuz kişinin “üvey baba” olduğunu söyledi. Yapılan suçlamalardan dolayı –takdire şayan olarak- çifte bir “özür borcumuz” olduğunu ifade etti. Yılman, sonrasında bir yazı daha kaleme aldı. Ayrıntıları Yılman’ın makalesinden okuyabilirsiniz.
Sosyal Medya Linci
Mahkeme devam ediyor; şüphesiz son sözü yargı söyleyecek. Fakat bu olay bize sosyal medyada kurulan “linç düzeninin” hangi psikolojik dinamikleri tetikleyerek kurulduğuna dair çok önemli ipuçları verdi. Linç sistematiğinin işleyişini anlamak hem bu dünyamızı, hem de ahiretimizi ilgilendiren kritik bir mevzu. Çünkü işin sonucunda namuslu birine atılan iftiraya ortak olmak, masum birini iğrenç bir suçla damgalayıp onun için hayatı çekilmez hale getirmek söz konusu.
Hatta sahte haberler psikolojik linçle sınırlı kalmayıp insanların hayatına da mal olabiliyor. Bunun en trajik örneklerinden biri 29 Ağustos 2018’de Meksika’da yaşandı. Başka bir sebeple tutuklanmış iki kişi (21 yaşındaki Ricardo Flores ve 43 yaşındaki amcası Alberto Flores) galeyana getirilmiş bir grup tarafından, karakoldan alınarak öldürüldü. BBC’de yayınlanan haberde şu ifadeler kullanıldı: “Meksika’nın bir kasabasında çocuk kaçıranlara ilişkin dedikodular WhatsApp üzerinden kısa bir sürede yayıldı. İddialar yalandı ancak kalabalık bir grup doğruluğunu araştırmadan iki kişiyi yaktı.”
Linç görüntüleri Facebook üzerinden paylaşılırken, linçe uğrayan Ricardo Flores’inABD’de yaşayan anne-babası olaydan haberdar edilmişti. Anne, görüntülerin altına ““Lütfen onlara zarar vermeyin, onları öldürmeyin, onlar çocuk kaçırmadılar” mesajını yazdı, ama dinleyen olmadı. Biri hukuk öğrencisi olan iki kişi üzerlerine benzin dökülerek yakıldı.
Son yaşadığımız vakada da oluşturulan linç iklimi sebebiyle aynı görüntülerin yaşanması işten bile değildi.
Zihinleri Lince Hazırlamak
Neredeyse birkaç günde bir, böylesi linç rüzgarlarının estiği ülkemizde bazen bu rüzgar fırtınaya, hortuma dönüşüp hemen herkesi içine çekebiliyor. Buna direnmek de oldukça güç. Ama bir iftiranın faili olmamak için öncelikle bu linç düzeninin işleyişini anlamak gerekiyor. Son olaydan yola çıkarak buna ilişkin birkaç noktayı dikkatinize sunmak ve bazı önerilerde bulunmak istiyorum.
***
- İlk olarak belirtmemiz gerekir ki, çocuk istismar/tecavüz vakaları olduğu bir gerçek. Hem dünyadan hem de ülkemizden örnekler verilebilir. Bu örnekler medyada sıklıkla işleniyor (sık işleniyor ama sebepler zincirinin bütün halkaları, hatta en önemli halkaları genelde işlenmiyor). Sık aralıklarla gündeme gelen ve gerçekliği olan olaylar, karşılaşacağımız bir sonraki olay için zihnimizi yönlendiriyor; o olayı yorumlayacak bir çerçeve, bir kalıp oluşturuyor. Diğer bir ifadeyle önceki “gördüklerimiz”, sonrasında “neyi göreceğimize”, “neyi görmemiz gerektiğine” bir zemin oluşturuyor. Örneğin diyelim ki, bir öğretmen öğrencilerine “sert ve haksız” davranışlarıyla nam salmış olsun. O öğretmenin bir öğrencisiyle daha sonra yaşadığı bir sorun hakkında öğretmeni “peşinen” haksız bulacak bir yorum yapmaya daha hazır hale geliriz. Bu bir bakıma normaldir. Ama her olay kendi tekilliği içinde, ayrıca ele alınması gerekir. Bu da insan için hayli zor bir şey; araştırmak, incelemek gerekiyor. Dolayısıyla bunu yapmak yerine “önceki bilgilerimizle/yargılarımızla” karar vermek gibi daha kolay olana yöneliyoruz.
Türkiye’de son yıllarda sağanak bir şekilde gündeme getirilen “aile içi şiddet/taciz/istismar” haberleri toplumu bir sonraki habere de hazırlıyor. Hazırlamakla kalmayıp “beklenti” de oluşturuyor. Bir sonraki “şiddet/tecavüz” haberini beklemeye başlıyoruz. Önceki olaylara benzer bir haber gördüğümüzde zaten zihnimizde hazır olan “olmuştu-yapmıştı” yargıları “oldu-yaptı”ya dönüşüveriyor. Hele bu kişinin kendisi böyle bir olay yaşamış ya da çevresinde böyle bir olaya şahit olmuşsa oluşan atmosfere daha kolay dahil oluyor.
Ne Yapabiliriz:Özellikle duygusal/travmatik boyutu yüksek olan ve sonuçları “can alıcı” olan yeni haberlerle karşılaştığımızda bir süre “beklemekte” fayda var. İçimizdeki “tepki verme” dürtüsünü kontrol altına almak gerekiyor. Israrla kendimize “istisna sorusu” sormalıyız: “Öyle olmayabilir mi? Olayın farklı bir açıklaması olabilir mi?” Tepki vereceksek araştırmalı, tahkik etmeliyiz. Bu durumda bile göremediğimiz şeyler olabileceğini düşünüyorsak “kesinlik” belirten ifadeler yerine “ihtimalli” cümleler kurmak daha doğru.
Tabii ki burada şunu da vurgulamak gerekiyor: Ülkemizde o kadar çok sarsıcı haber yapılıyor ki, bunların her birini takip edip-araştırmak da mümkün değil. Ama en azından bu noktada şu ilahi uyarı rehberimiz olmalı: “Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi bundan sorguya çekilecektir.” (İsra Suresi: 36).
Haberin kaynağının amacı
- Yukarıda içimizdeki “tepki verme dürtüsünden” söz ettim. Bu aslında bizim haksızlığa karşı içimize yerleştirilen ilahi bir refleks; insan olmamızın bir gereği. Kanaatimce linç düzeninin üzerine kurulduğu en önemli psikolojik dinamik de bu. İnsanların bu muslih/rahmani güdüsü, müfsid ve şeytani bir amaç için araçsallaştırılabiliyor. Gerçekten de linç anaforuna sürüklenen kişilerin çoğunluğuna baktığımızda, tepkilerinin kökeninde “merhamet, şefkat, yardımlaşma, haksızlığa duyulan öfke” gibi asil duyguların olduğunu görürüz. Özellikle uluslararası medya düzenini elinde bulunduran müstekbirler halkların bu duygularını kullanarak, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya devam ediyor. Yaşı büyük olanlar hatırlayacaktır; Birinci Körfez Savaşı’nda ABD Irak’a saldırırken bütün dünyaya petrole bulanmış bir karabatağın içler acısı görüntülerini servis etmişti. Bunun gibi pek çok örnek sıralanabilir.
Peki, bizim “iyi niyetli” olmamız bizi sorumluluktan kurtarır mı? Hadis olduğu da söylenen şu söz bu soruya net cevap veriyor: “Cehenneme giden yolun taşları iyi niyet taşları ile döşelidir.”
Ne Yapabiliriz:Bir haber beş kısma ayrılabilir: Haberin kaynağı, haberin kendisi, haberin muhatabı, haberin amacı ve haberin sonucu. Burada her biriyle ilgili uzun açıklamalar yapabiliriz ama yerimiz müsait değil. Sadece “haberin kaynağının amacıyla”, habere tepki veren “muhatabın amacı” arasında bir zıtlık olabileceğine dikkatinizi çekmek istiyorum. Biz genelde “kendi amacımıza” odaklanıyoruz, haberin kaynağının amacına değil. Buradaki kritik soru şudur: Haberin sonucunu yönetmeye muktedir olan kimdir? Habere tepki verenlerin, “haberi yönetenlerin” üretmek istediği sonuçta bir figüran rolünde olabileceklerini unutmamak gerekir. O yüzden Kur’an, haberin kaynağına özel bir önem verir. Çünkü kaynağı bilirsek, haberin sonucunun nasıl şekillendirilmek istendiğine dair de bir fikrimiz olabilir: “Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu ‘etraflıca araştırın’. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.” (Hucurat Suresi: 6). Yani, tepki verme amacınızla, verdiğiniz tepkinin sonucunun çok farklı şeyler olduğunu görür, pişman olursunuz. Pişman olmak demek, “iş işten geçti” demektir. Tabii ki ayet sırf “fasık” diye bir haberin peşinen “yalan” olduğunu söylemiyor, “olabileceğini” söylüyor; “tahkik” yükümlülüğü veriyor.
Sosyal Medyada Totaliter Düzen
- Özellikle böylesi olaylarda ve özellikle toplumu galeyana getirenlerin dillendirdiği “suçluyu aklama” argümanı linç düzeninin üzerine kurulduğu bir diğer psikolojik mekanizmadır. Bu, öylesine güçlü bir mekanizma ki, insanların bu işte bir terslik olabileceğini düşünmelerine bile izin vermiyor. Düşünseler de bunu söyleme cesaretlerini elinden alıyor. Çünkü “faili/tecavüzcüyü aklıyorsun!” suçlaması hazırda bekliyor! İnsanlar “suç ortağıymış gibi” görünmek istemiyor ve susmayı tercih ediyor. Dolayısıyla toplumu sağduyuya, akl-ı selime davet etmek adeta imkansızlaşıyor.
Ne Yapabiliriz:Bazen sosyal medyada “Linçlenmeyeceksem şunu söylemek istiyorum…” türünden ifadelere rastlıyorsunuzdur. Bu ifade bile sosyal medyada nasıl bir totaliter düzen kurulduğunu göstermek açısından yeterli. Çünkü insanın en büyük korkularından biridir itibarsızlaştırılmak, dışlanmak, taşlanmak, kınanmak. O yüzden Kur’an bu psikolojik harp yöntemine direnenlerin çok değerli bir özelliğini bize verir: “Onlar kınayıcıların kınamasından korkmazlar!” (Maide Suresi: 54).
Hz. Davud’un 99 koyun kıssası
- Yaşadığımız bu olayla birlikte beni uzun süre düşündüren, Sad Suresi, 21-24. Ayetlerde anlatılan, “Davud’un (A.S.) 99 Koyun Kıssası” aklıma geldi. Bu kıssa hakikaten çok ilginç bir psikolojik fenomeni konu edinir. Kıssaya ilişkin hurafe kabilinden “olur-olmaz” çok şey yazılıp-çizilmiş. İşin o kısımlarına girmiyorum. Konunun uzmanı olmasam da kendi anlayabildiğimi sizinle paylaşmak istiyorum. Özetle olay şu: Hz. Davud’un yanına biri davalı, diğeri davacı iki kişi geliyor. Davacı, davalı hakkında, “Şu adam benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var. Buna rağmen ‘Onu da bana ver’ dedi ve bu tartışmada bana baskın çıktı.” (Sad: 23) diyor. Hz. Davud buna binaen şöyle diyor: “Senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle doğrusu sana karşı haksızlık etmiştir. Zaten aralarında ortaklık ilişkileri bulunanların çoğu birbirine haksızlık ederler; yalnız iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapmakta olanlar böyle değildir; ama onlar da o kadar az ki!” Ve Davud (A.S.) bunları söyledikten sonra bir yanlış, büyük bir yanlış yaptığını anlıyor. (Bunu ne kadar süre sonra anlıyor bilemiyoruz. Belki hemen, belki bir süre sonra.) Ayetin devamı şöyle: “Dâvûd kendisini sınadığımızı anladı. Bunun üzerine Rabbinden kendisini bağışlamasını dileyerek secdeye kapandı ve bütünüyle O’na yöneldi.”
Anlayabildiğim kadarıyla Hz Davud’un pişmanlığının sebebi davacıyı dinleyip, davalıyı dinlemeden “karar” vermiş olmasıdır. Peki, Hz. Davud gibi “karar makamında olan” bir peygamberi buna yönelten nedir? Bu kıssa bize ne söylemek istiyor? Bunu Hz. Davud’un ifadelerinden anlamaya çalışalım: “Zaten aralarında ortaklık ilişkileri bulunanların çoğu birbirine haksızlık ederler; yalnız iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapmakta olanlar böyle değildir; ama onlar da o kadar az ki!” Dikkat ederseniz, Hz. Davud’un bu tür davalara karşı daha önceden zihninde oluşmuş “genel bir yargısı” var. Bu yargı da aslında büyük oranda doğru. Kendisi de ifade ediyor zaten: Bir kısım hariç, “ama onlar da o kadar az ki!” Lakin davanın “sunulma biçimi” o kadar ilginç ki! Davacı, konuyu adeta içinden istediği karar çıkabileceği; “Davud’un genel yargısına hitap edecek” bir formatta sunuyor. Tabir-i caizse “bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul!” denklemi kuruyor! Bir an kendimizi Hz. Davud’un yerine koyalım. Böyle bir denklem “peşinen” çoğumuzu kızdırır. Muhtemelen zihnimizden şöyle geçiririz: “Adamın 99 koyunu var, yetmemiş şu garibanın bir koyununa da göz dikmiş! Bu kadar da açgözlülük olmaz!”
İşte bu, içimizdeki “mazlumu koruma, zalime karşı çıkma” güdüsüdür. Ama ne var ki, Davud’a (A.S.) sunulan denkleme zor da olsa sorulması gereken bir soru var: “Gerçekten o bir koyunun sahibi de 99 koyunu olan adam olabilir mi? Bu ihtimal dışı mı?”, “Gerçekten mazlum görünümünde olan o adam ‘haksız’ olabilir mi?” Bu sorunun cevabı boş, çünkü davalının ne diyeceğini bilmiyoruz. Kur’an da mevzuyu orada keserek sanki ilelebet bu soruyu kendimize sormamızı istiyor.
Bu kıssanın bize öğrettiği çok önemli bir detay daha var. Dikkat ederseniz, Hz. Davud “güçsüz gibi görünen” kişinin “beyanıyla” hareket ediyor. Halbuki kimsenin beyanı esas değildir! Her durumda “peşinen”; öğrenciye karşı öğretmen, işçiye karşı patron, kadına karşı erkek, çocuğa karşı anne-baba haksız değildir. Bu durumu son olayda da yaşadık. Kimileri “çocuk yalan söylemez!” gibi kalıp yargılar kullandılar. Halbuki çocuklar yanlış hatırlayabilir ya da büyükleri tarafından yanlış yönlendirilebilir. Buna ilişkin de ilginç örnekler var. Başka bir yazıda anlatırız inşallah.
Kıssadan Bize Düşen İki Hisse: Birincisini olayı anlatırken büyük oranda vurgulamış oldum: “Dur! Acele etme! Tamam, senin düşündüğün gibi olabilir ama istisnaları hesaba kat! Görüntüye aldanma! Tarafları dinle!”
İkincisi ise belki daha da önemli: “İnsansınız, böyle bir hataya düşebilirsiniz. Ama Davud’un ne yaptığına bir bak! Secdeye kapan, bağışlanma dile!”
Sahte Haberle Üretilen Linç Ateşi Toplumu Sarabilir
Vakaya dönecek olursak… Girişte de belirttiğim gibi son sözü yargı söyleyecek.
Ne var ki, linç oldubitti. Peki ya sonra! Sonrası koca bir sessizlik!
Hatasının farkına varıp özür dileyenler, bunun muhasebesini yapanlar erdemli bir davranış gösterdi, gösteriyor. Ama ya umursamayanlar?
Bu “umursamazlık”, “görmezden gelme” linçin kendisi kadar büyük bir sorun. “Linç anaforu” geçtikten sonra, pek çok kişi olayın öyle olmayabileceğine dair ortaya çıkan yeni bilgilerden habersiz belki, bunu kabul ediyorum. Ama sormalıyız: Neden?
İstenildiği zaman en lüzumsuz meseleleri bile ülke gündemine sokabilecek olan kişi ve kurumlar neden “linçte” gösterdikleri arzuyu/iştahı/performansı yanlışı düzeltmekte göstermiyor?
Diğer bir nokta ise adalete olan güvenin sarsılmasının, toplumu manipülasyonlara daha açık hale getirebileceğidir. Böyle bir durumda artık “doğru kararlar” bile şayiaya kurban gidebilir.
Sonuç olarak, bu olaydan gerekli dersi alıp, bu vakanın kendi içimizde muhasebesini yapabilirsek geleceğe umutla bakabiliriz. Yok, eğer sahte haberlerle üretilen linç ateşine üflemeye devam edersek bu ateş zamanla bütün bir toplumu sarabilir.
Milli Gazete / Mücahit Gültekin