H.Musa BAĞCI, 1965 Yozgat-Yenifakılı-Bektaşlı Kasabası’nda doğdu. İlk Öğrenimini Bektaşlı Kasabasında, Orta ve Lise tahsilini Kayseri Merkez İmam Hatip Lisesinde yaptı (1984). Yüksek Öğrenimini Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı (1990). Aynı tarihte Yüksek Lisansa başladı ve 1993 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Hadislere Göre Kader Problemi” teziyle Y. Lisansını, 1999 yılında da aynı Enstitü’de “Hz.Peygamber’in Beşeri Yönü” adlı teziyle Doktora programını bitirerek Doktor unvanını aldı. Doktora esnasında 1995 yılında Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalına Araştırma Görevlisi olarak başladı. 2000 yılı Ocak ayında da aynı Fakültede aynı anabilim dalına Yardımcı Doçent olarak atandı. 2005 yılı Mayıs ayında Doçentlik unvanını aldı. 2010 yılında Profesör oldu. Halen bu Fakültede Öğretim Üyesi (Prof.Dr.) olarak görev yapmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığında Ankara’nın çeşitli camilerinde İmam-Hatiplik (1987-1991) ve Ankara Merkez vâizlıği (1994-1995) ; Milli Eğitim Bakanlığında ise Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği (1991-1994) görevlerinde bulundu. Evli ve Nazife Kübra, Ali ve Zeynep Serra adlarında üç çocuk babasıdır.
‘ KUTLU DOĞUM ÜZERİNE ‘
Hocam yine bir Nisan ayındayız. Malumunuz Türkiye’de Nisan ayı artık ‘kutlu doğum’la özdeş hale geldi. Ne dersiniz, söze bu ‘kutlu doğum’dan başlayalım mı? ‘Kutlu doğum’ İslamî bir tabir midir?
Kutlu doğum veya geleneksel tabiriyle mevlid kandili Hz. Peygamber’in doğumu vesilesiyle kutlanması adet olmuş ve Müslümanlar tarafından önem verilen günlerden biridir. Dinin asıllarından olmayıp bunu İslam kültürünün bir parçası olarak kabul etmek gerekir. Burada önemli olan husus, bu kutlamaya yeni bir anlam kazandırmak ve İslam ve onun Peygamberinin insanlığa sunduğu mesajın üzerinde durmak ve bu günleri İslam’ın ve onun Peygamberinin yeniden doğru bir şekilde anlaşılmasının vesilesi haline getirmektir.
İslam büyük bir nizamdır ve Hz. Peygamber bu ilahi nizamı bize tebliğ eden ve sahih sünnetiyle bize öğreten Allah’ın Rasulüdür. Onun doğum gününü mevlid okuyarak ve sıradan bir takım merasimler yaparak adet yerini bulsun diye törenler icra etmekle yetinmek, Allah’ın Rasulünü anlamamak demektir. Gerçekten onun kutlu doğumu hatırlanmak ve kutlanmak isteniyorsa bunun yolu az önce de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber’i doğru anlamak, Kur’an’ın ve sahih sünnetin anlattığı çerçevede doğru anlamlandırmak ve onun getirdiği mesajı iyice anlamak ve anlatmaktan geçmektedir. Kutlu doğumu anlamlandırmak istiyorsak bu anlayışla yeni bir bakış açısıyla hayatımıza yön vermek için bir fırsat olarak kabul etmek gerekir.
Kutlu doğum vesilesiyle Müslümanların birliğinin bir çimentosu olarak kabul edilen ve Hz. Peygamber’den bize gelen kültürel miras (Hadis/Sünnet), seçmeci ve eleştirel bir bakış açısıyla yeniden ele alınmalı ve biçimsel ve lafızcı sünnet anlayışı yerine, amacı ve hikmeti gözeten bir sünnet anlayışı benimsenerek sahih hadis ve sünnetin bütününden elde edilecek temel ilkeler ışığında Hz. Peygamber’in örnekliği her zaman ve her yerde dikkate alınmalıdır. Mevlid kandili bu anlayış ve duygular içinde kutlanmalı, Müslümanlar Hz. Peygamber’in sahih sünnetini çağın şartları içinde tekrar hayata nasıl geçireceği üzerinde ciddiyetle imali fikir edip eyleme geçmelidirler. Yoksa geleneksel anlamda bu gecede sadece dua ederek, nafile namaz kılarak ve sadaklar vererek bir takım ameller -bu ameller de değerli olmakla birlikte- yapılsa da yaşadığımız bu coğrafyadaki problemlerin halli açısından fazla anlamlı olmayacağı bilinmelidir.
Kutlu Doğum etkinliklerinde Peygamber’e (sav) giydirilen, çok farklı bir kostüm var sanki. Peygambere ve peygamberliğe dair ilimlerle ilgilenen bir hoca olarak, bu farklı kostümün, 610-632 yılları arasında yaşamış, vahyi ilahî tarafından tanıtımı yapılan, sınırları çizilen Rasul-Nebî Muhammed (sav)e uygun düştüğünü söyleyebilir misiniz?
Mevcut peygamber anlayışımızda bazı problemlerin olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Kur’an’ın öngördüğü ve tasvir ettiği peygamber anlayışı, tarihi süreç içinde değişim ve dönüşüme uğrayarak ve Kur’an’dan büyük bir kopuş yaşanarak önce “en mükemmel örnek” anlamında mutasavvıfların tabiriyle “İnsan-ı Kamil” düzeyine doğru gelişme göstermiş ve en son tahlilde de kainatın varlık sebebi ve mayası anlamında “nur-i Muhammedi” kavramı geliştirilerek bütün alemlerin yaratılma sebebi haline dönüştürülmüştür. Böyle bir tasavvurun oluşmasında çevre kültürlerin etkisi yanında rivayetlerin de büyük bir katkısı olduğu izahtan varestedir. Bu rivayetlerin oluşturduğu peygamber tasavvuru, bugün de hala İslam dünyasında egemen olan bir anlayıştır.
Bu rivayetlerde Hz. Peygamber’in sünnetli doğduğu, onun aydınlıkta olduğu gibi karanlıkta da görebildiği, Süreyya’da on bir yıldız gördüğü, ön tarafını gördüğü gibi arkasını da gördüğü, bunu da Allah’ın onun başının arkasında yarattığı bir görme hassasıyla gerçekleştirdiği, hatta onun iki omuzu arasında iki gözü olup elbisesinin altından bile arkasını görebildiği, gökte secde eden meleklerin izdihamı yüzünden gökteki gıcırdama veya çatırdamaları duyduğu, kısaca diğer insanların işitmediği bazı sesleri işitebildiği, sesinin çok uzaklara ulaştığı ve bunun bir mucize olduğu, sahabenin Hz. Peygamber’in tıraş edilen saçlarını kutsal kabul edip paylaşamadığı, ihtilaf anında bu saçları Hz. Peygamber’in bizzat taksim ettiği, bazı sahabilerin bu saçlar sayesinde her savaşta muzaffer olduğu, onun terinin gerçek anlamda misk gibi koktuğu, hatta bu terin koku imalinde kullanıldığı, tedavi için Hz. Peygamber tarafından eline tükürülen bir sahabinin elinin o günden beri mis gibi koktuğu, hatta gülün Hz. Peygamber’in bir rivayete göre Burak’ın terinden yaratıldığı, dahası beyaz gülün miraçta Hz. Peygamberin terinden, kırmızı gülün Cebrail’in terinden, sarı gülün ise Burak’ın terinden yaratıldığı, bir başka rivayette Hz. Peygamber miraçtan dönünce terinin yere damladığı ve bundan kırmızı gülün bittiği, onun için Hz. Peygamber’in kokusunu duymak isteyenin kırmızı gülü koklayabileceği; tükürüğünün mucizevi etkiler yarattığı (hastalıkları anında iyileştirmesi, çocukların emzirilmesine gerek bırakmayan bir gıda teşkil etmesi, kova veya suya tükürmesi ve acı suyun tatlı su haline gelip üstelik mis gibi kokması); aç yatıp tok kalktığı, Allahın ona cennetten yedirip içirdiği; gözleri uyuduğu halde kalbinin uyumadığı, kanının, idrarının ve gaitasının temiz ve şifa kaynağı olduğu, sahabilerin onun kan ve idrarını içtikleri, ondan mis gibi kokuların geldiği, onun gaitasının misler gibi koktuğu, peygamberlerin gaitalarını yerin yarılıp yuttuğu, toprak üzerinde onun dışkısından eser kalmadığı; Hz. Peygamber’e otuz-kırk erkeğin cinsel gücü verildiği, bazılarının bu ve benzeri rivayetlere dayalı hesaplamalarla ona dört bin erkeğin cinsel gücünün verildiği ileri sürüldüğü, önceleri cinsel gücü zayıf iken kendisine gökten gönderilen keşkeği yiyince kendisini her an cinsel gücün doruğunda hissettiği; onun asla esnemediği, vücudunun gölgesi olmadığı, çünkü onun bizzat ışık olduğu (nur), ölümlü bir beşer olduğu halde cesedinin çürümediği, kabrinde canlı olduğu, yiyip-içtiği, kendisine selam verenlerin selamını alıp mukabele ettiğiyle şeklinde pek çok anlatılar mevcuttur.
Hz Peygamber hakkında yukarıda anlatılanların en azından bir kısmını duymamış hemen hiçbir Müslüman yok gibidir ve üstelik, bu anlatılanların doğru olduğuna yüzyıllarca inanılmış ve bu telakki bu güne kadar gelmiştir. Şimdi içinde bulunduğumuz XXI. Yüzyılda özellikle genç nesillere, yukarda tasvir edilen bir peygamber tasavvurunu öğretip telkin etmenin ne kadar doğru olacağını düşünmek zamanıdır. Bu yüzden bize Kur’an’ın sunduğu yeryüzünde yaşayan bir insan ve Allah’ın elçisi olarak insanlara örnek model teşkil eden peygamber anlayışını yeniden tesis etmemiz ve genç nesillere aktarmamız kaçınılmazdır. Kur’an’ı bir bütün olarak ve objektif olarak okuyan bir insan Hz. Peygamber’in beşer-peygamber olduğunu ve insani özellikler taşıdığını ve vahyin dışında olağanüstü bir niteliğinin olmadığını hemen fark eder. Kur’an, müşriklerin olağanüstü ve mucize taleplerini sürekli reddetmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da Hz. Peygamber’in olağanüstü tavırlar sergilediğine ve insanüstü olduğuna dair direk veya endirekt anlatımlar mevcut değildir. Fakat tarihi süreç içinde Kur’an’da olmadığı halde çevre kültürlerin etkisi ve daha sonra Hz. Peygamber’e isnadı şüpheli bazı rivayetlerin ortaya çıkmasıyla birlikte fevkalade mucizevi özellikler ona isnad edilmeye başlanmıştır. İlk kaynaklarda bir elin parmaklarını geçmeyen mucize sayısı 3000’in üzerinde bir sayıya ulaşmıştır. Bu mucizeler yanında Hz. Peygamber’in fiziki varlığı da mucizevi bir niteliğe büründürülmüştür. Bu yapılırken önceki peygamberlere verilen mucizelerin bir benzerinin Hz. Peygamber’e de verilmiş olduğu varsayımından hareket edilmiştir. (Bkz. Musa Bağcı, Beşer Olarak Hz. Peygamber, Ankara Okulu yay)
Bütün bunlar Müslümanların ilk üç asırdan sonra Kur’an’dan zihinsel anlamda uzaklaşmalarından kaynaklanmıştır. Bizzat Kur’an insanüstü ve mucizevi bir peygamber telakkisini savunan müşriklerin görüşlerini eleştirmekte ve müşriklerin mitolojik ve insanüstü peygamber telakkisinin yerine insan-peygamber anlayışını savunmaktadır. Biz bugün Müslümanlar olarak bu anlayışı her çağda yeniden yorumlayıp geliştirmemiz ve gerçekçi, makul ve örnek alınabilir “örnek model” haline getirmemiz gerekir.
Âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı, Âdem henüz yaratılmamışken Nebî olan bir Peygamber tasavvuru, “Allah’ın oğlu İsa” inanışına benzemiyor mu?
Yukarıda da değindiğimiz gibi kozmos’un varlık sebebi olarak lanse edilen ve nur-i Muhammedi kavramıyla doktrin haline sokulmuş bir peygamber tasavvuru ilhamını Kur’an’dan değil, çevre kültürler olarak nitelendirdiğimiz israiliyyat-mesihiyyat, yunan hermetizmi ve yabancı din ve kültürlerden almaktadır. Bir defa Alemlerin Hz. Peygamber hürmetine yaratıldığı ve Adem henüz yaratılmamışken onun nebi olduğu düşüncesi İslami kaynaklara bazı rivayetler kanalıyla girmiştir. Bu rivayetleri ben “Beşer olarak Hz. Peygamber” adlı eserimde isnat ve metin açısından inceleyerek bunların dinde delil olarak kullanılabilecek makbul rivayetlerden olmadığını, aksine uydurma rivayetler olduğunu tespit etmiş bulunmaktayım. Bu rivayetlerdeki Hz. Muhammed’in Allah’ın nurundan yaratıldığı, Alemlerin de Hz. Peygamber’in nurundan ve onun hürmetine yaratıldığı ve Adem yaratılmadan Hz. Peygamber’in peygamber olarak görevlendirildiği şeklindeki görüşler ne Kur’an da ne de sahih hadislerde mevcut değildir. Bugün halk arasında yaygın bu anlayışlar muhtemelen bazı sufiler kanalıyla gnostik kültür, Yunan felsefesindeki sudur nazariyesi veya Hıristiyan kültürle etkileşim sonucu ortaya çıkmış görünmektedir. Bu anlayış bu kültürlerin etkisiyle sufiler arasında Hz. Muhammed’in “asli nur” şeklindeki nazariye olarak ortaya çıktığı, İbn Arabi’nin sayesinde bir doktrin hale geldiği ve daha sonraları ise tasavvufun geniş halk kitleleri arasında yaygınlaşmasıyla bu doktrin Müslümanlar arasında yerleşik bir hal aldığı ortaya çıkmaktadır. Bugün bu anlayış, “sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” sözde hadisiyle hemen herkesin tekrarlayıp durduğu bir zihniyet haline dönüşmüştür.
‘Kutlu doğum’ terimi, Peygamber’in doğru anlaşılmasını engellemek adına özel olarak üretilmiş olabilir mi?
Kutlu doğum teriminin komplocu bir anlayışla Hz. Peygamber’in doğru anlaşılmasını engellemek adına özel olarak üretildiği kanaatinde değilim. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 1989 yılından beri Kutlu Doğum Haftası, İslam dininin Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.v) miladi olarak doğum günü olan 20-27 Nisan tarihleri arası kutlu doğum haftası olarak kutlanması kararlaştırılmıştır. Zaten bizim kültürümüzde Mevlid kandili veya gecesi adı altında 13.yy’dan beri kutlanmaktadır. Her ne kadar Hz. Peygamber devrinde ve sonrasında böyle bir kutlama olmasa da bunu Müslümanlar olarak Hz. Peygamber’i doğru anlama ve anlatma fırsatına dönüştürebilmeliyiz. Buradaki temel sorun, Hz. Peygamber’i hangi bakış açısıyla ve nasıl anlayıp anlatacağımızdır. Bugün Müslümanlar arasında egemen olan peygamber anlayışı, Kur’an’ın insan ve evren anlayışından uzak, akıl ve mantığın sınırlarını zorlayan, kaynağı ve sıhhati şüpheli olan rivayetlere dayanan, nakilci, seçmeci ve eleştirel bakış açısından uzak olduğu çok açıktır. Bu bakış açısıyla Hz. Peygamber anlatıldığı takdirde yarar yerine zarar getirecektir ve orta çağ zihniyetine uygun bir peygamber tasavvuru hakim olacaktır. Nitekim bugün yapılan kutlamalar da -istisnaları olmakla birlikte- bu amaca hizmet etmektedir. Oysaki Hz. Peygamber ve onun sünnetini ele alırken biçimsel ve lafızcı sünnet anlayışı yerine, amacı ve hikmeti gözeten bir sünnet anlayışı benimsenerek Kur’an, sahih hadis ve sünnetin bütününden elde edilecek temel ilkeler ışığında Hz. Peygamber’in örnekliğini insanlara anlatmak ve kutlu doğumu bu bağlamda fırsata dönüştürmenin daha faydalı olacağına inanıyorum.
Peygamberi doğru anlamanın yolu, yöntemi ve imkânları nelerdir?
Hz. Peygamber’i doğru anlamanın yolu, öncelikle Kur’an’ın ön yargısız, objektif, makul, gerçekçi ve doğru bir şekilde anlaşılması esastır. Yukarıda da belirttiğim gibi Hz. Peygamber’i yanlış anlama tezahürleri Kur’an’dan kopma/sapma nedeniyle ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Öncelikle Kur’an’ın doğru anlaşılması son derece önemlidir. İkinci önemli kriter, bedihiyyatu’l-akl dediğimiz akli selim’in kullanılmasıdır. Kur’an’da pek çok ayette insanın aklını kullanmasından bahsedilir. Kur’an’ın dışındaki unsurlar -rivayetler ve çevre kültürler- yine Kur’an ve akl-i selim ölçüsüne vurularak değerlendirilmelidir. Bu bakış açısı sağlandıktan sonra iki husus yerine getirilmelidir. İlki mevcut ortaçağdan kalma peygamber tasavvurumuz net bir şekilde tespit edilmelidir. Varsa üstün yönleri veya eksik ve noksan yönleriyle bilimsel anlamda ortaya konulmalıdır. Bu anlayış seçmeci ve eleştirel bakış açısıyla analiz edilmelidir. İkinci hamlede Kur’an merkez alınarak Kur’an’ın insan ve evren anlayışına uygun, akıl ve mantık ölçüleriyle uyuşan, kaynağı ve sıhhati Kur’an ve sahih sünnete dayalı, seçmeci ve eleştirel bir bakışla yeni bir peygamber örnek modeli ortaya konmalıdır. Bunun için de Hz. Peygamberin sağlıklı ve gerçekçi portresini bizlere sunacak ilmi çalışmalara da acilen ihtiyaç bulunmaktadır.
Venhar