İslamcılığı farklı bir boyutta konu alan Yasin Aktay, bugün Yeni Şafak‘ta “İslamcılığın bir ütopyası oldu mu?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Aktay, özellikle beşeri ideolojilerde gelecek hedefi olarak tasarlanan bir ütopyaya karşılık İslam’da böyle bir metinin varlığını tartışırken, İslamcılığın nasıl bir gelecek vaad ettiği ve buna uygun olarak nasıl bir yaklaşım ortaya koyduğuna değindi. Bu bağlamda Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretlerini de değerlendirdi.
“Bugün İslamcılığı vaat ettikleriyle gerçekleştirdikleri arasındaki mesafe konusunda muaheze ve muhasebe edebileceğimiz bir referans metin var mıdır?” sorusu ile yazısına başlayan Aktay şöyle devam etti:
Elbette çok önemli İslamcı metinler vardır ve bu metinleri sahiplenen gruplar, cemaatler, örgütler de var. Bu metinlerde ortaya atılan iddialar ve talepler, resmedilen bir altın çağ ve hedeflenen bir ütopya var. Bu metinler hangi etki altında yapıldı, evvela bunların analizini yapmak lazım, ama bütün kaynağı bu etkilere bağlamadan.
En sağlam ve en etkili İslamcı metinlerden birisi Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’idir mesela. Türkiye İslamcılığının ortaya koyduğu bu tarz manifesto niteliğinde metinler olmadı. Ama İşaretler’in farklı yorumları oldu. İslam’da Sosyal Adalet’i aşan ve onu da farklı bir paradigma ile yeniden okumayı gerektiren bir metindir İşaretler. Ama ortaya konulan model, gereğinden fazla siyasallığı yok sayan bir model olduğu için belki zıddına dönüşme etkisi de taşıyan bir eser olmuştur.
Gereğinden fazla radikallik liberalizme açılan bir kapıya dönüşüyor. Çünkü üstlenilmesi zor hatta imkansız eylem programlarının insanı var olana radikal teslimiyet noktasına getirmesi mukadder oluyor. Üstelik itikatta alabildiğine radikal, amelde ise alabildiğine liberal olma çelişkisiyle birlikte. Oysa Kutub’un İşaretler ile aştığını hissettiği İslam’da Sosyal Adalet yine de siyasallığa daha yatkındır ve aslına bakarsanız sonradan üretilen bütün İslamcı siyasal programlara esin kaynağı olmuştur.
Bugün Müslümanların ekonomi politik tutumlarında, davranışlarında burada formüle edilmeye çalışılan vaatler ve programlar bir şekilde etkili oldu. Adalet vurgusu, talebi, iddiası paramparça Müslüman siyasallığının her zaman merkezinde oldu. Bu konuda devlet düzeyinde bir örgütlülüğe tek başına hiçbir zaman sahip olamadığı için, bu vaatler ya sivil toplum, cemaatler, topluluklar düzeyinde karşılanmaya çalışılıyor veya siyasal alanda elde edilen mevzilerden bu vaatlere uygun siyasetler ortaya konmaya çalışılıyor.
En başından beri İslamcılık adına bir ütopya ortaya koymaya sıcak bakmış değilimdir. Aslına bakarsanız İslamcılığı en iyi ifade eden manifesto niteliğindeki metinlerden İşaretler dahi bir ütopya kurmaz. Hatta o bir çeşit anti-ütopyadır. Bugünün maddi sıkıntılar yaşamakta olan insanına gelecekte daha müreffeh yaşayacağı bir dünya vaat etmez mesela. Bilakis kula kulluk batağında kendini kaybetmiş, kendi gibi hatta kendinden daha aciz kullara cahilce kulluk etmekte olan, Allah’la bağı kopmuş, dünyada niçin yaşıyor olduğunun bilincini kaybetmiş, kendisi hakkındaki bilgiden yoksun insanına yaratanını tanıtmayı ve kulluğu ona has kılmanın sağlayacağı özgürlük yoluna dair bir kılavuz olma iddiasındadır. Bu yolun çetin olduğunu, her türlü meşakkati içerdiğini ve dünyada bir mutlu sona ulaşma garantisinin de olmadığını hassaten anlatan bir metindir.
Bu anlamda İslamcılığın vaatleri çok irfani bir yola çıkmış olmuyor mu? Ütopyası olmayan, çileli bir yola.
Elbette oluyor. Bence sonu sadece refaha ve eşitlik gibi anlatılara ulaşan vaatler İslamcılığı fazla dünyevileştiren bir şeydir. İnsanın kendini bilmesi, sınırlarını bilmesi, aynı zamanda başka insanları bilmesini de getirir. Bu dünyanın bir imtihan dünyası olduğunu bilen bir Müslüman zaten dondurulmuş bir ideal sistemin bu dünyada mümkün olmadığını da bilir. Zihinlerin bir üretimi olan bir ütopya hasbelkader gerçekleştirilse bile bunun kalıcı olamayacağını, neticede insanın bütün hasletleriyle, hırslarıyla, faniliğiyle malul olacağını bilir. Çünkü Müslüman kul kendini bilir, rabbini bilir, insanı bilir.
İslamcılık elbette salt bir siyasallıktan veya bir siyasal ideolojiden ibaret bir şey değil, bir de, çok daha önemli, bütün ilişkilerin temelinde olarak, dindarlık boyutu vardır. Allah’la, gayb alemiyle ve bilhassa Ahirete imanla başlayan, onunla tamamlanan bir bilinçtir. Bu bilinç başkalarına bir şeyler empoze etmenin içerdiği zulmü de gösterir.
Kula kulluğu empoze edenlere bir isyandır İslamcılık. Kim neye tapmak istiyorsa tapsın ama kendi tanrısını başkasına empoze etmesin.
İslamcılık bir siyasallığa dönüştüğünde bu dini başkalarına empoze etmek, insanları zorla müslümanlaştırmaktan çok uzak bir şekilde insanların istedikleri gibi inanıp özgürce istedikleri dini yaşayabilmelerinin önündeki bütün engelleri kaldırma iddiasındadır.
Neredeyse şiddetin ve radikalliğin referans metni gibi sunulan İşaretler’in en çarpıcı iddiası budur. Cihadı bile İslam’ı yayma değil insanları özgürleştirme yolunda verilen bir çaba olarak formüle eder.
İslamcılar iktidara gelip bütün bir siyaseti, kültürü, ekonomiyi tek başlarına ne kadar belirlemeyi başardılar diye sorarsanız İslamcılıktan beklediğinizin klasik anlamda bir demir perde yönetimi olduğunu söylemiş olursunuz ki,
“İslamcılığın başarısızlığı”ndan bahsedenler genellikle bu garip beklentiden hareket ederler.
Oysa İslamcılık her şeyden önce başkalarıyla birlikte var olabilmeyi mümkün gören, başkalarını yok etmediği sürece bütün alanları tek başına belirleme kibrinden de uzak bir yaklaşımdır.
NOT: Bu konu daha geniş haliyle Yetkin Düşünce Dergisi’nin son sayısındaki mülakatımızda ele alınmaktadır.