İSTİKLAL MAHKEMELERİ VE ŞEYH SAİD KIYAMI
Fahrettin Gün, Beyan Yayınları, Aralık 2018
“Şeyh Said Hâdisesi” iyi bilinmelidir
Konuya Metin Toker’in bir değerlendirmesiyle başlayalım: “Cumhuriyet tarihinin birkaç önemli ‘işaret noktası’ vardır. Bunlar iyi bilinmeden, bunları gereği gibi değerlendirmeden Cumhuriyet’i anlama olanağı yoktur. Bu ‘işaret noktaları‘ndan biri Şeyh Said İsyanı’dır… Olay, Cumhuriyet’in bir dönemeci almasının fırsatı yapılmıştır ve bu niteliği dolayısıyla söylediğim ‘işaret noktaları’ndan birini oluşturur. Nitekim asıl üç büyük devrim, Medenî Kanun Devrimi, Kıyafet Devrimi ve Harf Devrimi, Şeyh Said İsyanı’ndan sonra yapılabilmiştir ve ‘Takrir-i Sükûn Türkiye’si bunların ortamı olmuştur.” (Metin Toker, Şeyh Said İsyanı, s.9-10) Metin Toker bu tespitlerinde, yani “Şeyh Said Kiyamı”nın işaret noktası olduğu konusunda söylediklerinde kısmen haklıdır. Çünkü bu ayaklanma bahanesiyle ülkede “Takrîr-i Sükûn Kanunu” ile oluşturulan baskı ortamında İstiklâl Mahkemeleri devreye sokulmuş, böylece totaliter bir yapı yerleştirilmiştir. Yine Toker bu hususu şöyle dile getirir: “CHF’li radikallerin istedikleri, devrimleri rahatça tamamlayacak bir ortamdı. Bu ortamda ancak mezar sessizliği egemen olacaktı. Hiç kimse yapılanları tartışmayacaktı. Yapılanlar sadece övülebilecekti. 1925 Türkiyesi’nde Gazi’nin İsmet Paşa’nın ve onların etrafında yer almış ‘silâhlı mebuslar‘ın memlekette müsaade etmeye niyetli bulundukları özgürlük bundan ibaretti.” (Metin Toker, Şeyh Said İsyanı, s.48)
Nitekim Ömer Kürkçüoğlu’nun ayaklanmaya ilişkin şu görüşleri söylediklerimizi doğrular mahiyettedir: “Kürd Ayaklanması, bir yandan ülke bütünlüğünü tehdit ederken, öte yandan ise, hükümete iç muhalefeti sindirme olanağı verdi. Musul sorunuyla etki tepki ilişkisi içindeki Kürd Ayaklanması sonuç olarak, içeride muhalefetsiz bir ortamda, Batı yönündeki içyapı değişimini hızlandırdı ve reformlar birbirini izledi…” (Ömer Kürkçüoğlu, Mondros’tan Musul’a Türk-İngiliz İlişkileri, 383) Metin Heper’in nitelemeleri de aynı minvaldedir: “Birinci Kürd isyanının bertaraf edilmesiyle İnönü, Atatürk’le birlikte, Cumhuriyet reformlarını başlattı. Bunların arasında tekke ve zâviyelerin kapatılması, geleneksel fesin yerini Batı tarzı şapkanın alması, Avrupa takvim sisteminin, İsviçre Medeni Kanunu’nun ve İtalya Ceza Kanunu’nun benimsenmesi yer alıyordu. Bu reformlar, Batı modeline uygun bir toplum yaratmayı hedefliyordu.” (Metin Heper, İsmet İnönü, s. 157)
Şeyh Said Kiyamı’nın sert tedbirlerle bastırılmasından sonra, “artık Türk siyasal yaşamında CHP’nin egemen olduğu tek-partili rejim, kendi toplum düzenini hayata geçirmek için bütün güçleri elinde bulunduruyordu. Aslında Türkiye’de yaşanan rejim, tek-parti sistemini de aşan bir özellik taşıyordu. Milli şef, CHP’ye de egemendi. Ve bu tek şef, rejimin tek-parti, tek-dil ve sek-ulus biçiminde kendisini tüm topluma dayatmasının imkânlarını oluşturmaktaydı. Tüm topluma dayatılan şapka (inkilabı) ile Kemalizm’in kendisini kurumsallaştırması, Batı argümanlarını taklit ederek ‘çağdaş bir toplum’ oluşturulması yoluna gidildi. M. Kemal’in 30 Ağustos’ta Kastamonu’daki nutku ile başlayan ve 28 Kasım’da 671 sayılı Kanun’la dayatılan şapka, tüm topluma yaydırılmaya çalışıldı. Başta dinî, daha sonra ekonomik nedenlerle doğan tepkilerin bastırılması üzerine, hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hal kalmamıştı; çünkü görülmüştü ki artık sorun, fes ya da şapkayı giymek değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmek” (Mete Tunçay, age, s. 156) haline gelmişti. “Bu süreçte seküler içerikli değişimler birbiri ardına uygulamaya konuldu. Nitekim 26 Aralık 1925’te Milâdî Takvim ve Avrupa Saati’nin, 28 Mayıs 1928’de uluslararası rakamların, 1 Kasım 1928’de Latin Alfabesinin, 26 Mart 1931’de metrik ölçülerin kabulü, 1934’te ise Soyadı Kanunu ile eski unvan ve payelerin kaldırılışı bunlardan en dikkat çekici olanlarıdır. Bu şekilde Avrupa toplumlarını esas alan resmi ideoloji, muhaliflerine yönelik en katı despotik uygulamalarını 1926’da gerçekleştirdi.” (Felat Özsoy-Tahsin Eriş, Öncesi ve Sonrasıyla 1925 Kürd Direnişi, s.259)
Şeyh Said’in kimliği
Kıyamın lideri olan Şeyh Said, bir Nakşibendi şeyhi olup Şeyh Ali Sebti Efendi’nin torunudur. Şeyh Said’in kimliğinin ayrıılmaz bir parçası olan Nakşibendiliğin bölgedeki tarihi, eskilere dayanır. Bu tasavvufi ekolün özelde Osmanlı Kürdistan’ı, genelde tüm Anadolu’da sosyal ve siyasal etkinliğinin artması ünlü Nakşi Şeyhi Mevlânâ Halid’le (öl. 1242 h.) başlar. Mevlânâ Halid, başta Bağdat olmak üzere döneminin ünlü ilim merkezlerinde eğitim görmüştür. Ardından gidip Hindistan’ın Delhi şehrinde meşhur olan Şah Abdullah’a intisap eder, onun halifesi olarak memleketine döner. (s. 59-60)
Asker-i rûmî ne demek?
Yargılamanın gelişimini Mahkeme zabıtlarından okumaya devam edelim:
“Sual: Asker-i Rûmî nedir? Cevap (Şeyh Said): Kürdler biz Türk askerine Asker-i Rûmî deriz. Tâbirdir, öyle deriz. (s. 300)
A. Süreyya Örgeevren’in yazdıkları ise şöyledir: “Şeyh Said Efendi! Sen, geçen celsede, “bu kıyama beni sevk eden iki sebep vardı” dediniz; ne idi onlar? -Birisi Şerîat kitapları ve akîde (inanç, iman) idi. Ruhumuz çıksa akidemiz (inancımız, imanımız) çıkmaz. İkincisi de matbûat, mütemadiyen bizim din bakımından kinimizi tezyîd ediyordu (arttırıyordu, çoğaltıyordu). –Demek sebep üçtür. Birisi ahkâm-ı diniyyenin tatbik edilmesi, İkincisi matbûat, üçüncü bir sebep de Millî Meclis’teki muhalefet... -Muhalefet vardı. Fakat o sebep değildi. –Din ahkâmının tatbik edilmediğini matbuattan (gazetelerden, mecmualardan) en fazla hangisi yazıyordu? -Evet… Matbûat idi, çok müessir (etkili) oluyordu. Sebîlürreşâd çok yazıyordu. Şer-i şerife muhalif hareket olunduğundan bahsediyordu. –Demek gazetelerin yazmış olduğu bütün şeyleri hakikat olarak kabul ettin öyle mi? -Der idik ki; eğer yalan olsa yazamaz, cesaret edemez. Hükümet kapatır der idik… Binâenaleyh hakikat sayardık. Sebîlürreşâd daima diğer gazetelere istinad ederdi (dayandırırdı); bunlar bizim kin ve düşmanlığımızı doğurur ve arttırırdı. –Sebîlürreşâd kadar sana müessir olan hangi gazete vardı? -Tevhîd-i Efkâr. O da din bahislerinde tesirli olurdu. Gazeteler tâ ecnebiler içine kadar gidiyor. Bunlar iftira olsa nasıl kabul eder, hükümet nasıl müsaade eder, derdim.”
Şeyh Said, sen Kürd müsün?
Mahkeme zabıtlarını okumaya devam edelim: “Sual: Şeyh Said Efendi, ne dersin? Şeyh Said: Kuvvetim ahâli idi. Sual: Şeyh Said, sen Kürd müsün? Cevap: An-asıl (en başında) Arap’tım. Sonra Türk oldum. Sonra da şimdi Kürd oldum. Sual: Pekâlâ, Arabistan küffar elinde iken neden kıyamı orada yapmadın? Cevap: Orada olsaydım orada da yapardım.” (s. 344)
Hep dinî cepheden bahsettin, biraz da siyâsî kısmından bahset…
“Sual: Şeyh Efendi, sen şimdiye kadar mütemadiyen dînî cepheden bahsettin. Biraz da meselenin siyâsî kısmından bahset? Şeyh Said: Medhaldar (siyâsete karışan, tesir eden) değilim ki bileyim. Sual: Peki seni siyâsîler kendi emellerine âlet etmişler? Cevap: Bilmiyorum onu bilmiyorum. Sual: Bu kadar vâcibatı (vâcipleri/farzları) terk ettikten sonra bunu da ederdin. Neden bu cihette (hususta) ısrar ettin? Cevap: Âni ateş alan kuru ot gibi oldu. İçinden çıkamadık. Sual: Senin bilmediğin tesirler var? Cevap: Ben bilseydim derdim. Neden saklayayım? Sual: Belki bilmezsin. Fakat en müsaid seni buldular. Seni haberdar etmediler ve Diyarbekir’i sen almış olsa idin, o vakit senin de önüne çıkacaklardı. Cevap: Allah bilir. Sual: Sen Diyarbekir’de toplayacak olduğun ulemâ ve beylerle ne yapacaktın? O vakit beyler içinde öyle kurnazlan var ki o vakit senin ellerini kollannı tutarlardı. Cevap: Allah bilir.” (s. 345)
Şeyh Said’in savunmasında ilginç olan husus
Şeyh Said’in savunmasında pek çok ilginç husus vardır. Lâkin bir husus daha vardır ki, Şeyh Said’in “makam-ı iddiaca 21 Mayıs 341 tarihinde mazbut (zabtedilmiş, kayıtlı)” ifâdesindeki şu sözleri mücadele sürecindeki ahvâli, hatta kıyam hareketini bütünüyle özetler mâhiyettedir. Şöyle ki: “Başka bir şey bilmiyorum. Başka bir diyeceğim yoktur. Benim maksadım bu dine hizmet etmekti. Bu çeşit niyetim de yoktu. Allahu Teâlâ’nın kaderi beni bu çeşide düşürdü. Muvaffak da olamadık ve şimdi anladığıma göre muvaffak da olsa idik bu ahâli ile bir şey olamazdı. Bu bir cinnetti. Çünkü bu ahâliden sıdkım sıyrıldı. Şerîat’a razı olan ahâli kalmamıştır.” (s. 351)
Bu bölümü Molla Sadreddin Yüksel’in Said-i Nursî’yle ilgili bir aktarımıyla bitirelim: Doğu medreselerin yetiştirdiği güzide âlimlerden bir olan Sadreddin Yüksel Hoca, Bediüzzaman Said Nursi’yi Emirdağ’da ziyaret eder. Said-i Nursî onu kucaklar, iltifatlar eder ve daha önce tanıştıkları için uzun uzun hasbıhal ederler. Nihayetinde vedalaşarak ayrılırlar. Molla Sadreddin Hoca tam şehirden ayrılmak üzereyken, Said-i Nursî tarafından Mustafa Acet aracılığıyla geriye çağrılır. Molla Sadreddin bu çağrıya uyarak tekrar Said-i Nurs’i’nin yanına gider. Said-i Nursî ona şu tavsiyede bulunur: “Gel hoca kardeş” dedi. “Bak mühim bir mesele için seni tekrar görme ihtiyacını hissettim. Çok dikkatli ve ferasetli olmamız gerekiyor. Bu rejim her zaman bu masum ve mazlum Kürd milletini harekete getirmiş, oyunlar tezgâhlar kurarak onların liderlerini, önderlerini ve ilim adamlarını yok ederek onları başsız bırakmıştır. Artık onların bu oyunlarını bozmak icap etmektedir. Bunların oyunlarına gelmeyelim, bizler ilme kuvvet vererek kadrolar yetiştirerek bunların oyunlarını bozalım.” (s. 373) (Muhammed Sıddık Şeyhanzade, age, s.442- 443.)
Şeyh Said ve Hanili Salih’le ilgili ilginç bir hâtıra…
Değerli muharrir Şefik Korkusuz anlatıyor: “1970’lerin sonlarında Diyarbekir’de 80’ini aşmış bir zat ile tanıştım, bu zat; Şeyh Said Hâdisesi zamanında kendisi jandarma olup hapishanede görevli imiş. Kendisinden Şeyh Said olayını ve gördüklerini sordum. Cevap olarak bana, bu konudaki bilgilerinin kendisi ile mezara gideceğini söyledi.
Hiç olmazsa Şeyh Said hakkında bazı eserlerin son derece çirkin ifâdeler ile yazdıklarının doğru olup olmadığını bildirmesini rica ettiğimde; ‘Yemin ederim ki yalandır, o ne korkak ve ne de yaptığından pişman idi. Ben birçok defa kendisini hücresinde gizlice kontrol ettiğimde, her görüşümde ya namaz kılıyor ya zikrediyor veyahut da Kur’ân-ı Kerîm okuyordu. Devamlı bir tevekkül halinde gördüm. Bu arada hapishanede görevli iki zâbitten (subaydan) biri kendisine devamlı rencide edici ifadelerle hakaret ediyordu.
İkinci zabit ise merhamet sahibi bir insan olduğundan Şeyh Said’i zaman zaman ziyaret ediyor, hâl hatırdan sonra bir isteğinin olup olmadığını soruyordu. Ayrıca bu zâbit Şeyh Efendi’ye gelen yemekleri önce kendisi tadıyor (zehirlenmeye karşı bir önlem için olacak herhalde), sonra kendilerine veriyordu. Şeyh Efendi ve yanındakiler hakkında karar kesinleştikten sonra herkesin boynuna îdam fermam asılı olduğu halde Şeyh Efendi’nin boynundaki fermanda şunlar yazıyordu: ‘Hulyâ-i saltanattan Şeyh Said-i Kürdi’nin idamına karar verilmiştir’
Herkes tek sıra halinde ve yanlarında birer asker olarak önce hapishaneden çıkarılacak ve şehrin caddesinde dolaştırılıp nihayetinde îdam edilecek idi. Hapisten çıkarılma esnasında maznûnlardan meşhur Hanili Salih Bey (ki bu zat ayrıca tek başına yazılması gereken başlı başına bir kitap konusudur), oradaki herkese şöyle sesleniyordu: ‘Sakın başınızı önünüze eğmeyin ve dik tutun. Korkmayın, çünkü biraz sonra Allah celle celâluhû’a ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’e kavuşacaksınız’ diyerek, morallerini yüksek tutmaya çalışıyordu. Bu zatın bana söyledikleri bu kadardır. Vesselam.”
Hayatının 40 yılını arşivlere hasretmiş değerli muharrirlerden, Diyarbekir’in Tarihi, Bir Zamanlar Diyarbekir, İstanbul Tekkeleri ve Postnişleri, Seyahatnamelerde Diyarbekir gibi pek çok eser kaleme almış olan Şefik Korkusuz Beyefendi ile Şeyh Said hareketi üzerine yaptığımız bir hasbihal sırasında ilginç bir anekdot aktarmıştı. Kendisinden rica ettiğimde lütfetti ve hâtırasını yazıp verdi. Dahası Hanili Salih Bey’in ailesine yazdığı bir şiirin orijinalini de verdi. Bu vesileyle kendilerine teşekkür ediyorum.
Daha önce dikkat çektiğimiz üzere Hanili Salih’in muhakeme süresince verdiği ifâdeler ile Şeyh Said’in ifadeleri aynı doğrultudadır. Hanili Salih: “Maksat bizim bu havâlide dinden ibarettir. Evvelemirde (her şeyden önce) medreselerin şeddi (kapatılması), ahâlinin zihnini hırpaladı. Bizim bu havâlide her köyde bir medrese bulunur, lâşe ederler (yedirip içirirler). Beş-on talebe bulunur. Medârisin (medreselerin) şeddi emri verilince her tarafta bir su-i tesir (kötü etki) yaptı. Dinlerini öğretmek men’ olununca (yasaklanınca) teessür (üzüntü) başladı. Hukûk-ı Aile Kanunu (Aile Hukuku Kanunu) ve ilâ-âhir (ve buna benzer şeyler) galeyanı (taşkınlığı) arttırdı. Maksadımız.., biliyorduk ki hükümete karşı duramayacağız. Dinî teessür bir cinnet-i muvakkata (geçici bir cinnet) hâlini almıştı. Ekser (çoğu) ahâli intihar eder derecesine ileri atılıyordu. ‘Dinimiz uğruna bir kaçımız ölelim, Diyarbekir’i işgal edelim’ diyorduk.” Hanili Salih Bey, îdam edileceği son dakikaya kadar cesaretini ve metanetini koruduğu gibi, îdama gitmekte olan arkadaşlarına metanetlerini korumalarını, başlarını eğmemelerini tavsiye eder. Kendisi de îdam sehpasına yürürken en ufak bir pişmanlık belirtisi dahi göstermez. Nitekim îdam sehpasına doğru yürürken Şair Nâbî’nin şu mısralarını terennüm ettiği rivayet olunur.
“Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinândan?
Hane bizim mirastı pederdir, gideriz biz”
(Cennetlerin bahçesine girmekten bizi alıkoyacak olan kimdir?
Ev, bize babadan (Hazreti Âdem’den) kalmış bir mirastır, gideriz)
Şeyh Said’in idam sehpasına yürüyüşü
Gecenin karanlığında Şeyh Said’e idam gömleğini giydirdiler. Dudakları belli belirsiz hareket ediyordu. Yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle darağacına doğru yürüdü. Sehpaya geldiğinde Son Saat Gazetesi’nin özel muhabirinin hâtıra olsun diye uzattığı deftere, Mekke müşriklerince asılan ilk şehid Hubeyb’in;
“Ve la ubâlî bi-salbî ala cumi ’r-reddl,
Lev kâne masrai fillahi fiddin.”
(Eğer Allah ve din için kavga vermişsem, Basit dallarda asılmaktan perva etmem) Muhammet Said Palevî el-Amedî, 28 Haziran 1925, saat 02,30” anlamındaki Arapça beytini yazacak kadar serinkanlı ve mütevekkildi. İki rekât namaz kılan Şeyh Said cellâda boynunu uzattı. Akabinde Kelime-i Şahâdet getirdi: “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûluh”
İstiklâl Mahkemesinin bazı üyeleri, diğer resmî görevliler ve Ankara’dan getirilen subay eş ve çocuklan Şeyh Said’in îdamını alkışlarla kutladılar… Şark İstiklâl Mahkemesinde Şeyh Said ve arkadaşları muhakeme edilirken, dâvanın İngiliz, Amerikan, Fransız, Rus gazeteci ve diplomatların da yalandan izlemesine imkân verilerek Batı kamuoyundan destek alınmış oluyordu… (s. 436-439)
Ali Saib’in fecî âkıbeti
Gazeteci Ahmet Emin Yalman yıllar sonra kaleme aldığı hâtıratında İstiklâl Mahkemesi’nin üyesi Ali Saib (Ursavaş)’ın hazin sonunu şöyle anlatır: “Eden bulur, derler. Bunun ne kadar doğru olabileceğine beş-altı yıl sonra Ali Saib’in başına gelenleri görünce inandım. Gazi’ye karşı hazırlandığı haber verilen bir sûikastı tertip edenlerden biri diye Ali Saib tevkif edildi ve îdam talebiyle mahkemeye verildi. İsnadın (suçlamanın) aslı ve esası yoktu. Ali Saib Bey’in yaptığı şey, Şark İstiklâl Mahkemesinde vazîfe gördüğü sırada bazı kaçakçılık işlerine karışmaktan ve maddî menfaatler sağlamaktan ibaretti. Fakat böyle korkunç bir isnad (suçlama) altında mahkemeye verilince, her şey onun için birdenbire çöktü. Bana yaptığı işkenceleri, yüzlerce kat fazlasıyla ödedi; ümitsiz, kasvetli (sıkıntılı) haftalar, aylar geçirdi. Çok şükür benim felâkete dayanma kudretim vardı. O bundan da mahrum olduğu için tam mânâsıyla cehennem azabı çekti. Evet, eden buldu. Mahkeme sırasında biz Ankara’da yaşıyorduk. Dokuz aylık hamileyken benim İstiklâl Mahkemesine gönderilmemin acısını unutmayan ve Ali Saib’in bana söylediklerini duymuş olan eşim Rezzan, mahkemenin her oturumunda bulundu ve ‘eden bulur’ adâlet düsturunun ne kadar tam bir surette yerine geldiğim gözleriyle gördü.
Ali Saib Bey, benim gibi beraat kararıyla mahkemeden çıktı. Çok dürüst bir hâkimin eline düşmüştü, fakat kendini toplayamadı. Hasta ve sakat kaldı. Siyâsî hayatı da sona erdi. Ölümünden az zaman evvel o zaman müdürlerinden biri bulunduğum Tatko Şirketinin Beyoğlu’nda İstiklâl Caddesindeki merkezine geldi. Hiç çekinmeden bana şu sözleri söyledi: ‘Şunu bil ki İstiklâl Mahkemesindeki biricik dostun bendim. Başkaları seni asmak istiyorlardı, ben önüne geçtim.’
İnsanı aptal yerine koymanın bu kadarı olmazdı. Fakat düşkün hâline baktım, tadsız bir münâkaşaya girişmekte fayda görmedim ve inanmış gibi göründüm.”
Sebîlürreşâd’ın sahibi ve yazarı Eşref Edib de konuyla ilgili şu bilgileri verir: “İstiklâl Mahkemeleri ve hâkimleri, Ali Saib gibi kara vicdanlı bir insan kasabının elinde idi… Fakat bu adamın fecî akıbetini sonra öğreneceksiniz. Başkalarına yüklemek istediği sûikast ile kendisi itham olunarak zindana atılacak, orada zulüm ve şenaâtlarının (kötülüklerinin, alçaklıklarının) cezasını çekecek, bir böcek bacağını sokacak, zehirlenecek, bacağı kesilecek; sonra zillet ve sefâlet içinde cezasının bakiyesini (geriye kalanını) çekmek üzere gideceği yere gidecek.” (s. 444-445)
Halkı topyekûn ehlîleştirme hareketi…
Resmî ideolojinin müntesipleri tarafından dinî bir nitelik taşıyan Şeyh Said Ayaklanması, “karşı ihtilâl” olarak değerlendirildi ve bu durum ülkede dinî ve siyâsî muhalefeti topyekûn tasfiye hareketine dönüştürmek için fırsat olarak kullanıldı. Kendisine muhalif olan ülke çapındaki münevver, âlim, muharrir, siyâsî kim varsa “hıyânet-i vataniyye” yaftası altında suç isnad edildi ve Şeyh Said Hâdisesiyle alâkası olup olmadığına bakılmaksızın ilişkilendirilip isyan Bölgesi İstiklâl Mahkemesine sevk edildi.
İstiklâl Mahkemelerinde yargılananların sayısının resmî kayıtlara göre 80.000’i aştığı görülür. Bazı kayıtların eksik tutulduğu ya da tutulmadığı dikkate alınırsa, sayının daha fazla olduğu bir hakikattir. Bu kişilerin bazıları îdam edilirken, bir kısmı kalebentlik ve kürek mahkûmiyeti cezalarına çarptırılmıştır. Bazıları ise aylarca zindanlarda suçsuz yere süründürülerek korkutulup sindirilmiştir.
Öte yandan îdam edilenlerin ailelerinin acılarını yaşamalarına dahi izin verilmemiş, rejim için tehlikeli görülüp farklı bölgelere sürgün edilmişlerdir. Bu sürgün cezasının yanısıra bölgede yapılan zulümlerin dramatik boyutu ise ancak “dehşet” ve “cinnet” kelimeleriyle açıklanabilecek boyuttadır. Nitekim Robert Olson’un aktarımları bunu belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır: “Şeyh Said’in Nisan ayının ortalarında ele geçirilmesinin ardından, Türk kuvvetleri, işgal ettikleri bölgeyi zalimane bir şekilde sindirmeye başladılar. Tüm Kürdleri silâhsızlandırma yönünde gayret sarf ediliyordu: evler ve köyler tamamen yakıldı ve bazı Kürd liderleri ve aşiretlerinin batıya gönderilmeleri süreci de başladı. Bu zalimane tedbirler, Kürdlerin 1925 ve 1926’da mukavemete ve isyana devam etmelerinde kısmen sorumludur. Haziran ayı gelindiğinde, İngiliz istihbaratı, Diyarbekir ve civarında yaşayan Zazaların çembere alındığını ve ‘sıkıştırıldıktan sonra bombalarla tamamen katledildiklerini, bu amaç için iki taburun vazifelendirilmiş olduğunu, bir saatten fazla bir süre boyunca esirlerin üzerine sürekli bomba yağdırıldığı rapor edilmekteydi.”
Yine Olson, eserinin ilerleyen sayfalarında konuyla ilgili şu bilgileri verir: “Kürdlerin en büyük kaybı, çatışmalardan değil, daha sonra gerçekleşti; araziler tahrip edildi, köyler yakıldı, halk sürgüne gönderildi. Türk zabitleri (subayları), askerleri ve jandarma, zulüm ve katliama girişti. Bu gaddarlıklar ve mezalim isyan esnasında ve sonrasında hayli yoğun olmakla birlikte, 1926-1927 seneleri zarfında da hafiflemeksizin devam etti. Kısa bir aradan sonra, 1929-1930 İsyanı sırasında da bu uygulamalara tekrar dönüldü.”
“Şeyh Said Hâdisesi”nden sonra bölgede yapılanlar
Tekrar edersek, Şeyh Said’in dini bir tepki olarak bir zuhurat sonucunda meydana gelen kıyam hareketi resmî ideoloji tarafından muhalefetin topyekûn tasfiyesi ve laik /seküler değişimlerin ihdası için vesile yapılmıştır. Dolayısıyla din-siyâset bağlamındaki keskin değişim ve dönüşümler bu hadise bahane edilerek gerçekleştirilmiştir. Şeyh Said Hâdisesi lokal bir hareket olmasına karşın cezalandırma bütün bölgeye şâmil kılınmıştır. Resmî rakamlara göre yönetim tarafından binlerce insana yönelik bir cezalandırma gerçekleştirilmiştir: “Sadece resmî rakamlara bakmak bile bu kıyım ve tecâvüzlerin mâhiyetini ortaya koymak için yeterlidir. İsyan esnâsında ve bastırıldıktan sonra 8.758 ev harap olmuş, 15.206 kişi ölmüş, sayıları tespit edilemeyen yüzlerce köy yakılmıştır”
Bahsedilen süreçte olayın görgü tanıklarının ayaklanmanın bastırılmasına dair anlattıkları daha da vahim boyuttadır: “… Şark İstiklâl Mahkemeleri vâsıtasıyla temyizsiz, savunmasız, hukuksuz bir şekilde insanlar yargılanmış ve kitleler halinde batı illerine tehcir edilmiştir. Rejime destek veren aşiretler de bu gazaptan nasibini almış, ardından sıkıyönetim vâsıtasıyla dinî ve kültürel sahada yasaklar baş göstermiş, insanların dillerini konuşmaları cezaî müeyyidelere mâruz kalmış, isyan bölgesindeki tekke ve zaviyeler ucuz ve çirkin iftira ve karalamalar yoluyla bizzat İstiklâl Mahkemeleri kararıyla kapatılmış, Türkleştirme ve medenileştirme politikalarına hız verilmiştir.”
Tehcir (göçe zorlama, göç ettirme) konusu da bilhassa incelenmesi gereken bir konudur. Resmî ideoloji, îdam edilen ailelerden gelecek tepkilerden çekindiğinden dolayı adaletsiz ve zulüm içerikli icraatlara başvurmuştur. Kısacası, Şeyh Said Ayaklanması bahane edilerek başta Doğu bölgemiz olmak üzere bütün ülke görülmedik zulüm ve adâletsizliklere sahne olmuştur. Nitekim “Cemiyet-i Akvâm’ın bir raporuna göre, harekât sırasında 15-20 bin isyancı Öldürülmüş; 206 köy, 8 bin 758 ev yıkılmış; hükümet tarafından 20 milyon paunda yakın para harcanmıştı. Bu miktar, Millî Mücadele’nin tamamında harcanan paradan fazladır.
Resmî rakamlara göre 16 zâbit, 106 nefer şehid olmuş, 17 zâbit, 300 nefer yaralanmıştı. Tarafların kayıpları arasındaki devasa fark, Ankara’nın isyanı bastırırken ağır silâhlar kullandığını düşündürmektedir. 1927’de 1500’den fazla Kürd ailesi evinden ocağından, toprağından uzaklaştırılarak Batı’ya sürgün edilir.” (s. 447-449)
Şark Islâhat Planı
24 Eylül 1925 tarihinde ise devlet tarafından ulusalcılık politikaları doğrultusunda Kürdleri asliyetlerinden uzaklaştırıp, Türk ulusalcılığının içinde eritmeye yönelik olarak 25 maddeden oluşan Şark Islâhat Planı hazırlanır. Bu ıslâhat planının maddelerinden bazıları şöyledir: “- Şark vilâyetlerinde mevcud idâre-i örfiyye (sıkıyönetim) bervech-i ati (aşağıdaki) programın hitâm-ı tatbikine (sonuna) kadar idâme olunacaktır (devam ettirilecektir). – Mehâkim-i nizamiye ve divan-ı harb-i örfilerde (askerî mahkemelerde) asker ve sivil yerli hâkim bulunmayacaktır. – Van şehri ile Midyat arasındaki hattın garbında (batısında) Ermenilerden metruk (terkedilmiş) araziye Türk muhacirleri yerleştirilecektir. Bunun için idâre-i örfiyye mıntıkasındaki (bölgesindeki) vilâyatta bulunan Ermeni emvali (malları) mâliyece satılmayacak ve hatta Kürdlere îcar dahi edilmeyecektir (kiralanmayacaktır).
– İsyana iştirak eden mıntıkalardaki halka isyandan mütevellid (kaynaklanmış) masrafın tahmili (masrafları yüklenmesi) muvafıktır (uygundur). Bunun te’mini için Mâliye Vekâleti’nce Meclis-i Âlî’ye bir kanun teklif edilecektir. Bu mıntıkada bulunup da isyana iştirak etmeyen köyler bu vergi ile mükellef tutulmayacaktır (Bu köyler Erkân-ı Harbiye-i Umûmîye’ce tespit edilmiş olanlardır). – Aşiret yapısının o sene zarfında ilgâsı (kaldırılması) ve halktan doğrudan doğruya hükümetle temas ve hukukunun bilvâsıta hükümetçe muhafazası ve te’mini hususu peyderpey (birbiri ardınca) mevkî-i fiile (yürürlüğe) konacaktır. Bunun için Şark’ta hükümet kuvvet ve nüfuzunun her şube-i idareden mefkureli (idealist) ve muktedir memur gönderilmek sûretiyle takviyesi lâzımdır. Aynı zamanda bu mıntıkadaki talî (ikinci sınıf) memuriyetlere dahi Kürd memur tâyin olunmamalıdır. Merkezden mansûb (tâyin edilmiş) memurin ‘jandarma dâhil’ için bervech-i âti (aşağıdaki gibi) teklif-i kanunîye lüzum vardır: -Aslen Türk olan fakat Kürdlüğe temessül etmek (benzemek) üzere bulunan mevkîde ve Siirt, Mardin, Savur gibi ahâlisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakârlık iktiham olunarak (gösterilerek) mükemmel kız mektepleri te’sisi ve kızların mekteplere rağbetlerinin suveri adîde (çeşitli yollar, değişik şekiller) ile te’mini lâzımdır. Hassaten Dersim, tercihan ve müstâcelen (çarçabuk, süratle) leylî ibtidaîler (yatılı ilkokullar) açılmak sûretiyle Kürdlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır.
– Fırat garbındaki vilâyetlerimizin bazı akvamında (kavimlerinde) dağınık bir sûrette yerleşmiş olan Kürdlerin Kürdçe konuşmaları behemehâl (mutlaka) men’ edilmeli ve kız mekteplerine ehemmiyet verilerek kadınların Türkçe konuşma- lan te’min olunmalıdır…”
Bu süreçte “… Sultan II. Abdulhamid döneminden beri öğretime açık olan Diyarbakır Lisesi kapatıldı, büyük uğraşlardan sonra ancak 1932-1933 öğretim yılında açılabildi. 1938 yılına kadar Fırat Nehrinin doğusundaki tek lise Diyarbakır Lisesi’ydi. En yakın liseler Antep, Erzurum ve Malatya’daydı. Aynı dönemde Fırat’ın doğusu yasak bölge ilân edildi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanların bölgeye seyahatleri 1964 yılına kadar izne tâbi oldu.” 1926 yılında Meclis tarafından bölgeye gönderilerek rapor hazırlaması istenen ve raporunda bu politikaları eleştiren Bursa Milletvekili Emin Bey, “sıkıyönetim yerine ılımlı, yumuşak bir politika uygulanmasını, Sultan II. Abdulhamid’in bölgede uyguladığı politikalara ağırlık verilmesini önererek, güvenliği sağlamak için bölgede bulunan silâhlı kuvvetlere yapılan masrafın yarısı kadar bir masrafla bölgeye önemli hizmetler götürülebileceğine dikkat çeker.” Tabiî Emin Bey’in bu raporu dikkate alınmaz…
Görüldüğü üzere 1925’lerdeki ulusalcılık politikalarının günümüze kadar yansıyan derin ve kapanmaz yaralarının kökleri resmî ideoloji tarafından o dönemde atılmıştır.
Şeyh Said Ayaklanmasının laik dönüşümler için fırsata çevrilmesi
Daha önce birkaç yerde ifâde etmeye çalıştığımız üzere, önemine binaen resmî ideolojinin müntesiplerinin ayaklanmayı seküler dönüşümler için nasıl fırsata çevirdiği konusunu tekrar analiz etmekte fayda var: “Şeyh Said Hâdisesi” ya da İstiklâl Mahkemesi Müdde-i umûmîsi olan Ahmet Süreyya Örgeevren’in ifâdesiyle “Şeyh Said Kıyam”ı, Cumhuriyet tarihi açısından bir dönüm ya da kırılma noktasıdır. Çünkü bu ayaklanma, Cumhuriyet elitlerince seküler değişim ve din-siyâset açısından keskin kırılma ve dönüşümler için bir vesîle yapılmış, bir fırsat olarak kullanılmıştır.
Dönemin Başvekili Ali Fethi tarafından lokal, yâni mahallî olarak doğru bir şekilde tespit ve teşhis edilen, Şeyh Said’in ise, “Ben, bu hareketin ne önünde ne de ardındayım. Herkes gibi içindeyim” şeklinde nitelediği ve bir zuhurat sonucu, yâni spontane bir şekilde gelişen ayaklanma, Mustafa Kemal’in başında olduğu Halk Fırkası ileri gelenleri tarafından muhalefeti bütünüyle tasfiye etmek için abartılıp olduğundan fazla gösterilmiştir. Lokal ayaklanma, bütün Şark’a, o da yetmiyormuş gibi bütün ülkeye şâmil kılınan bir fırsata dönüştürülmüş ve Şark’taki ayaklanmayı doğru bir perspektifle değerlendiren Başvekil Ali Fethi, bu süreçte engel olarak görülmüş ve Mustafa Kemal’in öncülüğüyle devre dışı bırakılmıştır. Mustafa Kemal’in yönlendirmelerine kısmî de olsa fikir ve düşüncelerini serdederek engel olmaya çalışan Başvekil Ali Fethi’nin bu yaklaşımı, onun sonunu da hazırlamıştır. Yerine, Halk Fırkası içinden, daha yeni teşekkül eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın başını çektiği muhalefetin eleştirileri karşısında üç ay önce zorunlu olarak istifa etmek zorunda kalan İsmet Paşa, tekrar başvekil yapılarak, ülke sathında zulüm ve hukuksuzluğun en karanlık dönemi oluşturulmuştur.
İsmet Paşa, Bitlisli Kürüm soyundan bir Kürd ailesine mensup olmasına rağmen, Şark bölgesinde zulüm içerikli icrâatlara imzâ atmıştır. Takrîr-i Sükûn Kanunu’nun yürütücüsü olan İstiklâl Mahkemeleri ise, istibdadın, tahakkümün ve hukuksuzluğun aracı olarak ülkeyi “diktatörlük sistemine” sürüklemiştir. Bahsi geçen gelişmelerle tek-parti sürecinde ülke, uzun yıllar kaos ve karanlığa gömülmüştür. Bu süreçte milletin mukaddes değerleri baskıyla, zulümle, seküler yasalarla yok edilmeye çalışılmıştır.
Bu noktada Cumhuriyet tarihinde Şeyh Said Hâdisesi, hukuk dışı ve keyfî bir yönetimin hükümranlığının yerleştirilmesi için vesile yapılarak din-siyâset alanında laik gelişmelere, değişmelere ve keskin kırılmalara basamak yapılmıştır. Dolayısıyla Şeyh Said Ayaklanması, Cumhuriyet tarihinde Hilafetin kaldırılmasından sonra din-siyâset açısından seküler dönüşümler için araç olarak kullanılmıştır. Bu sürecin üzerinden 90 küsur yıl geçmesine rağmen açtığı maddi ve manevî yaralar ve ulusalcılık heyûlâsının menfî etkileri kısmen de olsa devam etmektedir…Çalışmamızı Şeyh Said’e atfedilen bir şiirle noktalayalım:
“Devranın faciaları çeşit çeşit, türlü türlüdür,
Zamanın da sevindirici ve hüzün verici anları vardır.
Zaman için bazı kolaylaştırıcı teselliler vardır,
Dine gelen zararın ise teselli edicisi yoktur.” (Şeyh Said-i Nakşibendi) (s. 447-454)
ARKA KAPAK
“Şeyh Said, zorla itilmiş olmasına rağmen din hikmetleri bakımından pekâlâ mukavemet edebileceği ve mukavemet etmekle mükellef (yükümlü) bulunduğu hâdiselerin tek sorumlusu olmakla; bilerek-bilmeyerek uyandırdığı ve artık hep uyanık kalmasına sebep olduğu ejderhanın yine bizzat mazlumudur. O, kendisine düşen zulüm payının keffâretini (bedelini) ödedi; ya ödemelerine imkân olmayanların hâli ne olsa gerek?..” (Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlûmları)
Katkılarından Dolayı Muharrem Balcı’ya Teşekkür Ederiz..
Hazırlayan: Celal Sancar, Temmuz 2024/Ankara
Kaynak: Hertaraf