Son yıllarda resmî ‘din adamları’ zümresinin dışından, şahsı veya mensup olduğu kurum adına din hakkında görüş ve kanaat belirten kimselere karşı hem devletin en üst mercilerinden, hem de Diyanet teşkilatı tarafından azarlayıcı ve ders verici, ‘haddini bildirici’ birtakım beyanatların yapılmakta olduğu herkesin malumudur. Bu had bildirmelerin en belirgini, ‘merdiven altı’ söylemidir. Buna göre, resmi ‘dinî’ kurumların (Diyanet ve İlahiyat fakülteleri) dışında faaliyet gösteren ve din adına söz söyleyen kişi ya da kurumlar ‘merdiven altı’ yaftasıyla tahkir edilmektedir. Eş oranda, ilahiyat hocaları ve diyanet görevlileri yüceltilmektedir. Fakat ilahiyat ve diyanetten de, tamamen ‘zat-ı şahane’lerinin iradeleri paralelinde görüş belirtenler taltif edilip, zıt yönde söz söyleyenler ‘hak ettikleri’ dersi almaktadırlar.
1960, 1980 ve 1997 (28 Şubat) darbe dönemlerinde, Diyanet’in adını bile anmaktan içtinap edip, ancak ‘hıyanet’ gibi sözcüklerle atıf yapan birtakım ‘dindar’ çevrelerin, bugün ‘merdiven altı’ söylemini mal bulmuş mağribî gibi sahiplenerek, Diyanet’in ve diğer resmi kurumların ardına sığınmalarını tarih, ‘ilim ahlakı’ ve ‘fikir namusu’ adına özenle bir yerlere kaydetmektedir. Fikir namusu, bir fikrin ardında sırf kendi zihnî ve fizikî imkânları ile durmayı gerekli kılar, ‘gölgelerin gücü adına’ konuşanlar mertlikten nasibi olmayan ‘fikir adamı’ müsveddeleridir.
***
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başkanı, din adına birtakım görüşler belirten bazı insanların görüşlerinden hareketle, İslam’ın güncellenmesinden bahsetmiş bulunmaktadır. Cumhurbaşkanının sözlerinin hedefindeki insanların, içinde bazı doğruları da barındıran söz de ‘görüş’ ve fetvalarını, gerçekte ise hezeyanlarını sahiplenecek değiliz. On yıllardır, İslam’ı müstehcen kelimelerle gündeme taşıyan, altı yaşındaki kızların evlendirilmesi gibi iğrenç konuları İslam’ın dost ve düşmanlarının gündemine girdiren insanların sahiplenilecek ilmî bir değerleri yoktur.
Cumhurbaşkanının, İslam’ın güncellenmesini bir zorunluluk olarak takdim eden sözleri ise, kanaatimizce, sözünü ettiğimiz bazı kişilerin hezeyanlarından farklı bir ‘gündem’e işaret etmektedir. Buradaki, İslam’ın ‘güncellenmesi’ teması dikkat çekmektedir. Acaba İslam’ın güncelleştirilmesi ile kastedilen nedir?
Cumhurbaşkanının konuşmasının akabinden, bu sözlere açıklık getirmek babından, kamuoyunda oluşan anlık, kekremsi şaşkınlığı tavzih edici mahiyette yapılan kimi açıklamalarda, özet olarak, İslam’ın değil, İslam anlayışlarının güncellenmesi gerektiği şeklindeki beyanatlarla mesele toparlanmak istenmiştir. Fakat bu sözlerin bir dil sürçmesi olmadığı gibi, basit bir tepki söylemi olmadığı da anlaşılmaktadır.
Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken, İslam’ın tamamen askıya alındığı bir gerçektir. Bunu, batının İslam’la köklü bir hesaplaşması olarak okumak da mümkündür. Yeni rejim tam olarak İslam’dan arındırılmış bir biçimde inşa edildikten ve İslamî muhalefet adına çıkabilecek kısık sesler de tamamen bastırıldıktan sonradır ki, aşama aşama yeniden bir İslamizasyon politikası güdülmüş, on yıllar içerisinde tam anlamıyla ‘devletin kontrolünde bir din’ ikame edilmiştir. O yüzdendir ki, geçmiş yıllarda dindar kesimlerin Diyanet kurumuna olan tepkileri tamamen hamasi slogandan ibaret olmayıp, belirli bir gerçekliğe dayanıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik ve demokratik olmasına rağmen, devlet dinden elini hiçbir zaman çekmemiş, bilakis dini her daim kontrolünde tutmuş, hiçbir istisnası olmamak üzere, her iktidar da dini kendi siyasal ikbali uğrunda kullanmıştır.
Ülkede hükümetler üstü var sayılması gereken sistem, hangi iktidara hangi işi yaptıracağını iyi hesaplamaktadır. Bu cümleden olarak, din (İslam) üzerinde yapılacak bir ‘güncellemenin’ AKP iktidarına ihale edilmesi gayet anlaşılır bir durumdur. Çünkü AKP’nin değil de, mesela CHP’nin yapacağı bir revizyonu Osmanlı-Selçuklu bakiyesi bir topluma benimsetmek hiç kolay değildir.
Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye hitaben söylediği, “Ulan öküz Anadolulu! Şeriat sizin neyinize! … Bu ülkeye şeriat gelecekse, onu da biz getiririz” anlamına gelecek sözlerinin makarrı şimdilerde sanki tahakkuk etmektedir. Laik devlet süreç içerisinde birtakım evrimlerden geçse de, temel niteliklerinden ödün vermeksizin varlığını sürdürmektedir. Eğer bu ülkede şeriat/hilafet ilan edilecekse, onu bu devlet yapacaktır. Şayet İslam güncellenecekse, onu da bu devlet yapacaktır. Neyin İslam, neyin İslam dışı olduğuna, neyin hak neyin batıl olduğuna da bu devlet karar verecektir. Osman Yüksel Serdengeçti’nin halefleri, onun Nevzat Tandoğan’dan işittikleri azarı işitmek istemiyorlarsa, sisteme kemali edeple bağlılıklarını sunup, yapılacaklara ‘Padişahım çok yaşa!’ kıvamında alkış tutmalıdırlar.
***
İşin doğrusu şu ki, Kur’an’ı sadece bir ölüler kitabına dönüştüren ve bundan ötürü, o, ünü büyük resmî dinî kurumlar tarafından hiçbir itiraz görmeyen anlayışın gereği olarak toplum Kur’an’ı, sünneti, yani İslam’ı bilmemektedir. Kur’an’ı sadece, yakınının cenazesinde okunan kadarıyla bilen ortalama bir halk insanı, Kur’an’da mesela hırsızın elinin kesilmesini, katil ve yaralamalarda kısas cezasının uygulanmasını, zina yapan erkek ve kadına yüz değnek vurulmasını veya kız çocuğunun mirasta erkeğin yarısı kadar pay almasını öneren emirleri duyduğu zaman normal ötesi bir tepki vermektedir. Modern paradigma ile şekillendirilen zihinler, İslam’ın hükümlerini hazmedememektedir. Bu durumda yapılacak iş, Kur’an’ın ilgili hükümlerini ‘iyi’ bir ‘yorum’ ameliyesiyle, hazmedilmeye ‘uygun’ bir hale getirmektir. İşte siyaset arenasında söylenen de bundan ibarettir.
İslam’ın ‘güncelleştirilmesi’ yeni bir tartışma değildir. Aslında bu mesele çok genel hatlarıyla iki şekilde anlamaya elverişlidir. Birincisi, hükmü üzerinde tereddüt edilen bazı konularda ictihat yoluyla (Kur’an ve sünnete aykırı olmamak üzere) yeni hükümler (fetva) verebilmektir. İkincisi ise, Cumhuriyetin kurucu kadroları ve Abdullah Cevdet gibi entelektüellerin fikriyatında olduğu üzere, İslam’ı hayatın her alanına hükmeden bir din olmaktan çıkartıp, kâfir bir zihnin kabul etmediği her hükmünü tebdil ve tağyir ederek, gerekiyorsa tamamen kesip atmak suretiyle, İslam üzerinde istenilen ameliyeyi yapmaktır.
Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın Twitter hesabında yer verdiği, “Ezmanın tağayyürü ile ahkâm da tağayyür eder” şeklindeki Mecelle kaidesi, birinci şıkka delalet etmektedir. Bu kaidenin az çok geçerlilik payı vardır. Fakat burada, işaret edilmesi gereken çok önemli bir husus vardır. Zamanın tağayyürü ile hangi ahkâm değişir, değişmesine kim karar verir, bunu kim değiştirir? Hangi maslahatlar göz önüne alınarak, ahkâmın değişmesi gerektiğine hükmedilir? Laik bir devletin hangi kurumu, zamanın değiştiğine ve dolayısıyla ahkâmın da değişmesi gerektiğine karar verecektir? Mesela, Fetö denilen örgütün lideri yirmi küsur sene önce, mümin kadının tesettürünü ‘füruat’ sayarak, açıkça böyle bir ‘tağayyür’ usulüne(!) yaslanmamış idiyse, şu anda tafrasından geçilmeyen pek çok siyasetçi, ilahiyatçı ve diyanet görevlisi neden itiraz etmemişti? Öyle ya, resmi kurumlarda tesettürün hiçbir şekilde kabul görmediği, dolayısıyla yığınlarca kız öğrenci, memure, işçi, akademisyenin v.b. okulundan ve işinden olduğu bir dönemde, “zaman değişmiştir, dolayısıyla tesettür hükmü de değişmiştir, kız ve kadınlarımız tesettürsüz olarak okullarda ve kurumlarda yer alabilirler” fetvası, ‘tağayyür’ ilkesine uygun değil midir?
Kuşkusuz değildir. Bilakis bu, kelimenin tam anlamıyla bir tuğyandır. Allah’ın emrettiği farzları, ehli kitabın yaptığı tarzda, dillerini eğip-bükerek, üç kuruşluk dünya metaı için satanlara Kur’an tağut demektedir. Tağutun dini hükmü ise kâfirdir. Kâfirden başka hiç kimsenin, İslam’ın tesettür emrini ilga etme niyeti olamaz.
On yıllardır örgün ve yaygın eğitim kurumlarında özgürlük, insan hakları, evrensel insan hakları beyannamesi, Kopenhag kriterleri, din ve vicdan özgürlüğü gibi söylemlerle zihinleri tam olarak seküler düşünceyi benimsemeye uygun hale getirilmiş yeni nesiller, Kur’an’ın kısas emrini kesinlikle ‘olağan’ karşılayamamaktadırlar. Bunun adını anmak bile genç nesillere ürkütücü, korkutucu ve iğrenç gelmektedir. Çünkü genç neslin dimağı, Allah’ın kısas emrini ‘yabancı madde’ olarak algılamaktadır.
Bu nesillerin asla ve asla kabul edemediği, daha pek çok ahkâm bulunmaktadır. Bu yeni nesil mesela mahremiyet diye bir mefhumu bilmemekte ve kabul etmemektedir. Kadın-erkek ilişkilerinde mahremiyet sözcüğü genç nesle, abuk-sabukluktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Hastanelerin yoğun bakım ünitelerinin kadın ve erkek için iki ayrı bölüme ayrılması talebi, ‘kafayı müstehcenlikle bozmak’ olarak lanse edilmektedir. ‘Merdiven altı İslamcılığı’ söylemiyle, kendisine kibirden bir kule inşa eden din baronları acaba bugünün gençliğine, kız-erkek arkadaşlığının neliğine dair söyleyecekleri bir sözleri var mıdır? Her şeyi bırakalım, ‘haram ve helal‘, ‘günah ve sevap’ gibi mefhumlar bugünün genç nesillerinin söz dağarcığında mevcut mudur? Bu yeni nesil Allah için günde beş vakit namaz kılmayı kabul edebilmekte midir? Bu soruların cevaplarının ‘evet’ olmadığı malumdur.
Peki, o zaman İslam’ı güncellemek, bugünün liberal-muhafazakâr toplumunun putlarına dokunmayan, yepyeni bir ‘sözde İslam’ ihdas etmek değilse, nedir?
“Zamanın tağayyürü ile ahkâmın tağayyür etmesi” İslam hukukunun bir usûl kaidesidir. Bu ilke elbette çok tartışmalı bir alana işaret eder. Yukarıda değindiğimiz gibi, bu ilkenin doğruluk payı vardır. Mesela Hz. Ömer müellefe-i kulûba zekât vermemiştir. Fakat Hz. Ömer’in ictihatları, laik bir devletin dinin ahkâmına ayar vermesiyle kıyaslanamaz. Hz. Ömer Allah’ın bu husustaki emrini, yani Kur’an’ın bir ayetini (Tevbe, 60) ilga etmemiş, sadece kendi dönemi için bir ictihatta bulunmuştur. Hiç kimse, Hz. Ömer kaldırdığı için artık bugün ve gelecekte müellefe-i kulûba zekât verilmez diyemez.
Günümüzde ise İslam’ın kimi hükümleri, bu çağa ‘uygun düşmediği’ için değiştirilmek istenmektedir. Burada vakayı tam olarak ifade etmek gerekirse, laik-demokratik bir hayat tarzına geçmekle esasen, İslam’ın dua, kurban, namaz ve sadece sözde kalan inanç esaslarının kabulü dışındaki bütün varlığı zaten askıya alınmış, bir anlamda İslam ‘çağa uydurulmuş’, bir başka deyişle güncellenmiştir.
70-80 yıl kadar öncesinde mesela Said Nursi ve daha yakın zamanda, onun şakirdi olan F. Gülen, Kur’an’ın yüzde 97-98’inin kul ile Allah arasındaki ferdi ilişkiye dair olduğunu, ancak yüzde 2-3’ünün siyasetle ilgili olduğunu, kendilerine ait risale ve kitaplarında açıkça belirtmişlerdir. Her iki kişi de, Kur’an’ın o yüzde iki-üçlük siyasî diliminin de, ‘siyasilerimiz’ tarafından bir şekilde ‘halledeceğini’ söylemişlerdir ki, işte devletin şu anda ‘İslam’ın güncellenmesi’ refleksini, işbu ‘halletme’ politikasının vukuu olduğunu anlamak gerekmektedir.
Cumhurbaşkanının beyanatı çerçevesinde görüşlerine başvurulan eski ve yeni müftü, diyanet işleri başkanları v.b. kimseler, devletin zirvesinden duyduklarını kendilerine emir addederek, merdiven altından değil ama ‘balkon’dan konuşuyorlar: Din adına yapılan skandal açıklamaların İslam’ı yansıtmadığını ileri sürüyorlar. O zaman bu ruhban sınıfına şu soruları da bizim yöneltmemiz hak değil midir: Mesela İslam’ın laiklik ve demokrasiyle hiçbir sorununun olmadığını ileri sürmek; İslam’ın siyasetle alakasının bulunmadığını; Kur’an’ın asla devletle/siyasetle alakalı hüküm içermediğini iddia etmek; tesettürün fer’î bir mesele olduğunu, Kur’an’ın hükümlerinin yüzde 97, hatta 98’inin bir vicdan meselesi olduğunu ileri sürmek, İslam’ı yansıtmayan ‘skandal açıklamalar’ kategorisine dâhil değil midir?
***
İslam’da ruhban sınıfı yoktur. İslam’da ictihat esastır lakin ictihat, İslam’ın laik demokratik sistemin emrine verilmesi ve siyasi niteliğinin tamamen ‘kimyasal hadım’ işlemine tabi tutulması uğrunda yapılamaz. Yapılırsa bunun dindeki adı bellidir ve bunu yukarıda açıkladık. İctihat, Müslümanların ‘ezmanın tağayyürü’ neticesinde bugün için ihtiyaç duyulan alanlarda yeni fetvalar ortaya koymaktır. Kısacası ictihat İslam’ın tahakküm altına alınması için değil, bilakis hayata tahakküm etmesi için yapılan İslami bir çabadır. Herhangi bir ictihat, İslam’ın en hayati hükümlerini askıya almak, ortadan kaldırmak için yapılamaz. İctihat, İslami hükümlere akışkanlık kazandırmak için yapılır.
İslam’ın ictihat müessesesi resmi din adamları (ruhban/klerje) zümresine tahsis edilmiş bir görev değildir. Zaten adı üzerinde, resmi din adamları zümresi, bağlı olduğu rejimin beklentileri doğrultusunda görüş beyan etmekten başka bir etkinliğe sahip olamaz; tıpkı bugün olduğu gibi. Onlar sadece, edindikleri mevkileri kaybetmekten korkan emir kullarıdır. Bugün Kur’an İslam’ının alternatifiymiş gibi takdim edilen ‘ehli sünnet’ anlayışının en önemli dört referansından biri (ve ilki) olan İmam Ebu Hanife devlete bağlı bir ‘din adamı’ değildi. Bilakis o, yapılan teklifin, resmî bir kapıkulu olması anlamına geldiğini sezdiği için, devletin en üst din adamlığı görevini büyük bir yiğitlikle reddetmiş, bedelini de Emevî ve Abbasi kırbaçlarıyla ödemişti. Şimdilerde, “resmi etiketi olmayanlar din hakkında görüş belirtmesinler” diyenler Ebu Hanife’den utanmalıdırlar; ‘ehli sünnet’ kelimesini de ağızlarına almaktan hayâ duymalıdırlar.
Milli Piyango kumar değildir diyen bir ilahiyat profesörü, sırf profesör ve ‘eski’ bir diyanet reisi olması hasebiyle dinde görüş belirtme yetkisine sahip olacak, ama öyle bir etiketi olmayan bir Müslüman, Allah’ın ayetine dayanarak, milli piyangonun haram olduğunu söyleyemeyecek öyle mi? Doğrusu bu taksimi, ilimden nasibini almış hiçbir insan yapamaz.
Bu anlamda, ‘marjinallik’ yaftasıyla ilim ehlinin tahkir edilmesi de, Firavunî bir kibre delalet etmektedir.
Mekke kâfirleri, Rasulullah Muhammed (sav) kendilerine Allah’ın ayetlerini açık açık okuduğu zaman, Allah’a kavuşmayı ummayanlar, “Ya bundan başka bir Kur’an getir, ya da bu Kur’an’ı değiştir!” (Yunus, 15) diyorlardı. 21. Yüzyıl insanının çok genel manada Kur’an’a iman etmediği bir vakıadır. Küresel sistem Kur’an’a tıpkı bu ayette anlatıldığı gibi yaklaşmaktadır. Kur’an’ın baştan sona bütün ahkâmını, bütün akide, ahlak, amel, siyaset, ticaret ve hukuk sistemini hiç eğip bükmeden alıp kabul etmek ve buna göre bir hayat kurmayı istemek, kelimenin tam anlamıyla bir nebevî yürek istemektedir. Çağın egemen güç odakları tabi ki değiştirilmiş bir Kur’an isteyecekler yahut da ‘başka bir Kur’an’ talep edeceklerdir. Çünkü çağın bütün putperestliklerine, bütün fuhşiyatına, bütün hak ihlallerine, bütün zulüm ve haksızlıklarına, bütün ayrımcılıklara v.d. sadece ve sadece Kur’an hakça ve adil çözümler getirmektedir. İnsanlığın sığınacağı başka bir ‘ada’ kalmamıştır. Pek çoklarının hararetle aradığı ‘Nuh’un gemisi’ de işte bu Kur’an’dır.
“Başka bir Kur’an” ne ola ki diyenlere, en basitinden, alın size Fetö’nün yazını diyebilirim. Daha onun gibi, Kur’an’a alternatif olarak yazılmış birçok paçavra örneği vermek mümkündür.
İslam (ya da Kur’an), modern siyasetin terennüm ettiği manada güncellenemez. Ancak Kur’an’ın, bugünün insanına tebliğ edilmesinden bahsedilebilir. Müslümanların hakkıyla yapamadığı, kâfirlerin de bütün güçleriyle, yapılmamasını istedikleri en önemli hakikat budur işte. İslam mütemadiyen ‘çocuk istismarları’, ‘tecavüz’, ‘kadına şiddet’, gayrı resmi (kaçamak) evlilikler, en şapşal cinsellik hikâyeleri v.b. sözlerin arasına sıkıştırılarak anılmak suretiyle, iğrenilen bir nesne konumuna indirgenmek istenmektedir. Basiret gözü bağlanmamış her insan bu hakikati açıkça görebilir. Bu hakikatler apaçık iken, İslam’ın güncellenmesi adı altında, İslam’ın reforma tabi tutulması talepleri, en basit anlamıyla küresel şebekelerin tuzağına düşmektir. İslam ictihadına kimsenin bir itirazı olamaz. Fakat ictihadı da, yatak-yorgan-battaniye gibi nesnelerden şehvete köprü kuran basiret yoksunu insanlar yapamazlar. İctihat, hem modern şirk pisliklerinden, hem de geleneksel akidevi kirlerden (rics-rucz) arınmış mümin ilim adamlarının işi olmak zorundadır.
Biz müminlerin ahir davamız, Allah’a hamd etmekten başka bir şey değildir.