İslam’ı değil ama Müslümanları zor günler beklemektedir. Öyle, kehanet içerikli bir haberden bahsetmiyorum, ortalığı velveleye verme amaçlı bir çığırtkanlık da değil kastım. Değil mi ki İslam davası zaten hep ‘zor’ olmuştur. Çünkü İslam eyyamcılık değildir. Kendisinden olmayan bütün düşünceler, dinler ve ideolojilerle de uzlaşmaya kapalıdır. ‘Neyse bakalım’ eksenli bir razı oluşu da onaylamaz İslam. İslam ya tam olur, ya da hiç olmaz.
Fertlerin kalbindeki tasdik, bireysel iman ve kamuya taşırılmamak üzere, ‘ibadet ve ahlak’ olarak İslam ‘tam’ olabilir. Zaten hiçbir kuvvet mümin kişinin kalbine ve kafasının içine hükmedemez. Demek ki İslam’la ilgili bütün mesele, onun kamuya taşması, kamusal hayatı kapsam alanına alması, giderek topluma hâkim hale gelmesi etrafında düğümlenmektedir.
Türkiye yeni bir sürece evrilmiş bulunmaktadır. Bu yeni dönemle ilgili herkesin bir hesabı-kitabı vardır. Her siyasi yapı, cemaat, grup v.b. ya bir şeyler ummakta, ya bir şeylerin kaygısını çekmektedir. İslam’a, İslam’dan başka güç ve iktidarlardan, gölge etmemekten başka hiçbir şey ummayanlar olarak biz Müslümanlar ise, her dönemde olduğu gibi bu yeni dönemde de öncelikle Rabbimizden günahlarımızı bağışlamasını, ayaklarımızı sabit kılmasını, kafir kavimlere karşı bizlere yardım etmesini istiyoruz. Ardından İslam’a, rasullerin çizgisinden başka türlü noksanlıklar izafe etmekten, onu Allah’ın istediği tarzda değil de, tağutların istediği tarzda resmetmekten Allah’a sığınıyor, nebilerin iman, adanmışlık ve duruşlarındaki kesinliği bize de nasip etmesi için Rabbimize dua ediyoruz.
Bu yeni dönemle ilgili çok ilginç şeyler söylenmektedir. Daha düne kadar İslamî mahallenin saygı duyulan, heyecan yüklü tıfıl gençleri kıvamındaki kimi çelimsizleri, bugün, kendilerinde ‘ciddiye alınan gazeteci’ rolü vehmederek millilikten, yerlilikten dem vuruyorlar. Bireylerin, siyasi çevrelerin, kurumların, şirketlerin, medya organlarının, cemaatlerin, küçük İslâmcı yapıların tamamının ‘yerlileşme testinden’ geçirileceğinden bahis açıyorlar. Demek ki yeni trend bireylere olduğu gibi, cemaatlere ve küçük İslamcı yapılara da soracak: Yerli misin, yabancı mısın diye… Ya da ne kadar yerlisin? Alınan cevap anlaşılan, o yapının hayat-memat meselesi olacak… “Süreç ve o büyük dalga” ister istemez bunu yapacakmış, önünde hiçbir engele izin vermeyecekmiş… Çünkü bu, olağanüstü bir değişimmiş, tarih değiştiren bir dönemmiş… Bu yerlileşmeye İslâmcılık kimliği altında da direnmek mümkün olmayacakmış… (Onun için nice İslamcı müsveddesi on yıllardır direncini yitirmiş, Fukuyama’nın tezine teslim olmuş bulunmaktadır). Kendilerinde ne kadar güç vehmediyorlar bilinmez ama adeta bir konsil rahibi edasıyla takdis ettikleri o yeni dönemin her an kendilerini kapı dışına koyması muhtemel olan bu çelimsizler adeta bir sekr hali içinde İslamcı yapılara parmak sallayarak, kendinize çeki-düzen verin ve yerlileşin nutuğu çekmektedirler.
Varoşların bu yeni yetme gazeteci-kahinleri yerlileşme, millileşme ve Müslümanlaşma’dan bahsetmektedirler. Türkiye’nin yürüdüğü yol buymuş! Bu aynı zamanda tarihe dönmekmiş! E iyi ya işte, bizim de zaten mütemadiyen söyleyip de, pek çok dostumuza bir türlü kabul ettiremediğimiz hakikat budur. Şükür ki artık bu dönüşümün mimarları bunu itiraf ediyorlar. Acaba bu vesileyle, ilgili ‘İslamcılar’ siyasi kanaat ve duruşlarını gözden geçirir, demokratik seçimlerden İslamî değer ve kurumlara ‘hayır’ umdukları için Allah’tan af dilerler mi?
Yerlileşme, millileşme, tarihe dönüş ve müslümanlaşma… Bu kelimelerin hepsini bir potada imtizaç ettirip, algılamaya ve anlamaya çalışın. Aslında Cumhuriyeti ilk kuranlar da böyle bir tezle hareket etmemişler miydi? ‘Arap İslamı’na (Arabın yavesine) karşı Türk tipi bir İslam öneriyorlardı. Aslında alttan alta İslam’a birçok açıdan belki de hayranlık duyuyorlardı ama içlerindeki kin ve düşmanlık bu hayranlığı bastırıyor, hiç değilse şöyle elini-ayağını, gözünü-kulağını budayarak, İslam’la alakası olmayan yepyeni bir din icat ediyorlardı. Kültürümüzü Arap harsının saldırısından kurtarmak gerektiğini savunuyorlardı. Buna da ‘Öz Türk dini’ demişlerdi.
Gazetenin yayın yönetmeni Türkiye’nin büyük dönüşümünden bahsediyor. Şöyle diyor: “Artık kişilerin çok ötesinde, kurum ve çevrelerin çok ötesinde bir akıl, yürüyüş, dinamizm ve değişim dalgası var. Bu dalga Türkiye’yi olağanüstü ölçekte büyütüyor, büyütecek. Cumhuriyet tarihinin bütün klasik algılamaları da ölçekleri de değişecek.”
Yönetmen, Dünyada merkez ülkelerin tamamının kendine döndüğünü, toplumsal kimliğini olağanüstü ölçekte yerlileştirdiğini ve ‘yabancı’ nitelikli bütün akım ve hareketlere kendini kapattığını anlatıyor.
İşte eskisiyle, yenisiyle Türkiye’nin yol haritası bu. Kimi İslamcı artıklarının bu denli yerlici/millici olmaları çok fazla şaşırtmıyor. Çünkü “demokrasi dönüştürür” sözü, bu gerçeği gözümüzün içine sokmak istiyor. Demokrasinin dönüştürdüğü, yerlilik adı altında kendi köklerinden kopardığı bir millileşme durumu ile karşı karşıya isek, suçu kimde aramalıdır?
Türkiye’deki gidişat gelinen bu son durum itibariyle iç ve dıştan büyük tasvip almaktadır. Oyundaki bazı iç ve dış gayrı memnun roller pek çok insanı aldatmaktadır. Türkiye’nin yerlici-millici olması karşısında hangi tavizler verilmez ki!
***
İslam davasına karşılık yerlilikten-millilikten bahsetmek için nasıl bir bilinç kaybına uğramak gerekir! Yerli-yabancı ayrımında İslam hangi pakta düşmektedir, yerli mi yabancı mı? İslam kâinatın en ‘yerli’ hakikati değil midir? Yeryüzünün (yer’in) yegâne sahibi Allah, yere en münasip Dini belirlemiş ve ondan da razı olmuştur. Yeryüzünün kıtaları sun’idir, kıtalar ve ülkeler arasındaki sınırlar da sun’idir. İnsan tektir, tek Allah tarafından var edilmiştir. Ülkeler bazında ‘yerlilikten’ bahis açarak, milli İslamlar oluşturmak, İslam’ın bugüne kadar şahit olduğu en büyük fitnedir.
Son yıllarda alttan alta ‘tercüme İslamı’ gibi atıflarla Seyyid Kutub ve Mevdudi tarzı İslam algısı hedef tahtasına konmaktadır. Biz ne Mevdudi, ne Seyyid Kutub ne de bir başka insanın ortaya koyduğu İslam algısını mutlaklaştırmayız ama şurası kesindir ki, Seyyid Kutub tarzı İslam anlayışı, İslam’ın yeryüzünde yeniden bir hayat nizamı olmasını istemeyen küresel güçler tarafından usturuplu şekilde şeytanlaştırılmaktadır. Bu şeytanlaştırmaya bazı ezik yerlilerin de katılmış olması ibret vericidir.
Aslında İslam’ı yerlileştirmek-millileştirmek, yukarıda değindiğim gibi Cumhuriyetin kuruluşundan beri var olan, Said Nursi-F. Gülen çizgisinin de baş hedefi olan bir ideolojidir. Bu açıdan, 15 Temmuz olayından bu yana canhıraş(!) şekilde FETÖ üzerine gidildiği, FETÖ’nün ülkeye ve devlete darbe yapmasından bahsedildiği halde, İslam’a nasıl bir darbe vurduğu, daha doğrusu İslam’a darbe vurup vurmadığı hususunda kimsenin bir tek soru bile sormaması, sorsa da ilgili mercilerden kimsenin gıkının çıkmaması çok öğreticidir.
İrili-ufaklı bütün İslamî(!) ülkelerde İslam kamusal alanda tabelalarda ve minarelerde görünürde olsun, her ülkede İslam milli bir hüviyete bürünsün, her toplum İslam’a kendi rengini versin ama İslam asla yeni bir hayat kurmaya, yeni bir medeniyet inşa etmeye kalkışmasın! İslam küresel müesses nizamın faiz gibi, iktisat gibi, ahlak gibi, akîde gibi, Allah’ın hakimiyeti gibi temel umdelerinden hiçbirine ilişmesin! İşte en ideal ve sevimli İslam budur! Merhum Seyyid Kutub’un ‘Amerikancı İslam’ dediği de işte budur. Onun içindir ki tez elden İslam yerlileştirilmeli, S. Kutublar, Mevdudiler ülke sınırları dışına püskürtülmelidir. ‘Öz Türk dini’ böylece kaldığı yerden inşaına devam edilmelidir.
***
Yazının başında, yeni dönemde Müslümanların işinin zor olduğunu söylemiştim. Doğrusunu söylemek gerekirse Müslümanların işi zaten hiçbir dönemde kolay olmamıştır. Olsaydı, ilk önce Rasuller zamanında kolay olurdu. Şimdilerde bu zorluk yeniden kendini buluyor. 1960, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi darbe dönemlerinde niteliksiz ve derinliksiz bir ‘rejim karşıtlığı’ edebiyatı yapan ‘dindar’ çevreler, -İncil’deki ağaç-balta temsilinde olduğu gibi- darbe bizzat kendi türdeşlerinden gelince, İslam’a olan bağlılıkları ve demokratik-seküler hayat tarzına olan husumetleri daha artacağı yerde, İslam’ı ulusallaştırma refleksleri artmaktadır.
İşte böyle bir vasatta Dinsize değil, dinliye Din anlatılacaktır. Dinliye, İslam’ın salt bir kültürel çeşni olmadığı, Allah’ın kültürel zenginlikçilik oynatmadığı, İslam’ın bir hayat tarzı olduğu ve bütün toplumun, nefislerindekini İslam’la değiştirip, Allah’a teslim olmaları çağrısı yapılması gerekliliği izah edilecektir. Onlar da var güçleriyle, artık Türkiye’nin ve dünyanın değiştiğini söyleyip, sizin hala mı orada bulunduğunuz şeklinde tafralarına devam edeceklerdir.
Hani, Allah hakimlerin hâkimi değil miydi?
Bu makale İktibas Dergisinden alıntılanmıştır.