Yoksa size mahsus bir kitap var da oradan mı okuyorsunuz.( Kalem Suresi, 37. Ayet-i Kerime)
Her insan tekinin şahsiyet olabilmesi ve saygınlık kazanabilmesi için; söylediği sözün, gerçekleştirdiği fiillerin bir değere/köke/ temele dayanması icap eder. Bu ilkeye binaen; bir insan topluluğunun halk/millet/ ümmet olarak adlandırılabilmesi içinde bir din/ideoloji/kültür-medeniyet aidiyetine sahip olması gerekiyor. Hiçbir varlık kökleri olmadan var olamaz. Köklerinden, onlara “hayat veren değerlerinden” koparılan varlıklar hayata veda ederler ya da mumyalanmış nesnelere dönüşürler.
İlahi Vahiy, insanı/insanlığı “Ey insan, Ey Âdemoğlu, Ey insanoğlu ”hitabıyla muhatap alarak nefsinin, türünün, içine doğduğu varlık âleminin niçin ve nasıl neşet ettiği ve akıbeti üzerinde düşünmeye davet eder. Bu tefekkürünün sonucunda varoluşunu Allah’ a borçlu olduğuna iman eden kişi ve Ümmet’ e, “Ey iman edenler” hitabıyla bu gününü ve ahirini “İslami hidayet” üzerinden anlamlandırmasını yani Kitap’ ın kavline göre yaşamasını tavsiye eder.
Müslüman Ümmet en az yüzyıldır kendi değerleri ve referansları üzerinden var olamıyor. Endülüs’ten, Asya’dan en sonda Anadolu’dan siyasal bir güç olarak çekilmemizle birlikte zihinsel, düşünsel kültürel olarakta etkinliğimizi yitirmeye başladık. Aslında bu iki durum; zihinsel ve siyasal durum, çift taraflı olarak birbirini etkilemektedir. İlmi/fikri olarak gerileme beraberinde siyasal bozulmayı da tetiklemektedir. Ya da siyasal istikrarsızlık, fikri takibi, üretkenliği inkıtaa uğratmaktadır. Bu durum bize, varlığa, hayata, İslam’a bütüncül olarak yaklaşmamızı ihtar ediyor. Bütüncüllükten kopmak, parçaları anlamsız ve fonksiyonsuz hale getirmektedir.
Dünyamız, 15. Yy’ ın sonundan itibaren, Batı-Avrupa merkezli zihinsel, kavramsal, kurumsal bir meydan okumaya maruz kalmaktadır. Tek taraflı bu meydan okuma, Batı dışı dünyayı nesne durumuna düşürmektedir. Bu meydan okuma, muhataplarını, öncelikle zihinsel ve ruhsal olarak teslim alıyor.
Zihinsel, ruhsal olarak yenilenler, kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik olarakta teslim olma sürecine giriyorlar. Bu durum bütün kültürler ve medeniyetler için geçerli evrensel bir kuraldır. Bunun istisnası yoktur. Ancak, bu kuralın farkına varanlar, gelmekte olanı fark edip yerinde ve zamanında tedbirler alarak süreci kontrol altına alabilirlerse, yeni çıkışlar/ yenilenmeler için bir fırsata dönüştürebilirler.
11.yüzyılın sonu itibariyle Anadolu’da Müslümanların var olabilmesi, o günkü Batı kültür ve medeniyetinin(varlık, bilgi, değer anlayışının) inkırazı ve Anadolu topraklarındaki siyasi otoritenin çürümüşlüğünün sonucunda olabilmiştir. Var olan ilmi- fikri- siyasal yapı, gelmekte olan ilmi-fikri- sosyal- siyasal dinamik gücü kavrayamamış ve devamında gerekli tedbirleri alamadığı için medeniyet olarak tarihe veda etmiştir. Aynı gerçek, 7. Yy’ da Medine’ de tecessüm etmeye başlayan İslam Kültür ve Medeniyeti içinde geçerlidir.15.yy’ a kadar insanlığı etkilemeye devam eden bu medeniyetin, bu yüzyıldan sonra etkileme gücü zayıflamış ve 19. Yy itibariyle tarihi etkileme gücünü tamamen kaybetmiştir.
Bu gün itibariyle de, Batı merkezli Modern-seküler zihniyet, kavram ve kurumların tasallutu altında tarihe maruz kalarak yaşama mücadelesi veriyoruz. İlim ve tefekkür olarak üstünlüğünü kaybeden en sonun da siyasi merkezden de mahrum kalan İslam dünyası, kurumlarını, kavramlarını, değerlerini devamında varlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra dayatılan düzen, miadını doldurduğu için devam ettirilememektedir.
Dayatılan Ulus-devlet statükosu, ürettiği sorunlar yetmezmiş gibi tasfiye edilirken de yeni ulusçu, kavmi, mezhebi, sosyal, kültürel krizlere sebebiyet vermektedir. Düzeni dayatanlar, yeni bir düzen kurma savaşı vermektedirler. Bu savaşta İslam ve Müslümanlar sahipsiz bir güruh görüntüsü vermektedir. Bu beka kaygısı, bütün bir İslami mirası, Müslüman coğrafya ve demografiyi kaosa sürüklemektedir. Zihinsel dağınıklık, sosyal, siyasal dağınıklıkla sonuçlanmaktadır. Beka ve güvenlik kaygısı, geleceğimizi de ipotek altına almaktadır.
19.yy’ dan sonra İslam dünyasını etkilemeye başlayan Modern- seküler felsefe, İslam dünyası aydınlarında öncelikle zihinsel, ruhsal bir sarsıntı başlattı. Garpzede aydınlar İslam dünyası için bu günde ayak bağı olmaya devam ediyor. Aydınlardan sonra siyaset sınıfına sirayet eden bu anlayışı Napolyon’ un işgal ettiği Mısır’ da Ulusçuluk, İstanbul’ da Tanzimat, Meşrutiyet ve devamında Cumhuriyet uygulamaları üzerinden takip edebiliyoruz.
Bu zihinsel yenilgi hali, süreç içerisinde halk katmanlarına da sirayet ederek kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik olarak derinleşiyor ve çöküşle sonuçlanıyor. Çöküşten çıkabilmek için Batı üzerinden aranan kurtuluş arayışları, hüsranla sonuçlanmıştır. İlmi ve zihinsel üstünlüğü elinde bulunduranlar, siyasi hâkimiyetinde sahibi olmaya devam ediyorlar. Bu gün, Müslüman dünyanın İslam’la irtibatı Kitap/ Kur’ an üzerinden değil, tarih üzerinden kurulmaktadır. Müslüman toplumlar için İslam, bu günün sorunlarını çözecek bir imkân olarak görülmemektedir. İslam, tarihte bize güzel günler yaşatmış, hatırladığımızda bize serinlik veren bir anı olarak vardır. Ya da birbirimiz arasındaki üstünlük savaşında müracaat ettiğimiz tarihsel bir delil. Her kavim, her mezhep “kendini merkeze alarak” İslam’la, İslam tarihiyle irtibat kuruyor.
İnsanlığın ve Müslümanların ahlaki, fikri, sosyal, siyasal, ekonomik meselelerini, geleceğini İslam’ a/ Kur’ an’ a müracaat ederek müzakere gibi bir derdimiz yok. Dünyevi meselelerimizin çözümünde Kur’an’ı referans olarak kabul etmiyoruz. Kur’ an’ a metafizik ve ahiret mevzularında müracaat ediyoruz. Söylediğimiz sözlerde, yaptığımız işlerde İslam ne der, Allah razı olur mu, Müslümanların maslahatı neyi gerektirir? Gibi hassasiyetler gözetmiyoruz. Allah’ın Resulü Efendimiz’ in(s.a.v) üsve’i hasene olan Sireti/ Sünneti, bütün zamanlarda örnek alacağımız “İslami bir model” olmaktan çıkarılarak kıl-tüy mesabesine indirgenmeye çalışılıyor. Bu günümüzü, ya tarihte yaşanmış örnekler ya da mevcut hâkim Seküler iktidarların vesayeti ve velayeti üzerinden konuşuyoruz. Bu günle, İslam’ ı referans alarak yüzleş/e/miyoruz, imdadımıza ya tarihi çağırıyoruz ya da tarihi yapanları. Nesne gibi var olanlar, ya tarihe sığınırlar ya da tarihe yön verenlere asker yazılırlar. Tarih, bu güne dair sorumluluklarını yerine getirenler ve gelecek tasavvuru olanlar için bir imkândır.
İnsanlığa, Rabbimizden, bir nimet, bir hidayet rehberi olarak inzal edilen İslam, içeride Müslümanların kötü teslimiyetlerinden, dışarıda insanlığın baş belası Seküler güçler tarafından tarihsel, folklorik bir düzeye çekilerek etkisizleştirilmeye, yok sayılmaya çalışılmaktadır.
İslam dünyasındaki ulus-devletler ve devlet gücünü ellerinde tutan seküler askeri, ekonomik, bürokratik, siyasi elitler, ulusal ve şahsi menfaatleri için İslam’ı istismar ediyorlar. İslami örgütler, kendi örgütsel amaçları için, İslam’ i bütünlüğü parçalayarak, İslam’ı tarihe mahkûm ederek tarihteki bir kişi ve ekol üzerinden İslam’la irtibat kuruyorlar. Her kavim, meşrep, mezhep kendi menfaati için İslam’a, İslam tarihine müracaat etmektedir.
Uluslararası Küfür Güçleri, İslam’ ı ve Müslümanları, medya araçlarını kullanarak terör ve iç savaş görüntüleri üzerinden ilkel, barbar, az gelişmiş göstererek itibarsızlaştırıyor, oluşan bu algıyı İslam coğrafyalarına müdahale etmek için stratejik bir bahaneye dönüştürüyorlar. Bu durum, İslam’ı, bir hidayet rehberi, bir referans olarak insanlığın gündeminden çıkarmaktadır. İslam’ın vücut verdiği Dar’ül İslam yurtları bunun için harap ediliyor. İslam’ın daveti yeryüzünde yankılanmasın diye bizi yurtlarımızda boğmak istiyorlar.
İslam’ ı, “çöl kültüründe yaşanan, ilkel, kabileci Arapların dini “olarak göstermek için Arabistan coğrafyasına mahkûm etmek istiyorlar. İslam’ın ve Müslümanların otantik halleriyle var olmasını istemiyorlar. Bu tuzağı, bu oyunu fark etmek zorundayız. Kendi usul ve imkânlarımızla bu planı boşa çıkarmalıyız.
İslam, Hayy-u Kayyum, Baki olan Rabbimizin insanlığa rahmet olsun için gönderdiği, kıyamete kadar var olacak aziz Din’idir. Bu din, kendine hakkıyla iman eden müminlerle her zaman insanlığa örnek ve şahit bir ümmet oluşturmaya, kültür ve medeniyet inşa etmeye muktedirdir.
Kendini İslam’ a nispet ettiğini iddia eden ama bu dinin varoluşsal kıymetini takdir edemeyen kişi ve topluluklar, bu dünya da zelil, ahirette mahzun, bu dine ve onun aziz bağlılarına savaş açanlar ise dünya da ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.
“Siz ey imana ermiş olanlar! Eğer imanınızı kaybederseniz, Allah, zaman içinde [sizin yerinize] O’nun sevdiği ve O’nu seven insanlar geçirecektir; müminlere karşı alçak gönüllü, hakikati inkâr edenlere karşı onurlu; Allah yolunda üstün çaba gösteren ve kendilerini kınayabilecek kimselerin kınamasından korkmayan [insanlar]: Bu, Allah’ın dilediğine bağışladığı lütfudur. Allah (lütfunda) sınırsızdır ve her şeyi bilendir. “ (Maide Suresi-54. Ayet-i Kerime)
Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.(Tevbe Suresi-32. Ayet-i Kerime)