İlk olarak Ali Şeriati, insanı ve toplumu değiştirmek istiyorsak insan nedir sorusunun üzerine düşünmeliyiz diye vurgulamaktadır. Var olan ve var olagelmiş ideolojilerin hiçbirinin insanın ne olduğuna dair kesin cevapları yoktur. Halbuki toplumu ve insanı konu alan bu ideolojilerin anlaması gereken; insan yaşamının en büyük sorununun bizzat insan olduğudur. Onlar gerçekten insanı tanımaya, çözümlemeye çalışmamaktadır diyor yazar özetle. İnsanı eğitmek ve ona bir şeyler öğretmekten bahsetmek için insanın neden burada olduğunu ve en başta kim olduğunu çözümlemeliyiz. Bu noktada Kur’an’da bizler için insan ve beşer diye iki farklı kavram kullanılmaktadır. Beşer, varlıkların gelişim süreci sonucunda yeryüzüne gelmiş bulunan, bugün de yaşamakta olan iki ayaklı canlıdır. İnsan, olağan-dışı ve üstün bir varlıktır. Beşer, biyoloji konusu iken; insan, şairin ve filozofun konusudur. Beşer doğanın bir mensubudur ve değişmez bir tanımı vardır fakat insan olmak bir süreçtir. İnsan olmak erişilecek bir makamdır. Beşer olarak doğup insan olarak ölebiliriz. Beşer aslında bizim fizyolojik yapımızın ta kendisidir. İnsan olma süreci ise yazara göre üç özellikle başlamaktadır: Birincisi, bilinçli öz varlığının bilincinde olmak, ikincisi seçme yeteneğine sahip olmak ve sonuncusu yaratıcı, üretici özelliğine sahip olmaktır. İnsan, bu üç özelliği fark edebildiği, uygulayabildiği kadar insandır.
İnsanın var olması ile ilgili Descartes: “Düşünüyorum öyleyse varım.” demiştir. Gide ise “ Duyumsuyorum öyleyse varım.” Derken, Albert Camus: “Başkaldırıyorum öyleyse varım.” demiştir.
Yazar üç var oluş fikrine de katılırken, birinci sırada başkaldırmanın esas olduğunu söylemektedir. Bu konuda yazar İslami anlamda farklı bir yorumda bulunmaktadır. Adem’in cennette -ki bunun vaad edilen değil güzel, nimetlerin olduğu bir bahçe olarak inandığını özellikle belirtmektedir. (Müfessirlerin bir kısmı da bu konuda Şeriati gibi düşünmektedir)- başkaldırmadığı sürece insan değil bir melek olduğunu iddia etmektedir. Daha sonra insan olan Adem’in isyan edip yasak meyveden yiyerek aklını ve iradesini kullandığını, böylece sadece tüketmeye yönelik oluşturulmuş güzel bahçeden kovulduğunu söylemektedir. Aslında yazarın asıl kastetmek istediği fikrimce insan olmanın benliğini ortaya koymakla, irademizi kullanmakla ya da seçim yapmakla başladığıdır. Hz Adem’in de seçim yaptığı ve insan olma makamına o anda ulaştığını söylüyor. (Yanlış-doğrudan ziyade olay odaklı yorumluyor). Devamında insanın doğa içinde kendi yaşamının sorumluluğunu üstlendiğini söylemektedir. Bu devrede işin içinde bilinçliliğin en önemli hususlardan biri olduğunu vurguluyor. Başından beri bilinçsizce yapılmış bir ibadetten çok en başta düşünmüş ve baş kaldırma bilincine ulaştıktan sonra ibadet etmeyi seçmiş olan bir insanın, iradi bir itaate sahip olduğunu söylemektedir. Çünkü ‘ben topluma ya da belli bir düzene karşı çıkıyorum buna baş kaldırıyorum ve bunu yadsıyorum ve yerine başka bir şeyi seçebiliyorum’ demesidir insanı insan yapan. İnsan olma sürecinde değindiği üç özelliği tek tek açıklamak gerekirse; benlik bilincinin insanın kendi öz yapısını, niteliğini ve yaratılışını, doğanın öz yapısını, niteliğini ve yaratılışını ve son olarak bu ikisinin niteliğini ve ilişkisini algılamasıdır.
İkinci özellik seçme yeteneğidir. Biz insan olarak hayvanlar gibi içgüdülerimizin esiri değilizdir. Hayvanların içgüdüleri onlardan belli bir zamanda bir şey ister ve onlar da buna uymaya mahkûmdur. Yapmama gibi bir alternatifleri yoktur fakat insan öyle değildir isterse baş kaldırabilir. Mesela kendini koruma ve sevme içgüdüsüne karşı gelerek intihar edebilir. Seçmek bizim elimizdedir.
Üçüncü özellik ise yaratıcılıktır. Yaratıcılığın ilk ayağı kuruculuktur. İnsan doğa ile yetinemez ve doğada olmayan şeylere gereksinim duyar. İhtiyaçlar doğrultusunda da üretimi başlar. Mesela biri dama çıkıp uçmak istiyorsa önce dama çıkmak için bir merdiven yapar, üretir. Sonra doğası gereği kanatları olmadığı için kendisine kanat yapmak için uğraşır; daha sonra geliştirerek uçağı icat eder ve sonra roket vs şeklinde her seferinde daha da geliştirir. Her seferinde daha da yaratıcılığını arttırır.
Yaratıcılığın ikinci ayağı ise sanattır. İnsan sanat ile doğada gördüğü eksiklikleri tamamlar, hayal gücünü ortaya koyar, doğada olmayanı değiştirir, yenilikler katar. Bu bağlamda insanın iki yaratıcılık özelliği de çok önemlidir. Bu hususlar konusunda yazar, çağdaş ideolojilerin insanları tutsaklaştırıp sınırlandırdıklarını söylemektedir. Marksizm’in insanı madde ile sınırlandırmasını, natüralizmin insanın seçme ve yaratıcılık gibi iki temel özgürlük alanını kısıtladığını, varoluşçuluğun bunlardan biraz daha insanı özgürleştirmeye çalıştığını fakat onun da insanı aslında doğa ve madde alanında sınırlı bir varlıktan ibaret saydığını anlatmaktadır. Halbuki Şeriati’ye göre insan var, olur daha sonra niteliğini kendi seçer. Bunu kısaca bir örnekle anlatmaktadır. Bir marangoza, sandalye yapabilir misin dediğimizde aklımızda dört ayağı olan oturacağımız bir eşya canlanır. Yani sandalye var olmadan önce niteliği vardır ve insan haricinde doğadaki her şey böyledir. Fakat insan var olur ve sonra ne olacağına kendi karar verir. İyiliğe mi kötülüğe mi hizmet edeceğini daha sonra seçer. Allah varlığımızı vermiştir ancak mahiyetimizi seçmekte bizi özgür bırakmıştır. Yine burada fütürizmden örneklerle bu akımda insanın hiçbir alanda özgür bırakılmadığını, seçme yeteneğinin yine kısıtlandığını hatta yok sayıldığını anlatmaktadır.
Sonrasında da, kitabın ismine konu olan dört zindandan bahsediyor. Yazar insan hayatındaki birinci ve en köklü zindanınhistorizm (tarihselcilik) olduğunu düşünüyor. Historizm, “beni tarihim var ediyor” demektir. Historizmi benimseyenler eğer ben İran’da değil de, İngiltere’de doğmuş olsaydım daha farklı biri olurdum diye savunmaktadırlar. Burada bakıldığında iki farklı kişilik söz konusudur; bu da sizin siz olmadığınızın ispatıdır. Çünkü kişiliğimi ve nasıl olacağımı ben seçmemişimdir, ben yokumdur ve ben tarihimden dolayı böyleyimdir. Tarihim dilimi de dinimi de seçmiştir. Tarihimin bulunduğu topluluk hangi dine mensupsa ben de buna mensup olmak zorunda kalmışımdır. Benim seçme hakkım yoktur diye düşünmekte inanmaktadırlar. Cildlerinin rengini doğanın vermesi gibi ruhlarının rengini de tarihin verdiğine inanmaktadırlar. Peki, insan bu tarih zindanından nasıl kurtulabilir ve varlığını keşfedebilir? İnsan tarih bilimi ve tarih felsefesi ile tarihin akışına egemen olan kanunları kavrayabilir ve bunların ne gibi etkenleri olduğunu çözümleyebilir. Bu sayede tarihteki süreçte birinci kademede iken altıncı kademeye kadar ulaşabilir. Eskiden durum böyle olamazken, çağdaş insan bunu algılayabilir ve seçme hakkının olduğunu fark edebilir. Bir çok kavim görüyoruz ki göçebe boylar halinde iken bu süreçleri fark ederek seçim yapmış ve burjuvazinin ötesinde bir aşamaya geçebilmiştir. Demek ki çağdaş insan bu zindandan farkındalık ile kurtulmayı başarabilir ve başardığı zamanlar da olmuştur.
İkinci zindan sosyolojizmdir. Sosyolojizm anlayışında da yine ben yoktur, beni oluşturan toplumdur. Ben para düşkünü isem, burjuva sisteminde doğduğum içindir. Kötü olmuş isem yine bunu seçen toplumumdur. Ya da eğer toplum dinsizlik ve dindarlık arasında kalmışsa sen yine hangi tarafın baskısı altında kalmış, hangi tarafın etkisini benimsemişsen onu seçersin. Aslında seçen yine sen değilsindir şeklinde savunmaktadırlar. Fakat insan seçme yeteneğine sahip değilse insan olabilir mi? Bu zindandan geçmişteki insanlar çok da kolay kurtulamamış ve toplumlarının gerektirdiği ölçüde kendilerini geliştirmişlerdir. Fakat günümüzde çağdaş insanın toplum-bilim ’in geliştiği ve yaygınlaştığı ölçüde, toplumsal ilişkilerin ve sınıfsal ilişkilerin kavrandığı ölçüde toplumun ürünü olan insanlar toplumu biçimlendiren konumuna gelmektedirler. Artık çağdaş insan toplumda baş kaldırılabilir, sistemi değiştirebilir, seçebilir ve yerine yenisini koyabilir. Bakıldığında günümüzde bu zindan da aşılmaya başlanmıştır. Toplumun bir aracı olmaktan çıkıp öz benliğine ulaşmayı başarmıştır.
Üçüncü zindan biyolojizmdir. Bu fikir yapısı insanın fizyolojik ve ruhsal yapısı neyse ona göre hareket ettiğini ileri sürer. Örneğin cömert birine minnet etmeniz gerekmez çünkü bu onun doğasının gereğidir. Kendi seçtiği için cömert değildir, biyolojik yapısı öyledir. Yine biyolojizm ile bağlantılı olarak natüralizm de bunu söyler. İnsan doğanın etkisindedir ve bunu aşamaz diye yorumlamaktadırlar. Bu ortak bir zihin yapısını oluşturan iki zindandan çağdaş insan teknoloji ile kurtulmayı başarmıştır. Teknoloji ile biyolojik yapının ve doğanın esaretinden kurtulmaya başlamışızdır. Eskiden ırmak kıyısında yaşamak zorunda olan ve çölde yaşamakta zorlanan insanlık artık çölde sanayi uygarlığı kurabilmektedir. Doğayı tanımak ve bilim, insan hayatına birçok kolaylıklar sağlamış, onu bu zindandan kurtarmış, kendisi olabilmesine yardımcı olmuştur. Örneğin önceden insanlar yiyecek ve giyim ihtiyaçlarını karşılamak için üretime günde on-on iki saatlik bir zaman ayırıyorlarken, günümüzde teknoloji sayesinde bu bir saate kadar düşmüştür. Öyleyse bu zindandan teknik ve bilim yardımı ile çağdaş insan yine kurtulmaya başlamıştır. Yazar ilk üç zindanı zindan olarak anlatırken üçüne de ayrı ayrı katıldığını da belirtmektedir fakat o bunların tek etken olamayacağını ve bizim seçme hakkımızı elimizden alacak düzeyde olamayacağını düşünmektedir. Sonuncu zindanı yazar en kötüsü olarak tanımlamaktadır. İnsan ilk üç zindandan bir şekilde kurtulmaya başarmışsa da sonuncu zindandan henüz kurtulamamıştır. Bu yüzden çağdaş insan hala tutsaktır. Bağlarından kopamamış özgür kalamamıştır.
Sonuncu zindan ‘kendim’dir. İnsan bu zindana karşı günümüzde eski çağlara göre daha bile fazla tutsak kalmıştır. Bu zindan karşısında çok büyük bir acizlik içerisindedir. İnsan çağımızda ilk üç zindanda kurtulduktan sonra boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. Çünkü özgür değildir. Bu zindandan kurtulmak zordur. Diğer üç zindanın beni çerçeveleyen duvarları vardı ve bunun bilincine varabiliyor, yıkabiliyordum fakat bu zindanı kendimle birlikte taşıyorum. Bu zindanla tutsağı birleştirmektir. Bunun çözümü ise aşktır. Bu aşkı yazar tasavvufi anlamda kullanmadığını belirterek tanımlıyor; aşk, muktedir bir güçtür. Hesapçı ve oportünist akıldan yüce bir güç gerekir ki benliğimdeki ben kendini ifade etsin, fark etmemi sağlasın. Çünkü çağdaş insan bunu yakalayamadığı için sürekli kendine dünyada maddi hedefler koymakta ve buna ulaştığında da büyük bir boşluk hissine kapılmaktadır. Yazar burada mantığın ya da mantıksızlığın tartışılamayacağını, bunun tamamen mantık dışı bir şey olduğunu vurgulamaktadır. Örneğin yalan söylemiyorsam bu bana da yalan söylenmesin diyedir. Bu yarar düşüncesi içinde belirlenmiş bir ahlaktır ve mantık içinde ola gelmiştir. Fakat ben yalan söylememek için yalan söylemiyorsam ve bu benim zararıma da olsa böyle yapıyorsam, hiçbir karşılık beklemiyor ve doğruyu mahvoluşum pahasına söylüyorsam burada işte ben ortaya çıkmıştır. Dördüncü zindandan kurtulan iman ve aşk ile insan olmayı başaran kişinin bu olduğunu vurguluyor yazar. Bu dördüncü zindandan kurtulan insan kendini feda etmektedir ve böylece isar aşamasına ulaşmaktadır. İsar öyle bir aşamadır ki, insan başkasını kendine üstün tutabilir hatta kendini, malını bu uğurda feda edebilir. Kısacası insan dördüncü zindandan ancak din ile aşk ile kurtulabilir.
Ahsen Şener