Yaman Çelişki
Hayatının en kritik misyonuyla görevlendirildiğinde, Cyril John Radcliffe, Londra’nın tanınmış avukatlarından biriydi. Dönemin İngiliz hükümeti, Hindistan’dan tamamen çekilmeye karar vermiş, 14 ve 15 Ağustos 1947 günlerini de Pakistan ve Hindistan adında iki yeni devletin bağımsızlık tarihi olarak belirlemişti. En önemli sorun, sınırın nasıl, kim tarafından ve hangi kıstaslara göre çizileceği idi. İngiltere Kralı adına Hindistan’ı yöneten ve bağımsızlık sürecine nezaret eden Louis Mountbatten tarafından işte bu zor görev için seçilen Radcliffe, hayatında Hindistan’a adım atmamıştı. Bölgenin siyasi ve sosyal yapısı hakkında da en ufak bir bilgisi yoktu. Bu özellikleri, onun “tarafsız” kabul edilmesi için yeterli görülmüştü.
Sınırı belirlemesi ve toprakların taksimi meselesini halletmesi için kendisine yalnızca beş haftalık bir süre tanınan Cyril Radcliffe, 8 Temmuz 1947 günü Yeni Delhi’ye ulaştı. Kullanımına tahsis edilen binaya kapanan avukat, sadece haritalar ve yazılı raporlar üzerinden, sınırı çizmeye girişti. Radcliffe, 400 milyon insanı doğrudan veya dolaylı şekilde etkileyen taksim işini öylesine ezbere yapıyordu ki, onun kalem darbeleriyle evler, araziler, köyler, kasabalar tam ortadan ikiye ayrılıyordu. Sınır boylarında, odalarından bazıları Hindistan’da bazıları da Pakistan’da kalan binlerce ev vardı.
Cyril Radcliffe’in çizdiği sınırlar, bilhassa Pencab ve Bengal bölgelerinde kritik bir hal alıyordu. Buralardaki Müslüman-Hindu dengesinin neredeyse başa baş olması nedeniyle Pencab ikiye bölünerek doğusu Hindistan’a, batısı da Pakistan’a verildi. Bengal de aynı şekilde -batısı Hindistan’a, doğusu Pakistan’a ait olmak üzere- ikiye bölündü. Bunun sonucunda, bağımsız Pakistan’ın batıdaki merkeziyle doğuda kendisine bağlanan topraklar arasında 2 bin 200 kilometrelik bir mesafe ortaya çıktı. Bu, elbette sürdürülemez bir denklemdi. Nitekim “Doğu Pakistan”, 1971’de savaş yoluyla bağımsızlığını kazanarak Bangladeş adını alacaktı.
Bağımsızlığın hemen ardından açıklanan taksim planı, sınırın her ikisi yakasından aksi yönlere doğru büyük bir insan göçüne yol açtı. Müslüman, Hindu ve Sih 14 milyon insan, yaşadıkları yerleri terk ederek Pakistan ve Hindistan’a göç etti. Çoğunlukla yalın ayak gerçekleşen bu akış sırasında en az bir milyon insan, feci şartlarda hayatını kaybetti.
Görevini tamamlar tamamlamaz Hindistan’dan ayrılan Cyril Radcliffe, 1977’deki ölümüne kadar Hindistan’a bir daha ayak basmadı. Taksim çalışmaları sırasında tuttuğu notları ve değerlendirme raporlarını yakarak ortadan kaldıran Radcliffe, yaptığı işle ilgili olarak, yıllar sonra konuştu. Hindistan’ın en ünlü gazetecilerinden Kuldip Nayar’a röportaj veren Radcliffe, “Yaptığım taksimden dolayı herhangi bir pişmanlık duymuyorum. Bugün olsa, yine aynı şekilde davranırdım. Ölen insanlar için üzgünüm, ama tek alternatif buydu” dedi. Radcliffe’in röportaj sırasında sarf ettiği şu sözler, taksim işinin nasıl yapıldığını gözler önüne seriyordu: “Az daha Lahor’u da Hindistan’a verecektim. Sonra, Pakistan’ın elinde hiç büyük şehir olmadığını gördüm. Kalkuta’yı Hindistan’a ayırdığım için, Lahor da Pakistan’da kaldı… Açıkçası, Keşmir diye bir yerin varlığından da haberdar değildim. İsmini, Londra’ya döndükten sonra duydum”.
İşin enteresan tarafı, tarihin en kritik toprak taksimlerinden birini yapması için görevlendirilen bu adamın, fiziksel anlamda görme güçlüğü çekmesiydi. Gözündeki rahatsızlık nedeniyle, Birinci Dünya Savaşı sırasında ordu saflarından diskalifiye edilmişti.
***
İkinci Dünya Savaşı sonrasının şartlarında, uzun süredir yönettiği ve sömürdüğü birçok bölgeden resmen çekilen İngiltere, bilhassa şu üç noktada, tesirleri hâlâ derinden hissedilen ağır hasarlar bıraktı: Hindistan, Filistin ve Kıbrıs. Buraları uzun yıllar boyunca çeşitli statüler altında kontrol eden İngilizler, bu kontrolü sona erdirirken birbirinden farklı problemleri mayalayıp kuluçkaya yatırdılar. Hindistan’la Pakistan’ı iki kez savaşa sürükleyen Keşmir sorunu, Bangladeş’in Pakistan’dan ayrılmasıyla sonuçlanan kriz, Filistin meselesi, Kıbrıs’ta Türklerle Rumlar arasındaki gerilim vb. tamamen, İngiltere’nin bilinçli olarak ürettiği ve coğrafyaya miras bıraktığı sorunlardı.
Bu açık ve aleni manzaraya rağmen, İslâm dünyasında İngiltere’nin yakın tarihteki rolü üzerinde yeterince durulmaması, İngilizlerin coğrafyanın bu hale gelişindeki etkisinin adeta unutulması, “emperyalizm” vurgularında okların hep ABD’ye yöneltilmesi, İran gibi bazı ülkelerin “Büyük Şeytan” başlığına İngiltere’yi hiçbir şekilde dâhil etmemesi gerçekten düşündürücüdür. Öfkeli sloganlar ABD’yi hedef seçerken, İngiltere adeta görünmez bir koruma kalkanı altında tutulmaktadır. Asya’dan Ortadoğu’ya, artık neredeyse bir asrı devirecek olan birçok devasa problemde ana faktör İngiltere iken, coğrafyanın halklarında da İngilizlere yönelik olarak hayranlık derecesine varan bir sempati gözlemlenmektedir. Bu da, ayrıntılı izah isteyen bir durumdur.
Galiba, bu yaman çelişkinin altında yatan sebepleri tespit edebilmek için, İngilizlerin yönetim ve sömürme mantıklarına odaklanmak gerekecek. O da, bilahare bir başka yazının konusu olsun.
Yeni Şafak / Taha Kılınç